Annem'e...


Bugün öğle vakitlerinde hat kursuna gitmek için otobüse binerken, çocukluğumdan beri tanıdığım ve sevmesem de büyük olduğundan mütevellit saygıda kusur etmediğim bir kadınla karşılaştım. Yanındaki kızları ile bir yere, önemli işlerini halletmeye gidecek belli ki, oldukça telaşlı gözüküyor. Başta selam verip vermemekte tereddüt etmiştim, uzun zamandır görmemiştim kendilerini. Kızların büyüğünü iyi tanırdım, sakin ve şen şakrak bir yapıya sahip genç bir kız; küçüğü ise pek muhabbetimiz bulunmadığından tanıyamadığım biriydi. Ailemin hatrına selam verme kararı aldım ve otobüsün arkalarına doğru ilerlerken selam verdim.


 Kadın telaşla ve dikkatsizce çantasını karıştırıyor, acele davranışının sonucuyla da aradığını bulamıyordu. Selamımı görmezden gelerek alelacele sorduğu şey benliğimi pişmanlığa bürürken aynı zamanda insanlığa duyduğum sevimsizliği çoğaltacak nitelikteydi:

-”Ey, kartın varsa bassana! Benimki...” 


 Ya şaşkınlıktan dinlemeyi unuttum ya da kendisi yaptığı ayıbı fark etmiş olacak ki cümlenin gerisini dile getirmedi. Ben de yüzümdeki şaşkınlığı gizleyemeyerek fakat bozuntuya da vermeden:

-”Benim ki abonman yani aylık, o yüzden tekrar basamıyorum. Üzgünüm.” dedim ve onun adına duyduğum utançla, simasını hatırlayamadığım ancak durumuma şahit olup da benimki kadar olmasa da kısa bir şaşkınlık geçirmiş olan genç bir kızın yanına, pencere kenarına oturdum. Yol boyunca düşüncelerimin medceziri eşliğinde dışarıyı, daha çok gökyüzünü izleyerek kabaran sinirlerimi yatıştırmaya çalıştım. Bir müddet sonra ise Seyitnizam durağında inerek kursa gittim…


 Bir zaman sonra benim için doğal bir ritüel haline gelen ancak başkaları tarafından oldukça garipsenen günlük rutinimi tamamladıktan sonra eve geçtim.

Yalnızca annem evdeydi ve kılacağı akşam namazı için abdestini alıyordu. Ona selam verdikten sonra odama çıkıp pijamalarımı giydim ve su almak için mutfağa indim. Annem yüzünü kurularken bana neler yaptığımı, günümün nasıl geçtiğini, ablama hangi hediyeyi almaya karar verdiğimi ve alıp almadığımı sordu.


 1 Ocak’ta benden dört yaş büyük olan, annemin altıncı ve benden bir önceki çocuğunun doğum günüydü. Bugün ise günlerden 26 Ocak’tı. Finallerim neticesinde bir türlü kutlamaya gidememiş ve aramaya dahi fırsat bulamamıştım. Benden ümidini kesince kendisi aramıştı, çoğu akşam arayarak neler yaptığımı ve ne zaman geleceğimi sorar, bir saate yakın muhabbet eder sonra da onun çocukları, benim keyfi meşguliyetlerim derken vedalaşır ve telefonu kapatırız.


 Annemin suallerini tek tek yanıtladıktan sonra, öğlen vakti başıma gelip beni oldukça şaşırtan mevzuyu anneme açtım. Ona, onun yaşına oranla küçük olduğumu bildiğimi ancak gösterdiğim bunca saygıya karşın gördüğüm bu haşin terbiyesizliğin ve gösterdiği kayıtsızlığın beni kızdırdığını ve utandırdığını fakat gün içerisinde, gördüğüm bu davranışın nedenini de sorguladığımı anlattım. Annem ise şaşırmamış bir ifade ile çoktan gerçekleşmiş ya da gerçekleşeceğini biliyormuşçasına konuya hakim bir ses tonu ve bakışla, bu sevimsiz kadının gençliğini ve evlendikten sonraki halini anlattı:


