Bafa Gölü'nün güzelliğini öven birkaç blog okumuştum. Bu bloglarda oranın bir kuş cenneti olduğu ve üzerinde küçük adacıkların olduğu yazıyordu. Bodrum'a yolu düşenlere ise uğramaya değer bir yer olduğu tavsiye edilmekteydi. Benim de Aydın'da yaşadığım zamanlarda hep gitmek isteyip de bir türlü gidemediğim bir yerdi. Didim'den öteye bir türlü gidememiştim. Derler ya: nasip, kısmet. O gün bugünmüş demek ki. 


Didim'de çalıştığım otelden sabah kahvaltısı sonrası yola çıktım. Otostopla yapmayı planladığım bir gezi olduğu için merkezden bir minibüse binip ana yola kadar gittim. Bindiğim minibüs Didim Orman Kampı'na kadar gidiyordu. O durakta inip biraz yürüdüm. Yoldan çok fazla araç geçmekteydi. Yani otostop için şansım oldukça yüksekti. Bir gölgelik bulup hemen parmağımı kaldırmaya başladım. Özellikle lüks arabalar geçince parmağımı indiriyordum. Çünkü bu tip araçtaki insanlar tek başlarına olsalar dahi burun kıvırarak, kornaya basarak, kızarak hızlı bir şekilde geçip gidiyorlardı. Otostopta sayısız araca bindim ve her seferinde bu böyle oldu. Daha çok kamyonetler ve eski araçlar duruyordu, lüks araçlar durmuyordu. Ne yazık ki bu sefer de yanılmamıştım. Yine kamyonet tarzı bir araç (Fiat - Fiorino) durdu. Kornaya basıldı fakat bu sefer, çabuk gel, anlamı taşıyordu bu korna sesi. 100 metre kadar ileride anca durabilen araca doğru koştum. Araçta iki tane dayı vardı. Normalde sorgulamadan arabaya binerdim fakat bu sefer ne tarafa gittiklerini sormak gibi bir aptallık ettim. Şoför koltuğundaki dayı da "Atla atla gidiyoh işte bir yere." dedi. Arka kapıyı açtım ve bindim arabaya. Bir iki dakika sessizliğin ardından:


— Nereye gidiyong yeenim? (Dayı Amasyalı idi o yüzden nazal "n"leri fazlasıyla kullanıyordu.)


— Bafa Gölü'ne doğru gidiyorum ama yolunuzun üzerinde uygun bir yerde inebilirim, dedim.


Dayı yan koltuktaki arkadaşıyla göz göze gelip "Biz de Bafa'ya balık yemeye gidiyoruz, seni bırakırız." dedi. Belki de hiç oraya gitmiyorlardı ve sırf beni bırakmak için yollarından dönmüşlerdi. Bu konuyu anlayamadım. Çünkü aralarında sessiz bir şekilde konuşup "Hadi o zaman, balık yiyelim." dediler. Dayılar sanki beni arabaya alınca Bafa Gölü'nde balık yeme planı yaptılar bir çırpıda. Aracı kullanan dayı, yani Amasyalı olan, aşırı eğlenceli bir tipti. Diğeri ise "Aman gari, etmen başımı ağrıtçen." deyip mızmızlanan bir Aydınlıydı. Nerede ve nasıl tanıştıklarını soracak kadar sohbet edemedim çünkü yol boyu oyun havası ve yanık yanık türküler eşliğinde yolu izleyerek gittik. Oyun havası çaldığında Amasyalı dayı teybin sesini yükseltiyor ve parmak şıklatıp Aydınlı dayıya "Nörüyong len, nassıng?" diyordu. Biraz kışkırtıyordu yani. Ben de arkada bu itişmeyi, çekişmeyi keyifli bir şekilde izliyordum. Türküler çalmaya başladığında ise herkes susuyor ve yolu izliyordu. Belki de içten içe efkarlanıyorduk. Nasıl efkarlanmayalım, dayı Cengiz Özkan yorumuyla Aşık Veysel'in "Derdimi Dökersem Derin Dereye" ve "Anlatmam Derdimi Dertsiz İnsana" eserlerini dinletmişti bizlere. Ezbere eşlik ettiğim bu türküler aslında beni o an kalben bir yolculuğa çıkarmıştı. Yolda bir şey yoktu henüz yokuş çıkıyorduk ve sadece dağ taş vardı. Fakat bir anda göl göründü ve ben yine nefessiz kaldım. Böyle anlarda Deniz Tekin'in "Bende Bir Problem Var" şarkısındaki şu dizeler aklıma gelir hep:


"Hayat uzun bi' yolculuk

...

