Genç adam üniversiteden yeni mezun olmuştu. Üstelik üstün bir başarı örneği göstererek yapmıştı bunu. Bu noktada gerek tahsil hayatında gerekse hayatın günlük akışında daima diğer insanlardan farklı bir yapısı olduğunu kabul etmek gerek. Daha doğrusu durumu şöyle açıklamak gerekirse Otto, iflah olmaz bir idealistti. İnsanlara, insanlığa olan inancı o kadar büyüktü ki bu hususta bir gazeteci olmanın yolunu bile tutmuştu. Evet, şimdiden Ludwig-Maximillan üniversitesinin gelecekteki profesörü olarak görülen bir dahi, bir Prodigy, Wunderkind… Öyleyse Bavyera’nın merkezinde, şu kruvasanımsı Alman şehrinde oradan oraya gezinirken ne yapıyordu, neyi amaçlıyordu böyle? Delikanlının aklından geçen düşüncelere ve iflah olmaz idealizmine gerçekten de kimsenin aklı ermiyordu. Zaten eremezdi de. Genç ve sıra dışı düşüncelerle dolu zihninin labirentine giren herkes birden bire kendini kayboluvermiş hissederdi. Dil ve Edebiyat bölümü arkadaşlarının bir çoğu bu durumu harfi harfine doğrulayacaktır. Lakin önünde sonunda Otto, herkesin dilinde bambaşka bir kişiydi. Kimilerine göre hem gizemli hem de çok konuşan bir Kuzey Almanyalı, kimilerine göreyse çağın en genç entelektüellerinden birisiydi. Bazıları da vardı ki onlara göre Otto, yalnızca çok konuşan bir şarlatandan öteye gidemezdi. Tüm atıflara aldırış etmeyen genç adamın tek bir düşüncesi olduğunu da söylemek gerek. Onun tek amacı insanlığı kanıtlamaktı. İnsanlara olan güveni ve onların karmaşık yapısı daima kendisinin ilgi alanının içerisine dahil olmuştu. Bu durum onun çocukluk döneminde bile çok rahat bir şekilde gözlemlenebilirdi. Bir keresinde henüz yedi sekiz yaşlarındayken okuldan kaçmış ve okulun hemen yanındaki küçük pastaneden ufak bir çörek çalıvermişti. Bunu haylazlığından yaptığı düşünülebilir. Neticede çocukların kanında vardır bu. Lakin küçük Otto’nun bunu yaparkenki amacı bambaşkaydı. Nihayetinde yakalandığı vakit kendisine bunu neden yaptığı sorulunca. "Çörekleri mi, yoksa beni mi seviyorlar, merak etmiştim.’’ gibi bir cevapla karşılaşan öğretmeni, Otto’nun çok farklı bir çocuk olduğunu henüz o zaman anlamıştı. Gözlerindeki ışıltıdan haylazlığın hiçbir tonu okunmuyordu. O yeşil gözlerden yalnızca yüksek bir ruhun parıldayışı sezilebilirdi. Henüz minik ve yükselmemiş bir yüksek ruh… Almanların bütün bu kuralcı kişiliklerinin aksine Otto’nun damarlarındaki kanın ruhu bambaşkaydı. Sanki hiçbir otorite, hiçbir kültür bu küçük çocuğun zihnine fazladan hiçbir şey katamayacaktı. Ufaklığın ruhundaki bu vaziyet, eğitim hayatının ileriki yıllarında da kendini belli etmeye devam etti. Ortaokulda, edebiyata olan ilgisi ilk kez orta çıktı. İlk yazılarını ise lisede yazmaya başladı. Yoğun olarak edebiyat ve insan üzerine olan denemeleri topluma karşı epey umutlu bir tablo çizerken bir yandan da Otto’nun henüz şekillenen yazı kimliği hakkında ufak bilgiler de vermiyor değildi. Lise bittiğindeyse pek çok Alman ve Fransız klasiğini yalayıp yutmuştu bile. Edebiyat alanındaki bu kuvvetli yönüyle kendisini en sonunda Münih Üniversitesinde bulunan Dil ve Edebiyat Fakültesini bitirirken buluvermişti. Şimdi ise üstün başarıyla eğitim hayatını bitirmiş olan bu genç romantik, gazetecilik kariyerine ilk adımlarını atarken bir yandan da kendisine bambaşka dünyaların kapılarını aralıyordu. Fakat kendisi henüz bunun farkında değildi…
İşte her gün önünden geçtiği o devasa ve bir o kadar da eski olan Marienplatz meydanı karşısında duruyordu şimdi. Sanayi bölgesinden çıkmanın vermiş olduğu mutlulukla derin bir nefes alıverdi. Sadece bu nefesi almak için bile kilometreler katetmeyi göze alabilirdi belki. Neticede sırf ucuz olduğu için kiraladığı ve merkezden birkaç kilometre uzaktaki bir sanayi bölgesinde yer alan ufak bir dairede kalıyordu. Genelde fabrika işçilerinin oturduğu mahalle, aynı zamanda pek çok evsizin de tercih ettiği bölgelerden biriydi. Otto, evsizlerin bu mahalleyi neden bu kadar mesken ettiğine anlam veremese de zamanla bölgenin insanlarına alışmıştı. Fakat bölgenin yoğun havası için aynı şeyi söylemek onun açısından pek mümkün olmayacaktı. Genç gazeteci aldığı derin nefeslerin eşliğinde geniş meydanı usul usul adımlamaya başladı. Pek acelesi yokmuş gibi görünüyordu. Işıldayan gözlerle etrafını seyretmeye başladı. Hızlı adımlarla yürüyen telaşlı insanlar ve çeşit çeşit arabalardan oluşan yoğun bir kalabalık, ilk etapta dikkatini çeken şeylerdi. Hemen sol yanında uzanan devasa belediye binası ise gotik mimarisiyle hoş bir tablodan fırlamış gibi dururken her zamanki gibi Otto’nun romantik yüreğinde hafif bir kelebek etkisi yaratmıştı. Genç adam, bu tür izlenimlere sahip yapıtlarda daima tarif edemediği bir ilhamın kaynağını bulurdu. Çoşkulu ruhunda daima bir şeyler uyandırmayı başaran gotik eserler Otto’nun bakmaya doyamadığı birer şaheser niteliğindeydi adeta. Bundandır ki Marienplatz Meydanı'na her gelişinde uzun uzun bu büyük belediye binasını inceler, ardından garip düşler eşliğinde birtakım yazılar zihninde canlanıverirdi. Şiir şeklindeki bu yazıların içeriği de tıpkı iç dünyası gibi hareketlilikle dolup taşar, dizelerin sonlarından akan ahenk şelalesi ise adeta şiiri okuyan kişinin zihnini çalkalayıverirdi . Meydanı beyaz bir çarşaf gibi örten karın bütünüyle sade olan güzelliğinden bahsetmeye bile gerek yok. Onun ilhamı da nevi şahsına münhasır olsa gerek…