-“Gençken çok beğenirdim onu, özenli ve düzgündü. Oturup kalkmasını bilirdi, İmam - Hatip’te okurdu, bilgili gözükürdü ve güzeldi de. Ancak liseden sonra evlenip ve çoluk çocuğa karışınca çevremde gördüğüm birçok kadının yaptığı gibi kendini saldı. Evlendikten sonra sanki tüm güzelliği, edebi, düzeni ve nezaketi üzerinden yolunup alınmış gibiydi. “Özüne dönmek” diyorum ben bu duruma. Genç kız iken olduğunun tam tersi olmuştu, aramız da evlendikten sonra açılmıştı zaten ama bu kadar değişeceğini düşünmediğim ve bilmediğimden bir gün misafirlikte, tanıdık tüm Kazak gelinlerinin toplandığı odada, ortada çay eşliğinde bir muhabbet dönerken tavırlarındaki çirkinlik ve ağzını doldurarak konuşması, konuşurken ellerini havaya, kavgaya girişir gibi biçimsizce ve ahenksizce savuruşu ve ahengini yitirip çatallaşan kahkahası beni fazlasıyla şaşırtmıştı, çok değişmişti... Bu duruma “özüne dönmek” diyorum çünkü annesini de tanırdım onun, yerin kulağı duymasın ancak rahmetli çok yaman bir kadındı, üzerinde yabancı bir kibir taşır sözcükleriyle taşlardı insanları. Çirkin ve pek sevilmeyen, kaba bir kadındı, zaten ben çocukken de öldü... Her neyse, özüne dönmek bu işte, kadın daha serpilmeye başlar başlamaz evlendi. Evlendikten sonra da edindiği tüm bilgileri, ahlakı yitirdi. Evlendikten sonra özüne yani annesine döndü işte. İnsan neyse odur ama “o” olarak kalmayıp üzerine yeni yeni bilgiler ve güzel güzel huylar eklerse zamanla özüne dönse bile kendisi olur. Onun gibi kadınlara “kaldırım kadınları” derim ben. Sana yaptığı bayağı ayıp ama yadırgamıyorum, sen de yadırgamamalısın, soyları tükenmez bunların. Hem selamını vererek iyi yapmışsın ama bundan sonra verme... Sana ayıp, bana ayıp.”


 Annem bunları anlatınca yadırgamamam gerektiğini daha bir iyi anladım. Ben de bu 20 yıllık yaşamımda az çok şahit olmuştum bu “özüne dönme” mevzusuna ama duruma isim veremediğimden hatıra boşluğumda diğerlerinden bağımsız asılı kalmıştı bu örnekler. Ufak bir iç mukayese ile taşlar yerine oturunca ne utancıma ne de kızmama değmeyeceğini anladım. Annem de bu aydınlanışımı fark etmiş olacak ki “özüne dönmeye” ehemmiyet vermiş ve bu alakanın sonucu olarak hatırına, geçmiş zamanda benimle alakalı bir konuda bu cümleyi kullandığı gelmişti:


 “Sen küçükken, henüz orta bire giderken beni okuldan aramışlardı. Yine kavgaya karışmışsın ama bu sefer uyarıyla yetinmeyip, disipline vererek uzaklaştırmayı planlıyorlardı seni. Şimdikinden daha genç ve alımlıydım o zamanlar, şimdi altmışıma tırmanıyorum ve bu tırmanışta gitgide yoruluyor ve çirkinleşiyorum... O zamanlar daha da özenli giyinirdim tabii, biçimi olan vücuduma bir çok şey yakışırdı, şimdi biçimsizleştik, sarkıyoruz kızım. Neyse, okuluna gittim İlk önce, okulun pediatrik psikoloğu mu neydi? Genç ve güzel bir kadındı, onunla görüştük. Yanımda oturmuş kızgın ve öfkeli bir şekilde burnundan soluyordun, çok küçük ve tatlı ama canın acıdığında da panter gibiydin. Acaba kime çekmişsin?! Kadınla konuştuktan sonra seninle özel konuşmak için odadan çıkmamı rica etti ve ben de çıktım, 10 dakika kadar sonra seni odadan çıkartıp beni çağırdı ve bana çok samimi bir şekilde, hatıraları canlanmışçasına hafif bir tebessümle, tatlı yüzündeki koyu gözleri parlayarak şöyle dedi:


-”Kızınızla konuştum ve bana hiç yabancı gelmedi yaşadıkları, ben de küçükken akranlarım ve bazı yetişkinler tarafından dışlanırdım; ırkçılığa, ayrımcılığa maruz kalırdım. Tabii kızın kadar dişli değildim, tepki gösteremezdim ama anlıyorum onu, hem yaşadığım hem de bildiğim için. Muhtemelen neden dışlandığını anlayamıyor, kendileriyle diğer kızlar arasındaki farkı çözemiyor ve bu kafa karışıklığı ile kızların davranışlarındaki kabalık ve dışlama eğilimi, kızınızın içinde birikerek bir şiddet halinde dışarıya yansıyor. Bu durumun onun için katlanması zor ve tepki gösterilmesi şart olan bir davranış halini alması bu yaş için normal ve hatta iyi bile, benim gibi yaşadıklarını sineye çekip içten içe üzülmesindense bir tepki, kötü bir tepki olsa bile bir tepki göstermesi nispeten iyi bir şey. Kızınız daha önce de bahsettiğim gibi üç kızla tartışmış ve aralarında kendisine sataşıp kavgayı başlatan kızı duvara yaslayarak boğazlamış. Kızı da gördüm kısa boylu, şımarıkça bir kız ama boynunda izler, yüzünde ise nefessiz kalmanın getirdiği kırmızılık hala vardı. Kızın 12 yaşında ve bana birinci sınıftan bu yana akranları tarafından bu tarz yaklaşımlara maruz kaldığını söyledi, nedenini anlamıyor ve hala sorguluyor gibi geldi bana, davranışlarındaki asilik de bunu kanıtlıyor. Siz söyleyin; sesindeki aksanın, çekik gözlerinin ve sarı benzinin farkında mı? Yani diğerlerinden farklı gözüktüğünü düşünüyor mu?”


-"İlkokula yeni başlamışken bir keresinde yine okulda birileriyle tartışıp geldiği yüzünün asıklığından belli olup bana diğerlerinden farkının ne olduğunu sormuştu. Akılsız çocukların bilinçsizce yaptığı ırkçılığın kızımın üzerindeki tesirini görünce üzülüp soruya tam yanıt vermeden ama yalan da söylemeden, “Pek bir farkımız yok canım, hepimiz Türk’üz. Sadece onlar Türkiye Türk’ü, bizse Kazak Türk’üyüz, tek farkımız bu.” demiştim. O, bunun nedeninin sadece isim farklılığı olduğunu sanmıştı herhalde, o günden bu yana sormadı. Sadece kendisine “Çinli, Japon, Tatar” denmesinden, hakaret edilmesinden bıktığını sitemle dile getirdi birkaç kere ve ben de hep avuttum onu, farkımız olmadığına inandırmaya çalışarak.”


-”Garip bir şekilde doğru olan bu, bu yaklaşımınız aslında. Muhtemelen dış görünüşünü idrak etmeye başlamıştır ama sizin telkinlerinizle aslında pek bir farkı olmadığını düşünüyordur kendi kendine. Sizin de değindiğiniz gibi bilinçsiz çocukların bu kendisinden farklı gördüklerini dışlayan su katılmamış ırkçı, saf ayrılıkçı tutumları aslında sadece çocuklarda olan bir şey değil; bilinci yerinde olan erişkinler, öğretmenler dahi yapabiliyor bu durumu. İlkokulda öğretmeni hakkında bir sitemi, şikayeti var mıydı?”