Ben, yol boyunca uzanan gri sıkıcı bariyer

Sen, vadinin ardında ilk defa görülen deniz"


Türkülerin ardından balıkçıların olduğu yere gelmiştik. Restoranlar sıra sıra dizilmiş ve hepsi de göle bakıyordu. Dayılar beni de davet etti balık yemeye ama ben türlü ısrarlara rağmen yalnız gezmek istediğimi söyleyip onlardan ayrıldım. Restoranların kenarından sahile doğru indim ve kayalıkların üzerinde güneşin kavurucu sıcaklığına rağmen dolaştım. Beklentim değişik kuş türleri görmekti fakat kuşların olduğu bölüm gölün Aydın tarafında kalmıştı. Biz ise Muğla tarafına geçmiştik. Yine de görülmeye değer bir yerdi. Bloglarda bahsedilen adacıkları gördüm. Martıların göl üzerinde süzülüşünü ve avlanışını izledim. Sahilde eski bir kayık gördüm. Üzerine oturup çantamdan çıkardığım çubuk krakeri yedim. AnnenMayKantereit grubundan "Barfuß am Klavier" şarkısını mırıldandım. Dayılarla balık yemeye gitseydim belki de bu kadar keyif almayacaktım bu geziden. Sahil boyunca biraz daha yürüdükten sonra yola tekrar çıkmaya karar verdim. Orman içinden ana yola giden bir patika buldum ve oradan yürüyerek ana yola çıktım. Ana yolda gölgelik yoktu. Belki de otele vardığımda farkettiğim güneş yanıklarım orada oluşmuştu. Bu yol otoban olduğu için araçlar çok hızlı geçiyordu. Tek umudum hemen yakınımdaki benzin istasyonundan çıkan ve henüz hızını alamayan araçlardı. Daha çok onları durdurmaya çalışıyordum. Daha önce de bahsettiğim gibi lüks otomobillerde tek başına gidenler beni görmezden geliyor veya korna çalarak yoldan çekilmemi işaret ediyordu. Model olarak eski olan araç sahipleri ise en azından nereye doğru gideceklerini işaret ediyorlardı. Bu iki-üç saniyelik işaretlerle araç sahipleri "Ben senin işine yaramam kardeşim, ilerden döneceğim." veya "Araba dolu be güzel dostum, boş olsa tabii ki alırım." ifadelerini bana aktarabiliyorlardı. Ben de hafif öne eğilip sol elimi göğsüme götürüp, sağ elimle de selam verip bir nevi "Teşekkür ederim, düşünmeniz yeterli." cevabını veriyordum. Görüldüğü gibi otostopun kendine ait bir dili var.


Güneş altında 15-20 dakika falan geçirmiştim ki henüz benzin istasyonundan çıkmamış aracın içinde bana doğru bağıran iki tane dayı... Ellerini havaya kaldırmış bana doğru gel gel, yapıyordu. Önce duraksadım, sonra kornaya basıldı ve daha şiddetli bağırmanın ardından koşmaya başladım. Sanırım 200 metre kadar koşmuştum. Yakınlaşmaya başladığımda beni çağıran bu aracın aslında beni buraya getiren dayılar olduğunu farkettim. Şansa hiç inanmayan ben evren tarafından bu konuda alt edilmiştim. Bu arada güneş altında yandığım yetmezmiş gibi koştuktan sonra terlemiştim. Tişörtümde çantamın kollukları hizasınca ter izi oluşmuştu.


Dönüşte de aynı dayılara denk gelmek çok iyi olmuştu benim için. Çünkü tek arabada hem Bafa Gölü'ne gelmiştim hem de Didim'e dönüyordum. Bir otostopçu için bulunmaz bir şeydi bu. Aracı kullanan dayı "Şurada, yukarıda bir köy gördüm, çok güzel evler var bir bakalım ondan sonra Didim'e döneriz." dedi. Anlaşılan bu dayı da gezginci ruha sahipti. Bahsi geçen köyün adı Pınarcık'tı ve hakikaten köy halkı güzel evlerde yaşıyordu. Köyü tepeden biraz seyrettikten sonra Didim yoluna döndük. 


Dönüşte de aynı şekilde türküler açan dayımız yine beni uzaklara götürmüştü. Azeri sanatçı Rəvanə Arəbova'dan Oduna Çok Yanmışam ezgisini dinleyerek yolumuza devam ediyorduk. Didim'e Akbük üzerinden gidelim diyen Amasyalı dayı gezmeye çok hevesliydi. Bu da benim, tabii ki, hoşuma gidiyordu. Güzel bir macera yaşıyordum. Yol uzadıkça ben de keyifleniyordum. Akbük'ü geçen arabamız Didim'e girmişti. Dayıdan beni minibüslerin geçtiği bir yerde indirmesini rica ettim, o ise beni merkeze kadar bırakmıştı. İnerken "Vallah hep beraber ne güzel gezdik geldik, ehehe." diye bir espri yaptım fakat tam anlaşılmadı. Ufak bir sessizliğin (buna "awkward silence" denir) ardından "İyi günler" deyip arabadan indim. İndiğim yer Didim Altınkum Sahili'ne yakın bir yerdi. Hemen sahile inip bir gölgelik buldum ve başımdan geçenleri yazmaya başladım. Böylece hem ruhen hem de bedenen uzaklara gittiğim bir gezinin sonuna geldim.