Sondan birkaç saat önce,


“Hardır ateşi var eden, esastır zamanı getiren.”


Unutamıyorum. Daha parmak uçlarımda hissedemediğim dokunuşların bedelini zihnimin içinde kopan fırtınayla ödediğimi ve sonra bu ödeşmenin benim varoluş sebebim olduğunu... Çünkü çatık kaşlar altından ateş fışkırtan gözler eşliğinde yüzüme saçılan kelimelerin altındaki anlamlar tümüyle bu yola adım atmam için açılacak olan kapının kilidiydi. Düştüm, ayağa kalkmam gerekirken tabanlarıyla ezdikleri başım yüzünden alnım sert zeminden ayrılmadı. Bana kalkabilecek olmamı bir hayal gibi görmem gerektiği öğretildi. Bakışlarım bir gün tepeye uzanmadı, aksine o zeminin kuru soğuğuyla bakışarak aslında karanlıktan aydınlığa kavuşamayacağım öğretildi.


Bana birçok şey öğretildi, o öğretilen birçok şeyin içinde hiçbir zaman merhamet ve sevgi yer edinmedi. Çünkü aydınlığın kilidi olan her düşünce, beni karanlıktan alıp götürecek kadar güçlüydü. Ama onlar bunu istemedi.


Karanlık, her gece olduğu gibi gündüzümü elimden almanın yolunu buldu. Tüm bunlar olurken bileklerime bağlanan ipi çözmek bir o kadar imkânsız geldi. Ta ki bir geceden kaçıp sabaha teslim olduğum tek bir gün dışında... Zaten o günden sonra umutla yücelttiğim ne varsa kökü bile bende kalmayacak kadar büyük bir vurgunla koparıldı zihnimden.


Şimdi bir yerde susup o bilmediğim merhametimin arkasına sığınılmam gerektiği söylenildiğinde küçük çocuğum başını zemine düşürmeden yıkıp geçecek kadar güçlenmişti. Beni merhametimden eden kim varsa karşımda acıyla inlerken o yok ettikleri merhameti şu yaşımda tekrar yeşertmemi istedi. Sadece tek bir kişi hariç... Ama biliyordum ki ayaklarımın dibinde merhametimden çok sevgimi görebilmek için yalvaracak tek kişi de oydu.


“Ona öldürecekmişsin gibi bakmayı kes.” Hemen önümde duran sehpanın ucuna varlığını hatırlatmak için sertçe konulan kahve bardağını hafifçe bana iten, iterken aldığı darbeyle ardında dökülen kahve damlalarını umursamadan gözlerini gözlerime dikmiş Saye’ye baktım. Saye, benim kimliksiz tarafımdı. Parmaklarını sardığı bardağın içindeki kahveyi boğazından aşağı doğru ittikten sonra kırmızılıkla çevrelediği ela gözlerini elimde tuttuğum küçük deftere kaydırdı. “Ne düşünüyorsun?”

“Sıradaki yemi…” Âdem elmamın sertçe hareket ettiğini hissetmiştim. Kalın sesim bulunduğumuz odanın duvarlarında yankılanıp kulaklarımda asılı kaldı. Uzun tırnaklarını bardağa vurup ritim tutarken “Bu defa diğerleri gibi kolay olmayacak işimiz. Biliyorsun değil mi?” dediğinde ruhsuz bakışlarım yüzünde dolandı. Cevap vermek yerine benden cevap bekleyen bakışları izledim. Ela gözlerinde herkeste göremeyeceğim bir kararlılık ve o kararlılığın arkasında bana duyduğu güveni görmek suratımda tek bir duyguya yer açmamıştı. İnsan, duygularının çevresine duvar ördüğünde tek bir kişi atlayamazdı artık üzerinden. Çünkü aslı bu olmalıdır. Bir duyguyu dahi gören biri varsa o duvar yıkılmaya müsait bir duvar olurdu. Yine de bakışlarında neler hissettiğimi göremedikçe deliren biri vardı ve o biri, içimdeki küçük çocukla savaşacak kadar güçlüydü. Tek kaşını kaldırarak “Soru sordum.” dedi ve her zaman olduğu gibi hemen kuruyan dudaklarını küçük bir dil darbesiyle ıslattı.


