Bir eserden bahsetmeden önce eser sahibinden bahsedilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Ve kitap hakkında konuşmadan önce Anthony Burgess hakkında, az buçuk bir şeylerden bahsetmek istiyorum.

Yazar 1917-1993 yılları arasında yaşamış; İngiliz besteci, eleştirmen ve roman yazarı. Hayatında bir çok farklı alanda çalışmış ama lafı çok uzatmadan yazarlık sürecine değinmekte yarar var. 1959'da kendisine beyin tümörü tanısı konuluyor ve bir yıl içinde vefat edeceği söyleniyor. Burgess ise ilk önce; eşini öldükten sonra zor bir halde bırakmamak adına, geçimini sağlayabilmesi için, bir yılda beş roman yazıyor. Hayatın cilvesi olacak ki konulan tanının yanlış olduğu öğreniliyor. Ne var ki bu süreçte Burgess yavaş yavaş üne kavuşuyor ve yazmaya devam ediyor. 76 yaşında, akciğer kanserinden dolayı, vefat ettiğinde ise 50'den fazla roman ve kitap bırakıyor arkasında.

Otomatik portakal ise bu sıradışı yazarlık sürecinin meyvesi. Kitap tam da 60'lı yılların modernleşme ve değişim süreçlerinin pürüzlerinden bahsediyor ve aynı zamanda bireylerin ne kadar özgür veya baskı altında olduğunu, olması gerektiğini sorgularken sonuca götürüyor bizleri. Yazar tüm bunları, eserin anti-kahramanı "Alex" üzerinden bizlere anlatıyor.

Kitabın ilginç adının hikayesi hakkında yazar şöyle diyor:

"Cockney dilinde (İngiliz argosu) bir deyiş vardır. 'Uqueer as as clockwork orange.' Bu deyiş, olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi, anlamına gelir. Bu çok sevdiğim lafı, yıllarca bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüşümdür. Bir de tabii Malezya'da 'canlı' anlamına gelen 'orang' sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda; rengi ve hoş bir kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin, tam da benim anlatmak istediğim duruma, Pavlov kanunlarının uygulanmasına dayalı bir hikâyeye çok iyi oturduğunu düşündüm." Bir kült roman için gayet anlamlı ve cuk oturmuş bir isim bence.

Otomatik Portakal, Alex ve çetesi özelinde “iyilik ve kötülük” kavramlarını, “şiddet, suç ve ceza” üçgeninde değerlendiren bir roman. Henüz on beşli yaşlarında olan dört kişilik çetemiz, kötü olarak adlandırdığımız hemen hemen her fiiliyatta bulunuyorlar. Tabii bunları yaparken bir başkasını düşünmek gibi bir niyetleri yok; hatta kendisini, adeta bir sanat icra eder gibi görüyor Alex. Müziklere ve konuşma sanatına olan ustalığına bakınca da haksız sayılmam bu görüşümde. Ayrıca önlerinde onları gerçekten durduracak bir otorite yok bir süre boyunca. Sistemi oturmamış bir hükümet ve pısırık aileler, onlara kötülükle döşeli yollarında müsaade ediyorlar. Onları okurken çoğunlukla anımsadığım ayrı ayrı haber başlıklarını ve bazı olaylarla, kişileri düşünürken; onların yalnızca birer kitap kahramanı olmamalarına takılmaktan, kendime bu sadece bir kitap diyemiyor oluşumdan nefret etmeye fırsatım olmadı, diyebilirim.

Baş kahramanımız bir dost kazığının ardından ismini dahi kaybederek hapishaneye düşüyor ve orada da "uslu" olamadığı görülünce 'İç İşleri Bakanı'nın başında olduğu bir grup üst düzey yetkili tarafından, bir tür Islah Tedavisi'nin ilk deneği oluyor. Bu tedavi "Ludovico" diye adlandırılıyor ve daha çok Pavlov'un klasik koşullanmasına benzetiliyor olsa da ben "Engelleme Terapisi"ne benzettim.

Alex'e bir iğne yapılıyor, ardından göz kapaklarını dahi kıpırdatamayacağı bir koltuğa oturtulup bazı filmler izletiliyor kendisine. Bunlar Alex'in yaparken zevk duyduğu fiillerin (kötülüklerin) filmi. Arka planda da Alex'in adeta bağımlısı olduğu klasik müzikler var. Alex, verilen iğnenin de etkisiyle, zorla izlettiriliyor olmasından ötürü yaparken zevk duyduğu fiilleri (kötülükleri) on beş gün gibi kısa bir süre içerisinde artık görmeye, hatta düşünmeye dahi katlanamaz hale geliyor. Tabi bu süreç Alex için oldukça acı verici bir şekilde işliyor. Son gün bir tiyatro sahnesinde doktorlarca, yetkililerin karşısında test ediliyor ve tedavi başarıyla sonuçlanıyor. Tedavisini şöyle özetliyor doktor: "Kobayımız öz mantığına aykırı olarak iyiliğe yönelmektedir. Yaptığı kötülükler de bizlerin mantığına aykırı geldiğinden onu değiştirdik. Kötülük yapma isteği kafasında belirdiği an tüm vücudunu ağrılar, sızılar kaplıyor. Bunlardan kurtulabilmesi için de kötülüğün tam karşıtı iyiliğe yönelmesi gerekiyor."

Alex'in hapishanedeki tek dostu diyebileceğimiz rahibe göre ise "seçme hakkı yok!"

Bir insanın iradesine el konulmasına karşı savunmaları ise şöyle;

"Önemli olan namus ilkeleri. Suçu kaldırmak görevimiz. Ve hapishaneleri yaşanır biçime sokmak."

