Christopher Nolan’ın uzun bir süre gündemi avucuna alan biyografik filmi Oppenheimer sanıldığının aksine bize yalnızca Oppenheimer şahsında bir bombanın yapılış hikayesini anlatmıyor. Bu film insanı kendisiyle yüz yüze bırakıyor. Filmde oyunculuğu ile devleşen Cillian Murphy’nin tedirgin, bazen umursamaz, bazen kibir kokan bakışlarında kendimizi aramamızı istiyor. İnsan, sanayi devriminden bu yana ortalama olarak böyle bir şey diyor. R. Downey, Matt Damon gibi Güçlü oyuncular tarafından taşınan karakterlere rağmen aslında bizi Cillian Murphy ile karşı karşıya getiriyor. Film boyunca yakın plan çekimlerde Cillian Murphy’nin bakışlarında bir şeyler okumaya çalışıyoruz. Bu bir adamın vicdan azabından, mantık çıkarımlarından ya da sarsılmaz fikirlerinden ibaret bir durum değil. Filmin içerisinde filmin kendisine ait mahkeme sahneleri olsa da Christopher Nolan esas mahkemeyi Murphy’nin mimiklerine kurmuş ve kesinlikle bize “buyrun karşınızda atom bombasının mucidi Oppenheimer, size onu yargılama şansını veriyorum” diyerek Murphy’nin yüz ifadelerini kadrajın tamamına sığdırmıyor. Cillian Murphy kadrajı kaplıyor çünkü Nolan bize “buyrun kendinizle, ortalama bir insan profiliyle yüzleşin” diyor.
Mantık, felsefenin ana tartışma konularından birisi ve filozoflar tarih boyunca süren materyalizm-idealizm tartışmaları gibi bu konuda da uzun solukta devam eden tartışmalar yürütüyor. Kuşkusuz bu tartışmalar özellikle metot meselesini de direkt olarak etkiliyor. Öncelikle bir hedefin belirlenmesi gerekir ve metot o hedefe yürüyüş biçimini belirler. Felsefecilerin yürüttüğü mantık içerisinde esas olarak bundan pay çıkarmak mümkün. Nasıl bir metot kullanılacak? Hedefe yürürken kullanılacak metodun sağduyu ile bağı ne olacak? Ya da önemli olan hedefin kendisi ve kullanılacak yöntemlerin tamamı mubah mıdır? Oppenheimer filmi Cillian Murphy’nin geçişken duyguları üzerinden inceden inceye bunu işliyor işte. Tek başına mantık, buz gibi soğuk gerçeklere dayanır. Düşünürün “bireyin parmak ucunun incinmemesi için dünyayı yakıp yıkması mantık dışı bir şey değildir” dediği nokta düşünüldüğünde bu daha iyi anlaşılır. Bu durumda mantıksal yapının vicdani bir sorgulamasına da ihtiyaç kalmaz. Ancak metoda sağduyuyu eklersek bu kez durum farklılaşır. Ortaya çıkacak olan yöntem daha ‘insani’ bir hal alır.
Oppenheimer filmi bizi mantığın soğukluğu ve sağduyulu metot ikileminde salındırır. Yürütülen savaşın seyrini değiştirecek olan bir devasa bombadan söz edilir. Bu bombanın hazırlanma sürecinin içerisindeki detaylara çekiliriz ve kendimizle baş başa kalırız. Bu savaşın bir şekilde sonlandırılması gerekir. Bu sonlanmada taraflardan biri savaşı kazanmak isterken aynı zamanda o savaşın son savaş olmasını istemektedir. Yani atılacak olan atom bombasının ‘mantıksal’ zemini aslında çoktan hazırlanmıştır. Eğer savaş sonlanacaksa sağduyu bir kenara bırakılabilir. Bu durum ister istemez mubahlık durumunu ortaya çıkarır. Nolan bu filmde benim daha önce hiçbir filmde görmediğim şekilde güçlü oyunculuklara rağmen yan karakterleri soluklaştırıp filmi mantık-sağduyu arasında cereyan edecek şekilde izleyici ile Oppenheimer (Cillian Murphy) arasında geçirmiş.