Kahve tonlarının ev sahibi olduğu bakışlarımı önümde duran bardağa indirirken “Umursamadım.” dedim, sesim hep olduğu gibi sert ve kısık çıkmıştı. “Daha anlamlı şeyler duymadığım sürece de umursamam Saye.” Dudağımın kenarı havaya kıvrıldı. “Bilirsin.” Oldukça sert duran kahveden bir yudum alıp bardağı tekrardan sehpaya bıraktım ve sol elimde tutmaya devam ettiğim defteri diz kapağıma vurdum.

“Buradan bakınca pek öyle gözükmüyor.”

“Oradan baktığında hiçbir şey öyle gözükmeyecek zaten, doğru yoldayım.”

Derin bir nefes aldı. Ciğerleri havayla dolduğuna şükretmeliydi. Çünkü bazen nefes aldığından şüphe ettiğim bir ortağa sahiptim. “Dara,” Adım dudaklarından çıkıp intihara sürüklenirken “Bu defa bak gerçekten, bu defa işimiz zor.” diye söylendi. Oturduğu koltukta hafif öne eğilip elindeki bardağı sehpaya bıraktı. “O defterde yazan şeyler seni bir noktaya götürecek kadar kuvvetli değiller artık.”


Bakışlarım deftere düştü. “Evet.” dedim. Yüzünde anlık bir rahatlama oluşsa da dudaklarım tekrar aralandığı an o rahatlama hızla kayboldu. “Ama zekâm beni bir noktaya götürecek kadar güçlü,” Elimdeki defteri havaya kaldırıp salladım. “Her şeye rağmen bu deftere güven, tamam mı?” Gözleri havada salladığım defteri takip ederken emin olmayan bakışlarıyla kafasını salladı. Zihnine sakladığı tüm gerçekler, şimdiki zamandan korkacak kadar geçmişti onun için. Ama unuttuğu bir şey vardı, o da geçmişin yüreği en çok acıtan etken olmasıydı.


Daha fazla düşüncelerimin altında ezilmeden hızla ayağa kalktı. Benimle senkron bir şekilde Saye de ayağa kalkmıştı. Gözleri merak dağının ardından sinsice yüzümü tararken dudaklarım arasından ikimizi büyük savaşın içine çekecek sihirli cümleleri duymayı beklediğini biliyordum. Ama “Gidiyoruz.” dedim ve onunla tek bir göz teması daha kurmadan adımlarımı kapıya doğru yönlendirdim. Saye’ye bu yetmişti. Onu kendimden daha çok tanıyordum.


Ölümden korkuyordu ancak ölümü yok edebileceğini düşünebilecek kadar da korkmuyordu. Saye, benim hayatımın araf kısmıydı ve orayı hiç kimsenin idare edemeyeceği kadar iyi bir şekilde idare ediyordu.


Saye, ölümden korkan ama ruhunu gölgesine bahşetmiş ve bedenini bu dünyada piyon niyetine kullanan şeytansı bir melekti.


Sona doğru,


Saniyeler dakikaların peşine düşmüşken Saye’nin huzursuzca kıpırdanan bedeni dikkatimi çekti. “Hayrola, korkmuyorsun değil mi?” dediğim sırada gözlerinin içinde yanan aleve bizzat şahit olmuştum. Olduğu yerden bakınca duvarın arkasında benim göremediğim kısımda bir şeyler döndüğünü anlamıştım. Çenesi kasılırken “Biri var,” dedi. “Hatta birileri… İleride, kamyonun içinde saklanıyorlar.” Bakışlarım yavaşça sadece kasası gözüken kamyona kaydı. Kaşlarım havalanırken kahve gözlerimin içindeki bebeğin merakla büyüdüğünü hissetmiştim. “Birileri mi?”

“Sivil bunlar. Bekçilerden saklanıyorlar, belli.”


