Beni böyle hayatın içine yalın ayak atan çaresizlik hissi, diyor, seni de yakalamıyor mu zaman zaman? İşten eve dönerken yahut eline kahveni alıp balkona çıktığında?


Sende ne var bana böyle uzak hissettiren? Yüzüme baktığında varlığımın gizemini çözmüş bu hallerin niye? Her şeyin mantıklı bir açıklaması olmak zorunda küstahlığını nereden alıyorsun? Biz bilmiyor muyuz kızım sanki yaşamayı, senin kadar? Ne bu, biri gelir biri gider lafların? Tüm insanlığı geçtim, kendine de mi saygın kalmadı? Ne oldu o okuduğun kitaplar?


Bir Dostoyevski çılgınlığı ile sen de eline bir balta alıp parçalamaya çalışmadın mı vicdanını?

Hani Vadideki Zambak’ı okuyunca aşka inanmıştın?

Yahu hani artık düşünmemek için okumaktan bile vazgeçmiştin? Ne oldu sana?


İsmail’e bakıyorum, İsmail’in jilet gibi ütülenmiş gömleğine daha çok bakıyorum. Sanki üzerine oturmayan bir şeyler varmış gibi, pantolonun ütüsü mü kaçıyor gözüme acaba?

 ‘‘Yav, sabah sabah İsmail…’’ İsmail her şeyi tek elinin tersiyle siktir eder gibi şöyle ileri geri sallıyor.

 ‘‘Düğüne de mi gelmeyeceksin?’’ diye soruyor sakinledikten sonra. ‘‘Gelmem şekerim, sen gidiver’’ deyince köpürüyor gene. Ufak bir soy sop tekrarından sonra kapıyı çarpıp gidiyor. Bu ne haller İsmail? Sanki kendi düğünümüze gitmiyoruz…

 

İsmail’in kapıyı çarpmasıyla içimde birkaç kapı daha İsmail’den yüz bulup çarpmaya başlayınca uykum açılıyor. Yatağın içinde dizlerimin üzerinde kalkıp siyah perdeyi sıyırıyorum. Gidiyor İsmail, kuru yaz sıcağında, birilerinin mutluluğuna ortak olmaya gidiyor; ne güzeldir yolda olmak şimdi, diyorum gidişini izlerken.


Perdeyi tekrar kapatıp dolabın üzerindeki valizi kesiyorum bi' süre. Bir telefon görüşmesi, bir duş; valize birkaç bir şey atıp arabaya iniyorum. Ne güzel yola çıkıyor olmak, diyerek. Şimdi İsmail’le de yaşamak sıkıntım ile de yüzleşemem. İsmail bir gün beni anlayacak, sadece şu sıra fazla heyecanlı. İsmail bir gün üzerine dolanmış koca bir örümcek ağından kurtulmaya çalışır gibi yaşamak nedir, anlayacak.