Tabi tüm bu bilgece yorumların arasında da baş kahramanımızın çığlığı var:

"Ben ben ben! Ben ne olacağım? Sanki tüm bu olanlar beni ilgilendirmiyor. Ben bir hayvan mıyım? Yoksa cansız bir yaratık mı? Ben bir OTOMATİK PORTAKAL mıyım yoksa?"

Ne var ki Alex'in çırpınışları boşa. Kötü olmak için bir sebebi olmamasına rağmen kötü olmuştur ve dahası ıslah tedavisini kendisi kabul etmiştir. Onların deyişiyle çoktan yürüyeceği yolu seçmiştir ve şimdi bunun sonucunu görüyordur...

Artık çoğunluğa göre Alex, topluma salınabilecek bir bireydir ve kurumdan postalanır. Anne babasının yanına döner, evine. Ama onun uzun yıllar hapiste kalacağını düşünen ailesi eve, Alex'in odasına, bir kiracı almışlardır. Kısaca artık yanlarında barınacağı bir ailesi de yoktur. Bir tür boşluktadır ve kendisini öldürmek ister, beceremez. Bu süreçte dahi geçmişte yaptığı hataların bedellerini öder toplum sayesinde. En son gidecek tek bir yeri olmadığında bir ev çıkar karşısına. Bir yuva... Alex'in mahvettiği bir yuva. Ev sahibi Alex'i tanımaz ve ona kapısını açar. Belki de tüm hayatını mahveden ve mahvedecek olan Alex'e, o evin kapısı ikinci defa açılır. Hatta karşısındakinin kim olduğundan habersiz ev sahibi "...Senin gibi iyi bir genci bir makine parçasına dönüştürmekle övünmek, ancak baskıcılığıyla böbürlenen bir hükümetin işi olabilir." diyecek kadar muhaliftir. Ev sahibi, yazarın sayesinde sakin ve şefkat dolu bir gece geçirse de sabah o yuvaya gelen üç misafir sayesinde tekrar bir koşuşturma başlar Alex için. Hükümete muhalif olanlar için Alex, gayet iyi bir koz olmuştur.

Müziğin bağımlısı olan Alex'e "tedavi" sürecinde müzik dinlettiklerinden bahsetmiştim. Bu defa da muhalifler Alex'i bir evde tek başınayken müzikle baş başa bırakırlar. Aslında baş kahramanımızın en büyük zevklerinden birisi olan 'müzikle tek başına kalma' artık onun için kafa patlatan bir şeye dönüşmüştür ve tahammül edemez. En sonunda da dayanamayıp ikinci kattan aşağı atlar ama yine de kurtulamaz. Ölmemiştir ve ağır yaralarla yaşamaya devam eder. Üstelik artık tam anlamıyla siyasetin oyuncağı olmuştur ve doktorlar tarafından eski haline döndürülür.

Fiziksel ve mental olarak iyileşip hastaneden ayrılan ve topluma geri dönen Alex yeni bir çete kurar, eski haline geri döner. Ama artık eskisi gibi olamıyordur. Tat almıyordur yaptıklarından. Eski çetesinin bir üyesiyle karşılaşır: Pete. Artık evlenmiştir. Toplumumuz dilinde tam anlamıyla 'efendileşmiştir'. Alex o anda fark eder. Artık büyümüştür ve değişiyordur. Bir bebek anımsar Alex. Onun babası olduğunu düşünür. Ve ardından tüm karmaşa çözülür.

"Evet, evet, evet olan bu. Evet, gençlik gençliğini yapacaktır. Ama gençlik, hayvanlar gibi davranmaktır. Hayır, tam olarak hayvanlar gibi değil de, daha çok şu oyuncaklar gibi davranmaktır. Hani sokaklarda satarlar ya, içinde mekanizması, dışında da anahtarı olan küçük teneke adamlar vardır, anahtarını grr grr grr kurarsın, bırakırsın yürür gider ya kardeşlerim. Ama düz bir çizgide gider ve duvara toslar, düz gider tos tos toslar, yaptığından vazgeçemez. İşte genç olmak, bu küçük makineler gibi olmaktır.

Oğlum, oğlum. Oğlum olduğunda anlayacak çağa geldiğinde tüm bunları ona anlatacağım. Ama bileceğim ki anlamayacak ya da anlamak istemeyecek ve benim yaptığım şeyleri o da yapacak. Hatta belki de miyav miyav kedileriyle birlikte yaşayan zavallı bir kocakarıyı öldürecek ve ben onu engelleyemeyeceğim. O da kendi oğlunu engelleyemeyecek ve dünya sonuna kadar hep böyle dönecek, dönecek, dönecek. Sanki kocaman devasa biri, mesela Koca Tanrı, dev elinde kokmuş pis bir portakalı döndürüyor, döndürüyor, döndürüyor."

Burgess usta bir dille ve sivri bir mizahla eleştirmiş insanın doğasına dokunanları. Alex belki uç bir nokta gibi duruyor ama onun gibi biz de, bizi engelleyecek hiç bir faktör olmadığı zaman yine de kurallara uyar mıyız acaba? Bizi çekiştiren birileri olmayınca da kötüye kötü der miyiz? Kötü öteki midir? Dışarıdan mı gelir yahut içimizde zaten hep var mıdır? Thanos gibi kötülüğünü, kötülüğe itilmiş olmasıyla savunamayacak bir karakter Alex. Sadece dümdüz kötü. Tıpkı şu ya da bu şekilde sınırlanmayınca ortaya çıkacak hepimiz gibi...