Elimdeki defterin kenarı ruhuma dolan huzursuzluğun getirisiyle sıktığım parmaklarım altında ezilmeye başlamıştı. “Bu kasabada, bu saatte… Kim bunlar Saye?” Sinirle dolmuş ela gözlerini hışımla kahveliklerime çevirip “İleri görüşüm yok Dara. Kes sesini.” dediğinde soğuktan kesilmeye yüz tutmuş dudaklarımı birbirine bastırdım. Saye, gözlerini kırpmadan kamyonete bakmaya devam ederken bakışlarımı ışıkları sönmüş sokağa çevirdim.


Saat tam gece 10 olmalıydı. Çünkü bu kasabanın gözleri gece 10’da kapanır, içinde yatan kuşkuları -bekçileri- ayakta kalır ve o saatten sonra evi dışında herhangi bir yerde gördükleri kişileri kasabanın konseyine çıkarırlar ve ilk aşamada belli bir miktarda para cezasıyla taçlandırırlar. Eğer aynı hata ikinci kez tekrarlanırsa eyalette yaşayan kimsenin istemediği o son onları bulurdu: Eyaletten sonsuza dek atılmak.


Üçüncü bir şans yoktu. Çünkü ilki kendi tercihi, ikincisi ise aptallıktı. Üçüncü kez tekrarlanan hata kişinin değil, bizzat ona bu hakkı tanıyan hâkimin, yani haklı tarafın hatası olurdu. Haklı tarafın haksızlığa sürgün edilmesi demek, el birliği ile yapılan bir suç demektir. Eyaletin de buna tahammülü yoktu.


Ve saat 10’da ışıkları kapanan bu kasaba benim ruhumun insanların gözlerine serildiği o anlardan ibaretti. Saat gece 10, benim ruhumun kilidiydi ve bu kilit her gece o kutuyu hışımla açıp içinde sıkışıp kalmış ruhumu ortaya seriyordu. İnsanların gözlerine… Ancak herkes bunu fark edemeyecek kadar kör olmuştu ya da insan, insanın en büyük göz bandıydı. Kendi hissettiklerini bilir, bilemediklerini anlamaya çalışır, anlayamadıkça yozlaşır ve düşünceleri bir girdap içine düşünce insan, insanın en büyük düşmanı olurdu.


Odak noktam sokağın sessizliğe daha da gömüldüğü o vurucu dakikada yıkık dökük bir binanın henüz nefes almaya devam eden büyük ve tek başına kalmış duvarın arkasındaki kırmızı ışıklar dikkatimi çekti. Yüzümde oluşan ağırlıkla beraber kaşlarım çatılırken bakışlarım biraz daha dikkatle oraya odaklandı. Duvara yansıyan iki insan gölgesi vardı. Birisi uzun, diğeri ondan biraz daha kısa olmalıydı. Tüm sessizliğin içinde gözlerim beynimde oluşan hırçın dalgayla kısılırken kulaklarıma dolan düzensiz poşet sesleriyle kısılan gözlerim aynı dikkatle tekrar kırmızı ışıklara odaklandı. Saye’nin hala kamyoneti seyrettiğini, daha doğrusu içindeki garip iki kişiyi incelediğini biliyordum. Kulaklarım, vücudumun bir nimetiyken benim aksime Saye’nin nimeti de gözleriydi.


Bir kartaldan daha keskin bakışlara sahip olan şeytansı meleğimdi benim.


“Biri kız, biri erkek.” dediği sırada onun aksine, “Kırmızı ışıkların vurduğu duvarda iki insan gölgesi.” demiştim. İkimizin de bakışları birbirine dönerken Saye, “Sence,” dedi. “Sence düşündüğümüz şey olabilir mi?”


Başımı iki yana salladım. “Sanmam. O kendini bu saatte gürültülü bir araçla riske atmaz. Genelde pahalı ve yanından geçerken gözünle görmesen ruhunun bile hissetmeyeceği kadar sessiz ve pahalı arabalarla gezer bu saatte. İki tarafın da derdi başka.” Beni onaylayan bir ifadeyle yüzümü tarayıp bakışlarını kırmızı ışıklar sayesinde gölgeleri belirgin iki insanın tarafına çevirdi. Beynimdeki dalgalanma biraz daha devam ederken kamyonette öfkeyle birbirine karışmış iki ayrı sesten başka bir şey hissedemiyordum. “Oradakilerin derdi ne?”

