Duyurulduğu andan itibaren dillerden düşmeyen Oppenheimer, sonunda izleyiciye sunuldu. 3 saatlik bu biyografi dram/gerilim türündeki film, oyuncu kadrosuyla dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı. Oyuncu kadrosunda Cillian Murphy, Florence Pugh, Robert Downey Jr., Matt Damon, Emily Blunt, Rami Malek gibi usta oyuncular yer alıyor. Orkestra şefi de Nolan olunca filmi izlememek için bir sebebiniz kalmıyor elbette.


II. Dünya Savaşı döneminde nükleer silah üretmek için Amerika’da başlatılan Manhattan Projesi kapsamında ilk atom bombasını icat eden fizikçi J. Robert Oppenheimer‘ın dünyaya kendi kendini yok etme gücünü vermesinin hikayesini konu edinen Christopher Nolan‘ın merakla beklenen son filmi Oppenheimer, son dönem sinema tarihinde örneğine çok az rastladığımız bilim insanı biyografisi olarak karşımıza çıkıyor. Oppenheimer gibi Amerika ve dünya tarihine damga vurmuş bir adamın biyografi filmi olması gerekiyordu. Tam bir Amerikan filmi. Atom bombası binlerce insanı anında buharlaştırsa da bu Amerikalılar için büyük bir gururdu. Bu açıdan hem Amerikalılara soslu bir vatan mastürbasyonu yaptıracak hem de yıllar sonra tüm dünyaya Oppenheimer’ı kahraman ilan ettirecek bir film yapılması önemliydi.


Genel Değerlendirme


Genel anlamda beğendiğim bir film olan Oppenheimer, Nolan’sı bir biyografi filmi olarak değerlendirilebilir. Kanaatimce gereksiz uzunlukta olan bu yapım, muhtemelen Oppenheimer’ı tarihte en iyi anlatan film olma iddiasıyla birçok detayı içerisinde barındırıyor. Yapmışken tam yapalım mantığıyla oluşturulmuş bir yapım gibi geldi bana. Bu da filmi uzatan ana etkenlerden biri diye düşünüyorum. Daha çok Amerikan toplumuna hitap eden, tam bir Amerikan filmi. Bu açıdan uzunluğunu olumsuz anlamda eleştireceğim. Sırf Amerikalıları mutlu edecek detaylar barındırsın diye bu filme 3 saatimi ayırma zorunluluğum yok. Ancak Oppenheimer’ın hayatını Nolan’ın gözüyle sinemada izlemek isteyenlere sıkıcı gelmeyebilir. Şahsen ben Oppenheimer’ın yaşamından çok, Nolan’ın ne yaptığıyla ilgileniyorum. Genel hatlarıyla sinemada izlenilmesini tavsiye edebileceğim bir yapım değil. Hele hele IMAX'te izleyecek olanlar büyük hata yapar. Evinizde de izleyebileceğiniz bir yapım.


Sinematografik açıdan, tıpkı atom bombasının ardındaki adam gibi, Nolan da izleyicinin zihninde silinmez bir etki oluşturan bir bomba bırakıyor beyaz perdeye. Filmin her karesinde Nolan’sılığı hissediyorsunuz. Kamera açıları, kullanılan renk paletleri ve müzikler filmin en keyifli yanları diyebilirim. Bu açıdan ustalık eseri olduğunu bizlere fazlasıyla gösteriyor. Tüm bunların dışında viral reklam olarak bizlere sunulan ‘gerçek bomba patlaması’ öğesi, filmin en gerilim dolu anı. Patlama anının gerilimini koltuğunuzda izlerken fazlasıyla yaşıyorsunuz. Sizleri koltuğunuza yapıştıran soluksuz bir ses tasarımı ve epik bir görsel şölen… Bunlar filmi ön plana çıkaran en önemli detaylar olarak göze çarpıyor.


