Soğuk kış gecelerinden birisiydi. Ufak penceresinden usulca dışarıya doğru bakan genç adam, iri kar tanelerinin güzelliğini bütünüyle görebiliyordu. Soğuk karın hissettirdiği yoğun duygular bütün benliğini kaplarken siyah ve beyazın doğadaki ender birleşimi ruhunda belli başlı şeylerin uyanmasına neden oluyordu. Tarif edemediği duygularla dolup taşmıştı. Bu belirsiz fakat bir o kadar da hoş duygular bazı durumlarda anlam veremediği bir biçimde adeta göğsünün orta yerinde zuhur ediveriyordu. Fakat neydi bu duyguların kaynağı? Elbette gençliğinin en güzel yıllarını büyük bir illüzyon ustası gibi süsleyen o taşkın ruhtan parçalar barındırdığı inkar edilemez. Yine de bu durumun bütün bir duygu silsilesine tek başına kaynaklık edebileceğini düşünmek hata olacaktır. Nihayetinde gençliğin ilk yılları insanın gözüne tam anlamıyla gerçek olamayacak şekilde muazzam görünür. Hayallerle dolu dinamik bir beyin ve son derece sağlam, hareketli bir vücut insanı büyük umutlara gebe bırakır. Bazen bu umutlar öylesine büyük olur ki insan, gebe kaldığı umutları taşıyamaz ve onların ağırlığı altında çaresizce ezilir. Haliyle önce ışıldayan zihni bu durumdan büyük hasar alarak karanlığa gömülür. Ardından vücudu, zamanla girdiği mücadeleyi kaybeder ve gün geçtikçe solmaya başlar. En sonunda insanın elinde kalan tek şey o yıllara ait güzel ve bir o kadar da uzak hatıralar olur. Fakat bu hatıralar o yıllara ait yaşanmışlıklar değildir aslında. Bu tatlı ve acı hatıralar, gençliğin ilk dönemlerine ait o coşkun ruhun ürünü olarak kurulan ve bir daha asla kurulamayacak olan hayallere olan özlemin ta kendisidir. İnsan, geçmişini hatırlarken o dönemde kurduğu hayallerin birer yansımasını görür; onu arzular. Çaresizce o yıllarda sahip olduğu umudunun silik izlerini arar ve asla bulamaz. Günün sonunda yapabileceği tek şey ise bu sonsuz arayışa bir isim koymaktır. İşte o isim, gençliğin özlemidir. Ardından akıp giden yılların arasında kendini kaybeder ve kaçınılmaz olan geldiğinde asla tamamlanamayan bir varlığın, yani kendisinin, varoluştan silinip gitmesine tanık olur. Peki tekrardan geriye dönersek genç adamın hissettiği bu başka, bambaşka duyguları yalnızca bu sonu belli durumla anlatmak epey acımasız olmaz mıydı? Bu hislerin özünde kesinlikle gerçeklikten bir parça bulunmalıydı. Her şeyin büyük bir illüzyonla süslendiği bu genç görüntülerde kendinde güzel olan bir şey mutlaka olmalıydı. Belirsizlik, belki de ihtiyacı olan tek şeydi. Sonun belirsizliği, aynı zamanda heyecanın da sonsuzluğu değil miydi? Aynı zamanda korkunun… Ve bu ikisi bir olduğu vakit oluşabilecek en güzel varlık, kısaca insan…
Sabah uyandığında gözlerini kasvetli bir güne açtığını hissediyordu. Hava pek koyuydu. Aynı zamanda penceresinden içeriye doğru sızan soğuk onu iliklerine kadar titretmeye yetiyordu. Fakat bütün bunları bir kenara atarak işe koyulması gerektiğinin farkındaydı. Bir çırpıda yatağından fırladı ve hızlı bir biçimde hazırlanmaya başladı. Bunu yaparken de bir yandan odanın içerisinde oradan oraya yürüyüp duruyordu. Odası ufak fakat bir o kadar da kendisine yetecek kadar kullanışlıydı. Odanın büyük bir bölümünü kaplayan yatağının hemen sol çaprazında zar zor ayakta duran ahşap bir masa bulunuyordu. Masanın üzerinde ise yuvarlak gözlüğü, en büyük dostu kalemi ve onlarca dağınık kağıt bir arada öylece duruyordu. Genç adam, daha doğrusu Otto, şimdilik o masadan yalnızca gözlüğünü almakla yetindi. Böylelikle de hazırlığını tamamlamış oluyordu. Odanın son parçası olan ufak aynalı dolabında kendine kısa bir bakış attıktan sonra kapıya doğru yöneldi.
Dışarı çıktığı vakit hava tahmin ettiğinden çok daha soğuktu. Keskin ve ağır bir koku ise burun direklerini sızlatıyordu. Bu noktada büyük bir sanayi şehrinde yaşadığını belirtmekte fayda var. Bu bölgelerde yaşayanlar iyi bilirler ki bu ağır koku soğukla birleştiği vakit sanki kaybolan eşini bulmuş gibidir. Soğuk ve sanayi… koku ve sis…kasvet ve sabah… güneşsiz sabah… kara bulutlar gökyüzünde dans ediyorlar… Otto’nun genç zihninde oradan oraya savrulup duran bu karmakarışık kavramlar onun düşüncelerini oyalamaya yetiyordu. Bu gotik, karanlık, duygular nedensizce damarlarındaki kanın hızlanmasına ve dolayısıyla kaynağı bambaşka heyecanlara sebep oluyordu. Otto, bu duygular yardımıyla kendi genç dünyasında adeta dünyalar yaratıyor ve bu dünyalardan esinlendiği ufak parçaları kendi genç dünyasının her bir köşesine serpiştiriyordu. Böyle bir yaşam biçimini benimsemiş, yaşamını böyle şekillendirmişti. Kısaca kendi yarattığı dünyaların parçaları arasında yaşıyordu ve bu durumun tehlikesinin henüz farkında değildi. Kim bilir belki bir tehlikenin varlığı bile söz konusu değildi. Lakin bu muğlak durumda gerçek olan bir şey mutlaka var olmalıydı değil mi? Çünkü her şey aslında gerçeğin ta kendisinin bir ürünüydü. Eğer tamamen gerçeğin içinde doğduysak o halde sahte hiçbir şeyin var olmaması gerekmez mi? Yoksa tam tersi bir gerçekliğin içinde mi yaşıyordu Otto? Henüz bunu ayırt etmesi mümkün değildi fakat zaman her şeyi yavaş yavaş ortaya çıkaracaktı. Belki de mutlak olan tek bir şey varsa o da bu olguydu ya! Zaman…
Eren Aslan
2022-12-10T19:06:02+03:00Sevgili Meriç, devamını bugün yazdım. Ve paylaşmak için buraya ekleyecektim, sizlerle karşılaştım. Teşekkür ederim sizlere.
Eren Aslan
2022-12-10T19:05:32+03:00Mısra'm biliyorsun farklı yolları denediğimi. Teşekkür ederim. :))
Meriç Koç
2022-12-10T17:54:45+03:00Devamı nasıl olacak merak ediyorum. Hoş bir dil.
Mısra Ergök
2022-12-10T17:49:27+03:00Roman için farklı bir üslup ama hoş. :) Kaleminizi beğeniyorum.