“Dara,” Saye’nin bana doğru dönmesiyle elimdeki deftere uzanması bir olmuştu. “Defteri aç çabuk!”

Sorgulayan bakışlarıma bulaştığında “Sorgulama ve dediğimi yap lütfen,” dedi ve ekledi. “Yirmi ikinci sayfa, ikinci satır.”


Anlamsız bakışlarım Saye’nin yüzünden ayrılmadan defterin lastik ipini uzatarak kapağını serbest bıraktım ve sayfaların gözler önüne serilmesine izin verdim. Saye, elimdeki defteri alıp her şeyi bir çırpıda yapmak istercesine bir telaşla bana bakarken defterin yirmi ikinci sayfasını açtım. Bakışlarım teker teker satırları yoklarken yeniden en başa dönüp ikinci satıra odaklandım.

Gün iki ve iki kişi. Hedef, ikisinden biri.

Gözlerim, ela gözlere yeniden bakıp “Gün iki ve iki kişi,” dedim. Sesimdeki soğukkanlılık ruhumu incitmişti. Umursamadım. Saye, başını sallayarak “Hedef ikisinden biri.” deyip iki elini birbirine çarpıp yumruk yaptı ve yumruklarını ayaklarımızın altındaki toprağa vurdu. “Biliyordum. O gece bunu da defterine not aldığını adım gibi biliyordum Dara.” Güldü. “Beni yanıltmadın!”

Defteri yavaşça kapatırken söylediklerine karşı tek kelime etmeden oldukça sakin bir şekilde ayaklandım. “Bugün bu ayın ikinci günü, değil mi?”

“Evet evet…”

“Yani iki ay önce o otelde karşımıza çıkan şifre bugüne aitmiş. Öyle mi?”

O da ayaklanıp hemen yanımda durdu ve bakışları önce kamyonete, ardından kırmızı ışıktaki gölgelere döndü. “Evet Dara. Her şey zannettiğimizden daha da planlı bir halde işliyor.”

Yine de aklıma takılan küçük ayrıntı başımın ağrımasına sebep olacak kadar büyüktü. “Ama,” dedim, sertçe verdiğim nefes havada solarken defteri ceketimin iç cebine koydum. “İki farklı hedefin ortasına koyulmuşuz Saye. Farkında mısın? Kamyonet ve kırmızı ışıklar,”

“Bana farkında olmadığım bir şey söyle.”

Yüzümde oluşan keyifli ifadeyi görebilseydi eğer dünyada en çok görmek istediği şeye kavuşacaktı, biliyordum. Ama zamanı şimdi değil, bu sarmaşığın çözüldüğü gün olacaktı. “Hemen,” dedim, sesimdeki sert tını kuşkusuz bir tavırla yerinde duruyordu. “Bizi iki farklı hedefin ortasına koyup aklımızı karıştırmak istediler ya da aklımızın karışacağına inanmak… Ancak onların zekâ seviyesi her gün yedikleri bir lokmalık yemekten daha da tatsız. Anlayamadıkları nokta şu, karşılarına aldıkları iki insan, yani sen ve ben, sandıklarından daha da zekiyiz.”


Saye, tüm dikkatimi vermiş bir şekilde ona tüm her şeyi anlatmama daha fazla sabredemeyeceğini belli eden bir ifadeyle yüzümü parmakları arasına alıp kendine çevirdi. Gözlerinde geçen anlık ve ateş hızındaki ifadeleri görmek, duvar arkasında saklanan küçük çocuğu işgal edebilecek durumda değillerdi henüz. “Dara,” diye seslenirken sesi her zamankinden daha kuru gelmişti. “Bana net bir şey ver, anlattığın her şeye hakimim.”

