Yayınevine girdiği vakit onu ilk karşılayan isim Başeditör Klaus Heinzmann olmuştu. Başeditör Klaus, güler yüzlü ve iyi huylu bir adamdı. Yuvarlak yüzü ve tıknaz vücuduyla dışarıdan bakanlara sevimli bir tablo çiziyordu. Orta yaşlarda olmasına rağmen saçları dökülmüştü fakat tombul yüzüne geniş bir şekilde yerleştirdiği pos bıyığıyla bu eksikliğini yeterince kapattığını düşünüyordu. Otto içeri girer girmez buğulanan gözlüklerini silmeye başladı. Ani ısı değişikliklerinden nefret ediyordu. Soğuk artık iyice etine yapıştığı vakit aniden vücudunun her bir noktasına işleyen sıcaklığın verdiği his genç adamın derisinde anlam veremediği bir karıncalanmaya neden oluyordu.
—Otto, hoş geldin! Yine benden sonra gelen ilk kişisin ha, dedi Başeditör Klaus neşeyle. Hızla yerinden doğrularak Otto’nun elini sıkmaya davrandı.
—Yine hoş buldum sizi Bay Klaus. Bugün ayrı bir keyifli görünüyorsunuz doğrusu. Benim için güzel haberleriniz olsa gerek. Eğer yanılmıyorsam tabii, diyerek sade bir tebessümle Klaus’un elini kavrayıverdi genç adam.
Gerçekten de Başeditör her zaman olduğundan çok daha neşeli bir izlenim vermişti Otto’ya. Normalde de güler yüzlü ve sevecen bir adam olan Klaus, Heinzmann’ın bugünkü mutlu ruh halinin bambaşka bir nedeni vardı elbette. Karşılama faslı bittikten sonra Otto, Başeditör eşliğinde ofise giriş yaptı. Ofis pek büyük değildi fakat iş gören cinsten bir yapısı vardı. Otto’nun bünyesinde bulunduğu yayınevi de zaten pek büyük olmadığından dolayı haliyle bu durum da normal karşılanabilirdi. Küçük olmasına küçüktü fakat şirket açısından işler kötü gidiyor da değildi. Çok büyük olmamalarına rağmen kazançları iyi denilebilecek bir seviyedeydi. Biri Başyazar’ın olmak üzere toplam yedi yazarın çalışma masaları ofisin büyük bir bölümünü oluştururken yazarların masalarının hemen arka kısmında da editörlere ayrılmış bir bölüm bulunuyordu. Klaus’un bulunduğu yer de tam olarak burasıydı. Bu iki bölümün hemen sağ tarafında ise içerisinde epey uzunlamasına bir masa bulunan toplantı odası, sol tarafında da birkaç koltuk ve sehpanın oluşturduğu bir sohbet alanı bulunuyordu. Aynı zamanda kahve otomatları da bu sohbet alanının vazgeçilmez birer parçasıydı. Genç adam ve Başeditör havadan sudan konuşarak sohbet alanına vardıklarında Otto, yine merakını kurcalayan o soruyu tekrarladı:
—Benim için güzel haberleriniz var mıydı Bay Klaus, diyerek her zamanki nazikliğiyle konuşmaya girdi Otto:
—Var var efendi! Sadece senin için değil, hepimiz için hayırlı bir haberdir bu, dedi ışıldayan gözlerle delikanlıya doğru bakarken. Yoğun bir Avusturyalı aksanıyla konuşuyordu.
—Bu yılki Uluslararası Büyük Sanat Buluşması… Biliyorsun ki Münih’te yapılacak. Dünyanın pek çok yerinden gelecek olan yazar, ressam ve aktörün burada bir arada bulunacağından bahsetmeme bile gerek yok sanırım. Gelen özel konuklar arasında da bil bakalım kim var? Josephine Goldberg! Ve biz, evet yanlış duymadın. Biz onunla birebir röportaj hakkı kazandık. Otto Meine Mann, bu iş için seni seçtim. Anlıyorsun ya, diyerek uzun soluklu konuşmasını bir gözünü Otto’ya doğru tilkice kırparak bitirdi.