Film aslında “American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer” kitabının iyi bir uyarlaması olarak kabul edilebilir. Çünkü Oppenheimer’a ilişkin yaklaşım ve anlatılar birbirinden farklılık gösterebilmekte fakat bu anlatılar içinde en yaygını belirttiğim kitap. Bu kitaptan yola çıkılarak bir biyografi filmi haline getirilmiş. Christopher Nolan’ın yönetmenlik tarzından dolayı klasik biyografilerden ayrıldığı rahatlıkla söylenebilir. Çünkü düz bir anlatım ve taraf belirlemeden ziyade Nolan’ın yıllar önce tartışılmış ve 2022 yılında Oppenheimer’ın sonuçlanmış olan davasından dolayı netleştirilmek istenen bir durum var. Öncelikli olarak Oppenheimer’ın suçlandığı nokta “atom bombası gibi devasa bir kitle imha silahının yapımına neden olmak” ya da buna kaynak sağlayan gizli Manhattan Projesi’nin lideri olmak değil. Çok daha basit bir şeyden dolayı yargılanıyor Oppenheimer. “Komünistlerle bir bağı var mı, yok mu?” işte bu dosya 2022 yılında sonuçlanıyor ve Oppenheimer temize çıkıyor. Temize çıkıyor dediğim Oppenheimer’ın komünistlerle bağlantısı olmadığı anlaşılıyor. Bununle birlikte esas tartışmalardan uzaklaşılıyor ve insanların içinde bir rahatlama beliriyor.
Christopher Nolan bu filmiyle dosyayı yeniden açıyor ve bu kez farklı boyutuyla… Cillian Murphy’nin canlandırdığı Oppenheimer’ın ruh dünyasına iniyor ve tam orada mantık ile duyguları birbiriyle çatıştırıyor. Bilim ile sağduyunun ayrılmaz bir bütün olup olmadığını bizim zihinlerimizde tartışmaya açıyor. Cillian Murphy’nin derin bakışlarının arkasına bizi götürüyor ve sorgulatıyor… Bu açıdan bakılınca film oldukça güçlü bir film çünkü taraf tutmadan argümanları filmde mimikler ve güçlü diyaloglarla vermiş, seyirciyi düşündürmüştür. Bunu yaparken bilimin kuantum öncesi ortaya atılan ve klasik bilimde geçerli olan tarihin düz çizgisel akışı noktasını da kırmıştır.
Daha önceki filmlerinde Nolan’ın Kuantum’u ele almaya çalıştığına çokça şahit olduk. Bu film diğer filmlerine benzemiyor fakat bu benzemezlik filmde kuantumu anlatmamasından ileri gelmiyor. Nolan bu kez bambaşka bir şey denemiş. Teorik aktarımlar yapmadan Kuantum’u bir filme direkt olarak uygulayarak kafamızdaki zaman algısını darma duman etmiş. Düşünün ki filmde “tarih kuantuma göre düz, çizgisel olarak akmaz” diyerek teorik bir varsayımda bulunmak başkadır, filmin tamamını teorik olarak o cümleyi kurmadan o zemine oturtmak başkadır. Bu yüzden bu filmdeki geçişlere, zaman sıçramalarına odaklanarak filme bir de o çerçeveden bakmanızı öneririm. Kullanılan flashback sahneleri kesinlikle yalnızca işin geçmişini ve geleceğini apayrı bir şekilde önümüze sermek için kullanılmamış. Bu sahneler tamamen kuantumun “her şey aynı anda, aynı yerde” tezine yaslanmış. İzlerken yalnızca Oppenheimer’ın geçmişine, geleceğine bakmıyoruz Oppenheimer’ı oluşturan parçaların tamamının aynı anda yaşandığını görüyoruz. Bu yüzden Nolan’ın “bu film diğerlerinden farklı dediği” noktayı görebiliyorum. Çünkü Nolan hakikaten de birikimini filme epey iyi yansıtmış. Belki türü itibariyle de en iyi filmi diyemem ama zihnindeki olgunluğu çok rahat görebildiğim bir film oldu benim açımdan ve bundan sonra yapacağı işlere ilişkin büyük merak da uyandırdı açıkçası…
Filmin, zemini azıcık bile sallantıda olan tek bir diyaloğu, görüntüsü yok. İkinci kez izlediğimde özellikle kusur kollayan bir göz ile aramama rağmen özellikle diyaloglarda kusur bulamadım. Büyük bir ustalıkla yazılmış metni düşünüp durdum. Seçilen kelimelerden, kullanılan teorik aktarımlara kadar hepsi bir biçimiyle Oppenheimer’ın karakterini, filmin tamamını besliyor. Örneğin Jung – Freud arasında cereyan eden dönem çekişmesinden bahsedilmesi yazının başında bahsedilen ikilemin anlaşılması için önemli. Nitekim Jung daha çok toplumsal bellekten dem vururken Freud psikolojiyi daha tekil olana, yani bireye indirger. Filmin tamamında da bu gerilim var. Tekil olan ile çoğulun yaşadığı gerginlik. Yine bir sahnede T.S Elliott’un 1.Dünya savaşının ardından yayımlanan, epik şiir olan “Çorak Ülke” kitabını görüyoruz. Bu şiirin derinine indiğimizde aslında en iyi savaş karşıtı şiirlerden biri olarak kabul edilebilir. Savaşın yıkıcılığı üzerinden çöküşü anlatan, moderniteyi yerden yere vuran muazzam bir şiir ve şiiri okuduğunda insanda oluşan hiçbir his savaşın zerresini dahi beslemeyecek cinsten... İnsanı savaştan uzaklaştıracak her türlü duyguyu taşıyor ve bunu pasif bir biçimde de yapmıyor. İşte Nolan filmde bu kitabı Oppenheimer’ın eline tutuşturuyor. Hem de en yoğun ikilemi yaşadığı dönemde. Fakat burada mesele Oppenheimer’ın savaştan kurtulmanın en iyi yolunun daha büyük bir savaşla mümkün olduğunu düşünmeye başlaması. Filmde buna benzer birçok derin anlatı içeren öğeler var. Oppenheimer’ın duvarda gördüğü ve bir Pablo Picasso’nun ikinci Dünya savaşının arifesinde 1937 yılında çizdiği tablo “Femme assise aux bras croisés” bunlardan yalnızca birisi. Yani bu yönüyle de değerlendirdiğimizde, Nolan bir biyografiyi sinematografyasıyla, imgelemle ‘kuruluktan’ kurtarmış gibi görünüyor.