“O zaman hazırlan, bir cinayetin ortasındayız. Belki de hedef biziz.” Cümlemi noktaladığım esnada kamyonetin orada hareketlenmeler gördüm. Hala gözleri üzerimde olan Saye, bakışlarımdaki dikkati anlamış olacak ki o da bakışlarını kamyonete doğru çevirdi ve benimle aynı tepkiyi verdi. “Erkek olan dışarıya çıktı. Deli mi bunlar? Yakalanacaklar.”

Omuz silktim. “Yakalanıp yakalanmamaları gram umurumda değil Saye. Eğer benim hedefimdeki insanlardan biriyse, pekâlâ.” dedim sesimdeki dalga havasını noktasına kadar hissettirirken. “Yakalanabilirler.”

“Acımasızsın.”

“Acımasız olmam istendi. Şimdi acımasızım diye kimsenin laf etmeye hakkı yok.”

“Bunu ben istemedim.” Sesindeki hayal kırıklığını anlasam da tepki vermek yerine ruhsuz bir şekilde “Kurunun yanında yaş da yanar.” deyip çalılıkların arkasından çıktım. Kamyonetin arkasındaki kişiye odaklanıp ne yaptığını anlamak için tüm dikkatimi ona verdim. Hararetli bir şekilde kamyonetin arkasında hareket etmesi dikkatimden kaçmamıştı. Hızla eğildi, sanırım plakaya doğru bir hamle yapıyordu ve bingo! Tam da tahmin ettiğim gibiydi. Plakayı bir hışımla çekip bağlı olduğu kamyonetten ayırmıştı ve o kamyonetin kimliksiz kalmasını sağlamıştı.

O ikilide bir durum vardı ve kokusu çok uzaktan gelmiyordu.


Ama onları bulmak veya anlamak benim için ikinci, üçüncü, hatta beş yüzüncü plan olarak kalıyordu. Yani önemsiz. Belki de önemlilerdi fakat… Neyse. Şu an için tek derdim kırmızı ışıklardı.


Gökyüzünün altında, herhangi bir kentte kırmızı ışıklar parıldıyor ve o kırmızı ışıkların gölgesinde iki insan duruyordu. Gölgeler, o ikisinin duruşundan daha hareketli, daha atak duruyordu. Hemen yıkık binanın sağ tarafından bir gölge hızla ruhunu bedenine aktarırken üçüncü kişi olarak aralarına atladı. Ellerini stresli olduğunu düşündüğüm bir tavırlar etrafa sallarken bir şeyler anlatmaya başladı. Mesafemiz onlara uzaktı, bu yüzden konuştuklarını duyamıyor, belki de en eksik noktamıza ulaşıyorduk. “Yaklaşmamız gerek.” dedim, Saye de tüm dikkatini kırmızı ışıklara verdi. Elleri belinde, ceketinin hemen altında yatan silahına uzanmak için bekliyordu. “Hayır,” dedim bu defa. Kafasında dönen kurnaz tilkilerin amacını ve bunun henüz erken bir adım olduğunu adım gibi biliyordum. “Şimdi değil.”

“Sadece ellerim belimdeydi Dara.” Konuyu kendinden uzak tutmak ister gibi bir ifadeyle konuşup kısa bir nefes aldıktan sonra bakışları kırmızı ışıklara daha da dikkat kesildi. Aceleyle bir iki adım öne atılıp görüş alanını biraz daha genişletti ve ben daha ne olduğunu bile anlamadan kendini anayola attı. Gözlerim hayretle büyürken “Siktir…” diyerek küçük bir küfür savurdum. “Siktir, siktir, siktir!”

Derdi neydi bunun? Tüm planın içine etmek mi?


Saye, anayolda biraz daha ilerleyip tam yolun ortasında durduğu esnada yıkık binanın aksine yeni yapım binanın bir köşesine konulan gizli kamerayı fark etmemle “Saye, gizli kamera!” diyerek ardından anayola atılmam bir olmuştu. Hızla Saye’nin yanına vardığımda ceketinin cebinden küçük bir düğme çıkardı. Kısık gözleriyle kahveliklerimi incelerken eş zamanlı olarak düğmeye basmış ve “Tatlım… Yeni başlıyoruz. Sence,” dedi ve bir adım yaklaştı. “Bu kasabada benim bilişim ağlarımı geçecek zekada bir insanoğlu var mıdır?”