Genç adam, konuşmanın başından sonuna kadar adeta duygudan duyguya geçivermiş ve konuşma bittiği vakit kafasının içinde cevap veremediği belli başlı birtakım soruların curcunası arasında buluvermişti kendisini. Öncelikle bu, gerçekten de inanılmaz bir haberdi. Uluslararası Büyük Sanat Buluşması ve gelenler arasında Josephine Goldberg… Güzel, genç ve çok kısa bir sürecin içerisinde sanat camiasında büyük ses getirmiş gizemli bir dahi… Josephine Goldberg, 2000’li yılların başına damga vuran büyük bir ressamdı. Henüz 27 yaşında olmasına karşın yaklaşık 500 eseri bulunan ve pek çok eleştirmen tarafından "Uzayın Prensesi" lakabıyla anılan Josephine Goldberg, aynı zamanda eşsiz güzelliğiyle de ön plana çıkıyordu. Pek çok genç edebiyatçı ve ressamın hayallerini süsleyen Goldberg’in güzelliği o yılların çoğu film aktrisiyle yarışır nitelikteydi. "Uzayın Prensesi" lakabı ise eserlerinde kullandığı sıra dışı uzay temasından ileri geliyordu. Sanatsal alana hem bilimsel hem de yeni bir felsefi bakış açısı kazandıran bu uçsuz bucaksız tema, sanat dünyasında devrimsel bir etki yaratmıştı. Belki de yepyeni bir sanat akımının kurucusu sayılabilecek bu dahi kadının "Uzayın Prensesi" olarak anılması da bu yüzden olsa gerek. Yine de bütün bu güzelliğine ve sanatsal dehasına rağmen objektiflere yansımaktan çok da haz almayan genç kadın genelde gündemden uzakta kalmayı tercih ederdi. İşte bütün bunlar bir arada düşünüldüğü vakit bu röportajın değeri daha çok artıyordu. Lakin Otto’nun kafasında oturmayan bir şey daha vardı. Neden böyle önemli bir görev için kendisi gibi henüz 25 yaşında bir genç yazarı görevlendiriyorlardı ki? Otto, şimdiye dek yalnızca kıyıda köşede kalmış haberleri derleyip toparlar; insanların günlük yaşantılarında meydana gelen ufak anormalliklerin peşinde koşardı. Şimdi ise birdenbire belki de yayınevinin kaderini belirleyecek en büyük olayın başkahramanı haline gelmişti. Merakla kaşlarını çattı.
—Peki ya başyazarımız İvan? Hadi ama bay Klaus! Beni kandırabileceğinizi zannetmiyorsunuzdur umarım. Önce Bay İvan’a gittiğinize eminim. Fakat merak ettiğim nokta, Bay İvan’ın neden bu işte gönlü olmadığı...
—Yakaladın beni Otto. Doğru, İvan bu işi tereddüt etmeden geri çevirdi. Huysuz Rus, ne olacak! Böyle beklenmedik davranışları oluyor zaman zaman. Bu da onlardan birisi sanırım. Bu herifin kafasının içinde dönüp duran şeylere akıl sır ermez doğrusu. Neyse, sen boş ver şimdi bunları. Bu işte varsın değil mi? Sana güveniyorum.
"Bu herifin kafasının içinde dönüp duran şeyler ha," diye kafasından geçirdi genç adam. Doğrusu Otto, başyazar İvan hakkında pek az şey biliyordu. Yine de tecrübeli yazarın mizacı hakkında bir takım bilgileri de yok değildi. Genellikle diğer yazarlar ve editörler arasında "Korkunç İvan" şeklinde anılan İvan Petroviç, sert yüz hatları ve daima ciddi olan bakışlarıyla ofis içerisinde istemeden de olsa ufak bir ün salmıştı. Eh bakışlarını süsleyen okyanus mavisi gözleri de bu "Korkunç İvan" efsanesinin tuzu biberiydi artık. İvan Petroviç, belki atalarının azizliğine uğramıştı belki de gerçekten de insanların arasında anıldığı şekliye bir izlenim bırakıyordu. Otto, İvan’la bire bir görüşmeden herhangi bir yargıda bulunmayacaktı. Ve şimdi Otto, kafasında hala bir şeyleri tam oturtamasa da teklifi memnuniyetle kabul etti. Böyle yüksek bir zümrenin içerisinde yer alabilmek için önüne paha biçilemez bir fırsat sunulmuşken bunu geri çevirmeye hiç niyeti yoktu. Üstelik baş başa röportaj yapacağı kişinin namı, isminden önce anılırken… Josephine Goldberg namı diğer "Uzayın Prensesi…"
Eren Aslan
2022-12-18T11:21:00+03:00Teşekkür ederim. :))
Meriç Koç
2022-12-18T06:45:23+03:00Güzel. :) 🖤