Oppenheimer’ın yaşamından oldukça fazla detay barındıran filmde zaman kavramı biraz karmaşık işlenmiş diyebiliriz. Zaman kavramı belirli bir çizgisel ilerleyiş göstermiyor. Bu durum izleyicide bir anlam karmaşasına yol açabilir. Aslında uzunluğundan ziyade zamanın doğrusal bir seyirde ilerlememesi ortaya bir sıkıcılık çıkarıyor. Bu durum da Nolan’ın zamanı bükme takıntısı nedeniyle kendini gösteriyor. İç içe geçen farklı zamanlardaki sahnelerin harmanlanması biraz kafa karışıklığı oluşturabilir. Filmin sonunda her şey netleştiğinde bu karışıklık daha toparlayıcı bir hal alıyor.


Karakter İncelemesi


Bir biyografi filmi olduğundan Oppenheimer karakterini eksene alan film; günahıyla sevabıyla, iyisiyle kötüsüyle baş karakteri her yönüyle izleyicinin önüne atıyor. ‘Bu karakterin kahraman ya da katil olacağına siz karar verin’ diyor yönetmen.


Karizmatik bir kişiliğe sahip olan Oppenheimer, duygularını çok fazla dışa vurmasa da içerisinde tıpkı atomun yapısı gibi büyük bir karmaşıklık ve çatışma barındırıyor. Yönetmen, bir yandan bizlere Oppenheimer’ın hayatını estetik bir şekilde dramatize ederken, bir yandan da karaktere sembolik ve metaforik olarak yaklaşıyor. Kahramanımızın ahlakı, vatan sevgisine yenik düşüyor. Bombayı yaparsa ortaya çıkaracağı şiddetin farkında olsa da bu bombanın patlatılmasını da istiyor. Vicdan azabı çekse de ‘ben ülkemi çok seviyorum’ diyebiliyor. ‘Elime kan bulaştı’ cümleleri ağzından çıksa da 200 bin kişinin bombaya bağlı sebeplerden yaşamını yitirmesini normal karşılıyor. Aslında dediğimiz gibi; yönetmen, baş karakteri izleyiciye bırakıyor. Ana karakteri bir yandan potansiyel suçlu olarak görmemizi sağlarken, bir taraftan da çekici hale getirmeye çalışıyor. Yani filmi klasik iyi-kötü savaşı olmaktan çıkardığı gibi, ana karakterle de izleyiciyi özdeşleştirirken kafalarda soru işaretlerinin oluşmasını sağlıyor. Bu noktada seyircinin bir rahatlama hali yaşayarak, ana karakterle özdeşleşmiş bir şekilde sinema salonundan çıkmasını istemiyor. Narsistik bir şekilde tüm günahlarımızdan arınarak, mücadeleyi de Oppenheimer üstünden zaferle sonuçlandırarak, cahil mutluluğuna kavuşmamızı istemeyen yönetmenimiz, amacına ulaşıyor ve filmin sonunda bize farklı sorular sordurmayı başarıyor. Ancak bana göre Oppenheimer hala büyük bir katil. Olacakları önceden bilip de sırf vatan aşkı ve dünya barışı safsatası yüzünden 200 bin kişinin buharlaşmasına göz yummak… Bu ancak bir delinin eseri olabilir.


Bazıları için askeri açıdan bir başarı, bazıları içinse insanlık tarihinin en karanlık yönlerinden biri. II. Dünya Savaşı’nı sonlandırmak için Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları, yüz binlerin canını aldı ve nesiller boyu süren korkunç bir travmaya sebep oldu. Tüm bu kaosun arkasında ise aslında dünya bilim tarihinde çığır açtığını düşünen bir fizikçinin insanlığı ileriye götürme arzusu ve belki de yenemediği egosu vardı. Ya çok zeki ya da deli. Ya da her ikisinin karışımı. Ancak bence o da mağlup.


‘’Ben şimdi ölüm oldum; dünyaların yok edicisi…’’