Yaptığı ince işçilik ruhumdaki küçük çocuğu keyiflendirirken tam olarak benliğimi kızdırmıştı. “Bir daha bunu sakın yapma!” Bakışlarındaki özgüveni kaybetmemek için dik durmaya çalışsa da bahar gözlerindeki rüzgâr tam da ona benziyordu. Bahar gibiydi. Esti, korkusuzca ruhumu sardı ve geçti gitti. “Gözlerime bu kadar uzun süre bakarsan çevrende sana âşık olmayan kimse kalmamış olacak,” dedi, kısık sesle. Havadaki düğmeye basılı kolu yavaşça düştü. “Sen de bir daha sakın bunu yapma, anladın mı?”

Dudaklarımın aralanıp bir cevap vermeye hazırlandığı esnada kırmızı ışıkların altından yükselen patlama sesi ve eş zamanlı olarak kamyonetin yolcu koltuğundan hızla atlayan bir kadının “Kordel!” diye bağırarak sokağı inletmesiyle Saye’nin bakışları hızla arkasına döndü. Yıkık binadan geriye kalan tek sağlam ve kırmızı ışıkları bize gösteren o duvarda yıkılıp toz dumana karışırken, sokaktan çıkıp anayolun sonundaki o yıkıma koşan kadını, arkasından oldukça büyük bir hızla koşan adam yakalamış ve biraz daha atım atmasına engel olmuştu. Kadın, çığlık atarak yere çökerken adam, kollarıyla kadını sarmış bir şekilde ona eşlik ederek kendini yere bıraktı. Kırmızı ışığın altındaki gölgelerden biriyle bağı vardı bu kadının.


Defterimi yeniden ceketin iç cebinden çıkarıp yeni bir boş sayfasına, yani altmış üçüncü sayfasına oldukça aceleci olduğu belli olan el yazımla kısa bir not düştüm: Kadın ve Kordel. Bağ.


Saye, toz duman olmuş yıkıma doğru koşmaya başladığı esnada bir ses duyuldu. “Buradayım.” Kadın, beklediği ses buymuş gibi önce ağlaması daha da şiddetlendi hemen ardından sinirle kavrulduğu belli olan bir çığlık kopardı. Adım atmaya başlayıp Saye’nin peşinden yıkılan duvarın olduğu alana doğru koştum. Toz bulutlarının çevrelediği alandan Saye ve benim ayak seslerimden başka ayak seslerini de duydum. Saye, hemen çaprazımda durup seslere kulak kesilirken dirseğinden tutup yanıma çektim. Şu an sadece ben ve o vardık ve birbirimizi korumak zorundaydık. Bir kez daha zarar göremezdim. O bir kez daha başıma gelmeyecekti. “Uzaklaşma yanımdan.” dedim, bakışları dudaklarıma düştü ve söylediğimi anladığını belli eden bir ifadeyle başını sallayıp bakışlarını karşı tarafa çevirdi.


Eli belindeki silahı kavrayıp karşıya doğrulttuğu sırada gözleri bir taraftan da sokağın başında çığlık çığlığa ağlayan o kadını ve yanındaki iki erkeği tarıyordu. Onlarda bir şeyler vardı, o gölgelerin yanından sıyrılan genç olduğu belli olan erkek çocukta kırmızı ışıklarla alakalı bir şeyler vardı ve bu her neyse onun için bu kahroluşla gözyaşı döken kadın hiçbir şey bilmiyordu. Saye, bir adım daha ileri atacağı sırada dumanın ardından yükselen sesle ayağı havada asılı kaldı.

“Sakın bir adım daha atma.”

Aksine ben bir adım attım. “Sen de!”

Elimi ceketimin cebine atıp her zaman orada bu anı bekleyen muştanın dört boşluğuna ait olan parmaklarımın girmesini sağladım. Muşta, bu kasabada bir benim ruhumu taşıyabiliyordu ancak. “Gölge… Gölge.” Dudaklarımdan dökülen bu mahlas, kırmızı ışıklarıyla süslenmiş hayatını herkesten gizlemeye çalışan ama sadece yüzünü gizleyebilen karşımdaki adamın adıydı.