-”İlkokul öğretmeni Fidan Hanım’dı. Birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar öğretmenliğini Fidan Hanım yapmıştı. Birbirlerinden çok şikayet ederlerdi, Fidan Hanım ‘Kızın yine ödevini yapmadı’ diye beni çağırır ve ıslah etmemi öğütlerdi. Kızım ise bazı günler okuldan ağlamaklı gelir, üstünü değiştirir değiştirmez sokağa inip dut ağacına çıkardı. Orası diğer çocuklar tırmanamadığı için sadece onun sığınağıydı. Bir gün yine bu halde gelince vaziyetinin nedenini sordum, sormayınca anlatmazdı çünkü. Bana ödevini yapmayı unuttuğunu ancak okula giderken hatırladığını, bu yüzden ders başlayana kadar midesinin yanıp bulandığını, ders başlar başlamaz da ilk etapta ödevler kontrol edildiği için midesindeki yanmanın arttığını ve terlemeye başladığını, diğer ödev yapmayan sınıf arkadaşları birer bahane ile sadece iki kat fazla ödev yapmakla mükellef tutulup es geçilirken, kendisi ve otizm problemli sınıf arkadaşı Berk’in bahaneleri geçersiz bulunmuş. Fidan Hanım kızmakla kalmayıp hem iki kat ödev vermiş hem de ilk ders boyunca, girişin yanındaki çöp kovasının dibinde tek ayak üstünde bekleme cezası vermiş. Kızımın bahanesi ise basit bir “unuttum” olduğu için Fidan Hanım'a geçerli bir sebep gibi gelmemiş sanırım ancak ben kızıma sonucun önemsizliğinin yanında dürüstlüğü aşılarım hep. Bir keresinde de yine ödevini yapmadığı için kulağını kıvırarak çekmiş. Bunun gibi birçok vaka ile geldi eve, hepsini size anlatmaya gün yetmez.”


-”Anlıyorum, ben de bundan bahsediyorum işte. Şimdiki öğretmenlerine de danıştım bugün gerçekleşen mevzu üzerine. Onların bana söylediklerine göre, kızınız derslere pek katılım göstermemekle birlikte ders esnasında sınıfın düzenini bozacak davranışlarda bulunmaz, ders o an kaynıyor olsa bile ağzını bıçak açmazmış. Bunun nedeninin ilkokuldan geldiğini varsaymıştım, haklı olmak istemezdim. Olayı bir yetişkin gözünden değil de onun gözünden görebiliyorum aslında, ürkekliğini gizleyen bir saldırganlık bu fakat haksız yerlerde göstermiyor bu davranışı... Müdire Nazan Hanım, beni aracı olarak görevlendirip hem sizi ve kızınızı dinlememi hem de bilgilendirmemi istedi fakat bu vukuat, kızınızın ilk vakası olmadığından dolayı bu durumdan bitap düşmüş ve artık gerekli gördüğü disiplin işlemlerini başlatmak için benim raporumu bekliyor. Ben birazdan raporu doldurup teslim edeceğim ancak kızınızda bir kusur görmediğimi, hatanın karşı tarafta olduğunu belirteceğimden emin ve ferah olunuz. Şimdi görüşmemiz bittiğine göre artık müdire hanımla konuşmanız daha iyi olacaktır, kendisi sizi odasında bekliyor. Geldiğiniz için teşekkür ederim, iyi günler.”


 Annem anlatmaya devam ettikçe canlanıyordu anılar, birinci sınıftan beri aynı sınıfa dahil olduğum Damla ile birçok kez tartışmış ve yeri geldi mi itişip kakışmıştık. Sokaktaki çocuklarla tutuştuğum kavgalardan dolayı daha deneyimli olduğum için onu hep alt ederdim ama sınıf öğretmenimizin ve Müdire Nazan’ın gözünde “şeytan” olan bendim. Ayrıntıları hatırladıkça gülmeme engel olamadım. Bir keresinde, Nazan Hanım'ın bana yine yedinci sınıfta ettiğim bir kavgadan ötürü nöbetçi öğretmen tarafından odasına götürülmemin ardından “Dikbaşlısın sen, dikbaşlı! Ne zaman akıllanacaksın bilmiyorum!” diye sitem etmesi gelmişti aklıma. Ben yedinci sınıftayken aynı boydaydık kadınla ve ara ara görüyorum ki şu an boyunun omzuma geldiğini düşünüyorum. Tuhaf ama özlediğimi hissediyorum kadını. Kendilerini az rahatsız etmemiştim nasılsa...


-"...Kapıyı çalıp içeri girdim. Müdire Nazan Hanım, kısa boyuna rağmen onun gibilere yakıştırdığım “demir leydi” sıfatını koruyacak kadar otoriter bir tavırla “Oturunuz!” demişti. Oturdum ve psikolog ile görüştüğümü ve raporu doldurduktan sonra kendilerine sunacağını söyledim. Kafası hala önündeki evrak işlerindeydi, işini ciddiye alması bende ona karşı büyük bir saygı uyandırıyordu, muhtemelen de bu herkes için böyle olmalıydı. Bu odaya her girişimde, bu odaya giren herkeste istisnasız bu saygıyı uyandırdığını ve hatta bunu bilerek dahi yapıyor olabileceğini düşünmekten kendimi alamazdım hiç. Bir müddet sonra kafasını kaldırıp gözlüğünü geriye iterek şöyle dedi:


 “Lafı uzatmaya lüzum yok Nuriye Hanım. Bir ay içinde bu, kızınız hakkında üçüncü şikayet ve Damla’nın velisi geldiler, kızınızın uzaklaştırma alması konusunda ısrarcılar. Ben de Damla’nın vahametini gördükten sonra bu kanıya vardım, hala ağlıyor ve yüzündeki allıklar gitmiyor. Ekseriya derin nefes alırken de öksürüklere boğuluyor. Polise değil de okula danıştıklarına şükretmeniz gerek. Siz gelmeden önce hem kızınızı hem de Damla’yı dinledim, birbirlerinden şikayetçiler, çocuklar böyledir işte. Ancak darp söz konusu olduğu için okulun buna uygun gördüğü şey disiplin ve uzaklaştırmadır, birçok belge hazır yalnız raporu bekliyoruz. Elif Hanım ile görüştünüz, o da Damla’yı ve kızınızı dinlemiş olmalı. Umarım mevzu hakkında hayırlısı olur ancak söyleyiniz bu kızınızın hali nedir? Hakkında ilkokuldan bu yana şikayet alıyorum ve bu gibi nedenlerden ötürü sık sık odama geliyor. Anlayamıyorum, evde sorunlar mı var? Derste kendi halinde olduğunu duyduğum bu kız neden hep sınıf arkadaşlarından gelen şikayetlerle, teneffüsteki kavgalarıyla yanıma getiriliyor? “Sataşıyorlar!” diyor sadece, “Laf atıyorlar, sataşıyorlar, kızdırıyorlar.” diyor, açıklama yapmıyor. Hanımefendi bakın; bu kez sınırı aştı, sınıf arkadaşını boğmaya çalışmış! Diğerlerini anlayabilirim, onun gibi başka vakalar da var ancak bu nedir?! Böyle giderse ileride düzelmez bu kız, bu sizi okula kaçıncı çağırışım, kulağını çekip uyarmıyor musunuz yoksa? Bu yüzden mi devam ediyor bu asi tavırlarına? Anlatınız lütfen...”


 Nazan Hanımın bu isyanını daha önce hiç duymamıştım, katıla katıla güldüm ancak üzüldüm de bir yandan, annemden açıklama beklemesini yalnız beni disipline vermek istemeyişine yorabilirdim. Boşuna “demir leydi” değildi o, istikrarlıydı ayrıca bu tarz davranışlara müsamaha göstermeyeceğini her odasına girişimde sesinin tonuyla gösterirdi bana ama bu sefer hissettirdiğinin aksine davranışlarıma annemden açıklama istemek için bile duraksamış olması öğrencilere, belki de bana değer verdiğini gösteriyordu. Müdireliğinin hakkını verdiğini şimdi anlıyordum. Kadına zaten saygı duyuyordum ve ne kadar inkar etsem de onu ve odasına gitmeyi çok seviyordum. Bu kadar klasik olması hoştu. Geniş odasında ahşap döşeme, büyük ceviz masa, masanın ardında yapıca büyük deriden döner sandalye, önünde ise karşılıklı iki adet tek kişilik yine deriden imal koltuklar ve sağ duvarda zarif bir şekilde içi hem kitap hem de çeşitli biblolarla döşenmiş geniş bir kitaplık vardı. Sol duvarda ise büyük iki pencere ve pencerelerin arasındaki duvara dayanmış, mobilyalarla uyumlu bir gümüşlük ve gümüşlüğün içinde sergilenen başarı kupaları ve ödülleri vardı. Karşıdaki duvarda ise ilk defa o odada gördüğüm farklı bir Atatürk resmi ve Gençliğe Hitabe'sinin altında daha küçük ve yatay çerçevelerde tahsilinin en küçük kazancı olan diploması ve bir başka başarı belgesi asılıydı. Kadın olanca kısa boyuna ve yaşına rağmen asilliğinden ödün vermemiş, sarı renkli omzunda biten küt kesimli saçları ve sekreterlere layık, ciddi ancak çekici duran koyu-kızıl renginde basık yapıdaki kedi gözlüğü muhtemelen bir tek ona yakışırdı. Ya da sadece onda gördüğüm için yalnız ona yakıştırıyordum. Aklımdan bunlar geçerken annem anlatmaya devam ediyordu:


-"...Müdire Hanım, ben kızımı tanıyorum. Evde de sessizce oyalanır, yüz vermedikçe şımarıklık etmez ki çocuklar biraz da şımarmalıdır efendim, gün geçtikçe insan büyüyor, hep çocuk kalmayacaklar. Evvela evde de bir sorun yok, bunu temin ederim. Suallerinizden anladığım kadarıyla sizi bu düşünceye iten ve şaşırtan davranış için fazlasıyla üzgünüm ancak bahsettiğim gibi; kızımı tanıyorum ben, haksızlığa uğramadıkça bunun gibi aşırı tepkiler vermez. Ayrımcılık yapıldığını, çocukların bilinçsizce yaptığı ırkçılığın tesiratından bilmem kaç kere haberdarsınız. Tüm sorunlar bu kaynaklıdır, daha ne kadar izahat edilmelidir? Benim kızıma sözüm yeter, kulağını çekmeme gerek yok, o beni dinlemesini bilir, onu yetiştiren de terbiye eden de benim. Ancak öğretmenler bu gibi çocukları uyarıyorlar mı, bunu oldukça merak ediyorum. Evvela gerekenin bu olduğu kanısındayım, ben bir kere uyardım, kızıma bu yeter, peki ya siz kaç kere uyardınız? Duymama gerek yok, 'sadece sorunlu görünenle ilgilenilir, diğerlerinin kusuru yoktur' işte sizin protokolünüz budur. Şimdi şu sualimi yanıtsız bırakmayın, beni nasıl görüyorsunuz? Kaba yahut pasaklı mıyım? Saygıda kusurum var mı? Lütfen cevaplayın...”


   “...Sualim karşısında şaşakaldı!” dedi annem, bense konunun nereye bağlanacağını az çok tahmin ediyor ve annemin koskoca Demir Leydi’ye saygı çerçevesinde kafa tutmasından oldukça keyif alarak bu benimle alakalı ancak hiç bilmediğim detayları dinliyordum. Her “…benim kızım!” deyişinde göğsüm kabarıyor, kocaman sırıtırken gözlerim doluyordu.


 Annemi seviyordum. Asla fazlası olamaz anneleri sevmenin, elimizden hep en azı gelir ve hep en azıyla severiz. Bütün bu karmaşık ve kötülük taşan yaşamımda bazen sadece annemin varlığına tutunuyorum, kime “demir leydi” derse desin, ben onun kadar hem nazik hem de ağırbaşlı demir leydi görmedim! Ne yazarsam yazayım belki de sırf onu üzmemek için yaşadığımı dile getiremiyorum ve bazen ne kadar kızarsam kızayım, üzüldüğümde tıpkı küçüklüğümdeki gibi başımı önce göğsüne sonra ise kucağına yatırıp, o saçlarımı okşarken derdimi en ince detayına kadar utanıp sıkılmadan anlatabildiğim tek kişi oluyor.


Canım annem benim, kıymetli validem... Benim sırtımı yasladığım ağacım, kimsenin tırmanmasına müsaade etmediğim sığınağım, gözyaşlarımla suladığım dut ağacım... Ben düşersem seni kimse sulamaz diye korkuyorum, kimse omzuna çıkmaz belki, kimse sana sırtını dayamaz diye üzülüyorum çünkü sen, karşısında güçlü durman gereken biri olmadıkça ihtişamını göstermezsin, gücünü kaybedersin, biliyorum. Ben yiterken senin de yitmeni istemiyorum. Henüz daha küçük yaşlardayken düşerken takıldığım ve bir meyve gibi yetiştiğim dallarını bir gün bıraktığımda senin de düşeceğinden korkuyorum anne. 20 sene boyunca o dallarda büyüdüm ben, dutlarınla besledin beni. Ya beni dengede tutan sen iken, seni de dengede tutan bensem? O zaman ben düşerken devrilirsin sen. Tanrı seni bana bağışlamakla iyi mi etti? Bilmiyorum...


