Uzun süredir yoktum sanırım, yok oluşumun ardında vakitsiz zamanlar mevcut. Düşüncelerimin içinde hapsolduğum ve kıramadığım hapishanemin zincirlerini, denizin dibine doğru metre metre batarken ayak bileklerimden aşağıya sarkan kayanın ipini asla çözemediğim, bıçağın kör yüzünü asla keskinleştiremediğim bir dönemdi. Neyi nereye koyacağımı bilemez olmuştum hayatımda, duygularım fazlalık gibiydi. Ben de yatağımın en yakınındaki çekmecenin en uç köşesine koymuştum onları. Çıkarıp bakmıyordum da çok uzun süredir, bugün çıkardım oradan; oturduk düşündük işte ben, kül tablam ve duygularım baktık ne olmuş, ne bitmiş. Duygularımın ve hissettiklerimin birçoğu toz olmuş uçmuş tabii, yani biz ademoğlunun diliyle “geçmiş’’ gitmiş çoktan. Ne gariptir ki giden şeylerin tam olarak ne olduğunu da biliyorum.

Unuttuğu şeyi bilirse insan unutmuş sayılır mı oysaki? Sayılmaz işte ama biz yediremeyiz unutamadım demeyi bazı şeyleri. Hayata, eski sevgiliye, anne-babaya, abiye, patrona kızdığımız ve kırıldığımız, duygularımızı barındıran olumsuz ne varsa unuttum diyemeyiz işte. E zaten desek nafile unutmayız belli ki sadece kabul ederiz bazı şeyleri. Ya onları kabul ederiz bizi böyle kırdıkları halde, ya kırgınlıkları kabul ederiz bizi bu hale getirdiği halde.

 

İşte benim bu çekmece taktiğim de tüm bunlardan kaçmanın bir yoludur. Fakat dikkat etmek lazım. Bazen o çekmecede duyguları çok uzun süre bırakırsan geri dönmeyi unutur, yerini bilemez, kendini kaybedersin duyguların yokluğunda. Bazen de onların esiri gibi uzun ve kalın kara bir zincir ile bağlı gezersin duygularının peşinde. Ben uzun süredir yoktum işte bu çekmece dolayısıyla, e sen neredeydin peki?