“Daha neyin peşindesiniz?” Güldü. “Hala anlamadınız mı beni yenemeyeceğinizi?”

Saye, olduğu konumda oldukça rahat bir tavra geçerken silahı parmakları arasında sakince oynattı. Silah konusunda gerçekten usta bir kadındı her zaman. “Adım atsam gıkın çıkamaz. Kuralları biraz olsun umursamasam kellen şimdiden olması gereken yerde olurdu, biliyorsun değil mi Gölge?”

Karşı taraftan birkaç saniye hiçbir ses gelmedi. Saye, yan gözle bana baktı. Gözlerinin içine bakarken arka tarafımı işaret ederek biraz gerilemesini istedim. Anladı ve tam geriye doğru bir adım atacaktı ki Gölge’den yorgun bir ses yükseldi. Nefes alıp verdi. Tam dumanın kaybolacağı o saniyede bir arabanın kapısının sesi yankılandı koca sokakta. Aynı anda eyaletin bizim olduğumuz noktada bulunan tüm sirenleri birer birer çalmaya başladı.

Büyük bir gürültüyle kapı kapandı. Arabanın çalıştığına dair ses, bulunduğumuz noktayı kasıp kavururken aynı hızla yok oldu. Saniyeler o an durmaya yakın bir konumda dakikalar önce gördüğümüz kamyonet büyük bir hızla önümüzden geçti ve içinden o ses yükseldi.

“İnanamıyorum! O piç İhsan’ın yanında oluşuna inanamıyorum!”

Az önce ağlayan kadına ait bu sesiyle beraber kaşlarımı çatıp hızla Saye’ye döndüm. “Bana bak… İhsan mı dedi o?” Bakışlarındaki ateşin kavrulduğunu gördüğüm sırdaşımın başparmağı tetikten ayrıldı ve kolu yavaşça aşağı doğru sarktı. “İhsan dedi.” Yüzünde şeytanın kirli gülümsemesi oluştu. “Hedefe yaklaştık der misin?”

Uzun zamandır sergileyemediğim en keyifli gülümsemem yüzüme yayılırken “Saye, araştır. Bu görev senin, bana İhsan ismi Gölge mi değil mi öğren! O gün çoktan gelmiş olabilir.” diyerek seri bir şekilde derdimi anlattığımda aynı keyifle gülüp anladığını belli etmek istercesine kafasını salladı.

Sokağın ortasında önümüzden geçip giden ve artık bir yıldız kadar uzak kalan kamyonete baktım. Yüzümde başarıya yaklaşmanın hissiyatıyla oluşan haz duygusu varken “Sana çok şey borçlandım her kimsen kadın.” dedim. Her kimsen…

Kamyonet çoktan kaybolduğunda Saye, telefonu kulağından çekip “Bizi bekliyor.” dediğinde amcamdan bahsettiği ses tonundaki ciddiyetten anlaşılıyordu. Gerçi beni onun dışında bir başkası ayağına çağıracak kadar etkili bir yapıya sahip değildi.

Saye beni beklemeden çalıların arkasına koştu. Sirenler çalmayı durdurmuştu ama bu defa bekçiler sokağın girişinde kendilerini belli etmişlerdi. Onlara doğru dönüp yayvan bir şekilde “Siz her zaman böyle geç kalırsanız, bazı hataların hesabını da bizim üzerimize yıkarsınız.” dediğimde “Dur, kal orada!” diyen bekçiye kafamı geriye doğru atarken boşta kalan sağ elimi havaya kaldırıp orta parmağımı bariz bir şekilde ona doğrulttum.

“Hey! Kal orada!”

Ellerimi bu defa iki yana açıp “Geç kaldınız tatlım.” deyip “Dara,” diyerek çoktan yanıma yaklaştırdığı arabanın içinden bana bağıran Saye’nin uyarısıyla arabaya atladım. Bekçilerin arasından son gazla geçip giderken, ceza vermeye bu kadar istekli olup da işkence etmenin kurbanı olmuş bekçilerin onları ezmeyeceğini anlayamadıkları arabadan ezilmemek için kaçmaları yüzümü güldürmüştü.