 ...Müdire’nin, annemin sualine cevabı şu olmuş:

-”Estağfirullah Nuriye hanım! Gayet kibar ve naziksiniz hatta sizi ilk çağırışımda öğrencimin annesi olduğunuza inanamamıştım, o kadar asi ve dikbaşlı bir kızın bu kadar entelektüel ve edepli bir annesi olduğunu tasavvur dahi edemezdim. Bu kadarı yeterliyse, sualinizle nereye vardığınızı açıklayın.”


 Annem bu sözleri ilk kez duymadığını, daha önce küçük abimin de benimkine benzer vukuatlarında öğretmenlerin annemi görünce şaşırdıklarını ekledi. Onlar annemin gelmesini endişe ile beklerken pasaklı ve kaba yani kısacası “kaldırım kadını” gibi bir kadın beklemişler ve gözlerinin önünde canlanan görüntüyle içeriye giren zarif görüntü birbirine denk olmayınca kahkaha atmaktan alamamışlar kendilerini. Validem, o tatlı yüzünde hatıraların beraberinde getirdiği alçakgönüllü, yarı utangaç tebessümünü eksik etmeyerek devam etti anlatmaya:


-"Müdire hanım, günü gelir ve insan özüne döner. Onun annesi yani “özü” benim ve ben size göre sakin, nazik ve edepliysem, merak etmeyin kızım da yetişip serpildikten sonra bana benzer. O da zamanla konuşmasını bilecek ve artık elleriyle değil sözleriyle savunacak kendini. Öfkesi daha taze ama anladıkça bırakır bu huylarını. Bu biraz önceki sualinizin cevabıydı. Kuşkunuz olmasın büyüdüğünde kendine bir şeyler katmasa bile hiç olmazsa bana döner. Siz de hak verirsiniz ki bu doğrudur ancak gelecekte sadece bana dönmemesi, okuyup kendisine bilgi, başarı katması için bu okulda tahsile devamı gerekir. Siz ister misiniz elinde fırsat varken elinden alınıp gelecekte sadece bana dönsün? Evet, kimse istemez. Bu yüzden lütfen af buyurun...”


 Annemin bunu demesiyle tahminimde haksız olmadığımı anladım ve haklı çıkmamın yanında annemin benim için “Demir Leydi” ile sözlü mücadeleye girişmesine ve galip ayrılmasına o kadar sevindim ki, sevinç nidalarıyla boynuna sarılıp öpmekten alamadım kendimi... O da yanağıma minik bir buse kondurduktan sonra ekledi:


 -“Müdire Nazan Hanım da tasdik etti dediklerimi, haklı buldu beni... Daha sonra konuşma bitti ve selamlaşarak ayrıldık ama etkilendiğini hafif de olsa değişen davranış ve nazarında görebiliyordum. Akıllı bir kadın olduğu için ona lafı uzatmaya gerek yoktu, tek o cümlem de yeterdi bilirim ama söz konusu tahsilin olunca riske atmayı göze alamadım, bu yüzden açıkladım. Daha sonra Elif Hanım'ın aramasıyla disiplinin çekildiğini ve raporun onaylandığını öğrendim. Sadece uyarı girmişlerdi. İşte böyle canım, sadece insan değil her şey zamanla özüne döner ve kelimelerin gücü onu kullananın bilgeliğinde yatar. Lügatı bilmek önemli değildir, önemli olan anlamlarını kavrayarak kalbinde hissetmektir. Bazen 10 sayfalık yazıyı bir cümle özetler, bazen de bir kelime malik olur buna. Senin özün benim, bunu unutma…”


O böyle dedikten sonra diyecek kelamım kalmamıştı ki yavaştan kalktık sofadan, tekrar sarıldım boynuna ve bol bol öptüm küçükken kendisinin “dev mağara” diye adlandırıp hoşlanmadığı güzelim gamzelerinden. Annemin, ben küçükken de cesur bir kadın olduğunu nasıl olmuştu da fark etmemiştim.


 “İyi ki benim annem sensin, sabahki kadının benim özüm olmasını hiç istemezdim.” dedim büzüşmüş bir suratla. Gülümsedi hareketime, “Bak işte, bunu da daha önce duymuştum!” dedi…


Özlerimizin iyi olması ve onu engin bilgilerle giydirmemiz dileğiyle.


27.1.19

(03.47)