Ben, bilimin sağduyudan koptuğu zaman ancak vahşeti doğuracağını düşünen biri olarak -ki günümüzde yaşanan durum da budur- gelişen süreci tamamen sapma olarak değerlendiriyorum. Bu yönüyle baktığımda Prometheus – Oppenheimer benzetmesinin yalnızca “duygu yergisi” olduğunu düşünüyorum. Prometheus büyük bir savaş gerçekleştirerek ateşi tanrılardan geri alıp insanlığa teslim eder ve bunun sonucunda cezalandırılır ve bağlandığı bir kayalıkta henüz sağken ciğeri kartallara yedirilir. Yani yaptığı devrimciliğin büyük bedelini öder. Oppenheimer’ın mahkemede ‘vatan hainliğinden” yargılanması da Prometheus ile ilişkilendirilmiş. Bunun herhangi bir geçerliliği, tutarlılığı yok. Fakat filmde bana kalırsa Oppenheimer Prometheus lakabından çıkarılıp biraz da hak ettiği yere konulmuş. Herkeste aynı sonucu açığa çıkarır mı bilemem fakat Oppenheimer’ın vicdani muhasebesini zayıf bulmama rağmen psikolojisi film üzerinden bana yansıdı ve bilim-vicdan bağlamını da birçok yönüyle düşünmeye başlamış oldum.
Sonuç olarak Oppenheimer, onun ruh haline bürünmenin zor olduğu bir film ve bunun nedenleri de Nolan’a yazar ancak biraz da gayret ederek filmin içine girebilirse insan, yaratmak istediği hisleri izleyicide yaratmayı başarabilen bir film. Nolan’ın onu özgün kılan tarzından bazı nüveleri içinde barındırsa da Dunkirk’te olduğu gibi onun epeyce dışına taştığı görülüyor. Nolan’ın diğer filmlerinde yarattığı tempo, görüldüğü üzerinden bu filmde yok fakat bu tempoyu daha çok izleyicinin zihninde dönüp duracak sorgulamalarda yürütmeyi esas almış ve bunu başarmış gibi görünüyor. Bunun yanında Nolan bence daha önceki filmlerinde de görüldüğü gibi yalnızca kadın karakter yazımı konusunda değil genel olarak karakter yazımı konusunda sıkıntı yaşıyor. Bir biyografi filmi olması itibariyle karakter yazımlarını belki bu film üzerinden değerlendirmek yeterli sonuç açığa çıkarmayacaktır ancak bu filmde Nolan özellikle kadın karakter yazımı konusunda neredeyse dibe vurmuş. Oysa örneğin Kitty karakterinin zaaflarıyla, duygularıyla, iradesiyle yani genel özellikleriyle daha güçlü yazılması filmi daha başarılı bir hale getirebilirdi.
Mısra Ergök
2023-09-15T06:00:25+03:00Bu yazıyı yeni gördüm, nasıl görmemişim anlamadım. Filmi izlediğimden beri burada filmle ilgili bir yazı bekliyordum.
Oppenheimer’ın ikilemlerine çokça katılıyorum. İnsana kendini sorgulatan, bizi çok şeyle yüz yüze bırakan bir filmdi. Çarpıcılığı kendi içindeydi kesinlikle. Nolan’ın daha iyi filmleri kesinlikle var, bu da başarılıydı. Oyuncu e zaten… Kaleminize sağlık. Daha çok şey yazarım ama o kadar uykusuzum ki. Okumadan ve cevap vermeden geçmek istemedim. 🖤