Saniyeler sonra otoyola çıkmışken Saye radyonun sesini açarak sessizliğe kilit vurmuştu. Radyodan oldukça kısık bir seste çalan Neşet Ertaş isimli türküye yürek vermiş o adamın sesi duyuldu. Aldığım nefesin sesini bile duyurmadan ona eşlik etmeye başladığımda bir dirseğini cama yaslamış Saye, “Kim bu adam?” diye sordu.

“Neşet Ertaş.”

Kaşları merakla havalandı. “Burada böyle bir insan ne oldu ne de bu tarz bir müzik doğdu.” Sesindeki tını, kurduğu cümlenin aslında cevap bekleyen bir soru olduğunu anlatmıştı. Elimdeki silahtan gözlerimi almadan, “Oraya gittiğimde, onun elleri ellerimdeyken duymuştum,” dediğimde dudakları aralandı ancak keskin bakışlarımla karşılaştığında bakışlarını tekrardan yola çevirip dudaklarını birbirine bastırdı. Derin bir nefes alıp “Adını söylemeye yeltenme bir daha,” dedim. Sustu. Ama içinde söylemek istediği birçok şeyin olduğunu biliyordum.

O andan sonra bir daha hiçbir sesin birbirine karışmasına izin vermeden Saye’nin arabayı amcanın kaldığı evin önüne park etmesiyle bitmişti. Hiçbir şey söylemeden benden önce arabadan inip hızlı adımlarla tahta bahçe kapısını itip içeri girdi. Arabada kalan tüm havayı derince içime çekip gerisin geri dışarı bırakırken emniyet kemerini çıkarıp sakince arabadan indim. Açık bahçe kapısından içeri adım attığım sırada amcayla karşı karşıya gelmeyi beklemiyordum ki hafifçe gerileyip anlamsızca suratını izledim. Yaşından dolayı beyaz ve gri renkteki kaşları çatılmış, ellerini arkada birleştirmiş vaziyette ve hesap soran gözlerle o da beni izliyordu. “Saye’ye ne oldu?”

Tek kelime etmeden kahve gözlerimi evin açık kapısına çevirdim. Kimse yoktu. “Ciddiye alma. Her zamanki hali.” deyip yanından geçeceğim esnada parmakları dirseğimi tutup olduğum yerde donup kalmamı sağladı. “Sınırını zorlama, Dara.”

“Zorlayabileceğim bir sınırım olsaydı zorlardım.” Kolumu sertçe parmaklarından kurtarıp birkaç adımda evin içine girdim. Kapıda beni karşılayan Oslo, patilerini bacaklarıma uzatıp ayakta durmaya çalıştığında hafifçe gülümseyip başını okşadım. Oslo, amcanın yanında neredeyse benimle birlikte büyüyen, yoldaşım olan Doberman cinsi bir köpekti. Artık yaşlı olsa da bu evdeki keyifli hali onun yavru olduğu zamanları gözlerimin önüne getiriyordu.


Hayatım boyunca daima öz olana elimi uzattım. Amca, Saye ve Oslo dışında herhangi bir insanın beni gülümserken gördüğü ya da beni gerçekten tanıdığı yoktu. Başkaları için sadece Dara veya önüne eklenen mahlaslarla var olan genç bir adamdım. 25 yıllık hayatımın en çok zoruna giden kısmı da buydu belki. Onca senenin ağrısını sadece ben ve ruhum bilirken insanların yaptıklarım ve belki de yapacak olduklarım yüzünden beni deli bilmesi her zaman değil ama bazı zamanlar aldığım her nefeste paramparça olan ruhumun bedenimi yaralamasına neden oluyordu.


Ben, belki de o gün bir çocuğun asla görmemesi gereken bir şeyi görmesinin cezasıyla bugün bu anıları hayatıma iğneyle sağlam bir şekilde dikiyordum.