(12 sene önce)


Küçük Cihan yırtılmış yorganının altından yavaşça sıyrıldı. Yıpranmış ayaklarını kendine kocaman gelen yataktan sarkıttı. Derin bir iç çekti. Bu küçük yaşına dağ gibi gelen dertlerinin iç çekişiydi bu.

Bir süre küçük ayaklarını izledi. Oyalanmaya çalışıyordu sadece.

Rüyasının aklına düşmesiyle gülümsedi. Bir süper kahraman… Odasına giriyordu o uyurken. Ellerini uzatıyordu ona ve oradan beraber uzaklaşıyorlardı. Bir daha da dönmüyorlardı bu eve.

“Cihan çabuk gel buraya .” İlk küfürleri annesinden öğrenmişti Cihan. İlk kötülükleri annesinden görmüştü. Hayatı ona annesi göstermişti.

Annesinin puslu ve hırs dolu sesiyle irkildi Cihan. Ona çok kızacaktı yine. Görmüştü. Kesinlikle görmüştü yaptığı küçük hatayı.

Küçük Cihan dün akşam mutfak bezinin kenarını yakmıştı istemeden. Sadece yemek yapmaya çalışıyordu, acıkmıştı ve annesi üç gündür yoktu. Çok uğraşmıştı düzeltmek için ama yanan şeyler eskisi gibi olmuyordu bir daha, bunu anlamıştı.

Yavaşça indi yataktan. Bacaklarında ki morluklar hala acıyordu. Hiç istemese de annesinin daha fazla kızmasını istemediğinden hızla salona koşturdu çıplak ayaklarıyla. Eski eşyaların ve küf kokulu duvarların hakim olduğu salona vardığında annesinin sobanın kenarında onu beklediğini gördü. Ve arkasında her zaman ki eve getirdiği adamlardan biri vardı. Bununla birlikte daha da huzursuz oldu küçük çocuk. Annesinin elinde gördüğü şeyle birlikte titremeye başladı küçük Cihan. Başına ne geleceğini anlamıştı.

O sabah sessiz çığlıklarının arasında yemin etti küçük Cihan. Buradan kurtulacaktı. Bir gün çok uzaklara gidecekti. Ve o günden sonra bir daha kadınlara hep hakkettikleri değeri verecekti. Annesinin bile acımadığı bu dünyada ki hiçbir kadın iyi olamazdı onun için. 

(Günümüz)

Ben Özgür. Özgür Kayalar. On yedi yaşındayım. Bir kızım. Evet adım Özgür ve ben bir kızım. İstanbul’un nezih semtlerinden birinde oturuyorum. Anneannemle beraber yaşıyorum. Babamla annemi bir trafik kazasında beş sene önce kaybettik. O gün bu gündür anneannemle ikimiz varız benim hayatımda. Çok tatlı kadındır, biraz da huysuz. Tüm hayatımı anneanneme adadım. Onu mutlu etmek adına yaşıyorum, başka yaşama sebebim yok. Beni hayatta tutan tek şey anneannem.

Siyah okul çantamı otuz yedi numara yazlık spor ayakkabılarımın hafifçe önüne bıraktım. Çanta önce devrilecek gibi öne doğru eğilse de küçük bir ayak darbesiyle onu kurtardım ve işte şimdi yerde sabit bir şekilde güzelce duruyordu.

Sıcaktan ensemi yakan saçlarıma bir çözüm bulmak için kafamı geriye atıp kahverengi, gür saçlarımı sıkı bir atkuyruğu yaptım. Siyah V yaka tişörtümü düzelttim. Hava çok sıcaktı. Eylül on beş sanki Ağustostan gün çalmışçasına sıcaktı ve de bu hava İstanbul’ un nemiyle birleşince iyice çekilmez bir hal alıyordu. Yapış yapış bir hava vardı. Hani şu ciğerlerine oksijen yerine su buharının dolduğu... Bir an önce bu havadan kurtulmak adına yere eğildim ve güneş ışınlarının acımasız vuruşlarından kumaşı yanmak üzere olan sırt çantamı hızla tek elime aldım ve omuzlarıma hızla taktıktan sonra önümdeki büyük binaya baktım. Büyüktü, çok büyük… Dış cephesi beyazın çok hoş bir tonuna özenle boyanmıştı. Binanın büyük pencereleri içerinin havadar olacağının bir göstergesiydi. Binanın etrafında özenle dikilmiş rengarenk çiçekler bahçeye yaşıyormuş havası veriyordu. Bina ve çevresi cidden çok güzeldi. Bir okul için fazlaydı bile.

Müdürün iddia etmesine göre burası kocaman bir aileymiş, büyük ve asil başarının anahtarıymış. Kendisi burayı pek övmüştü. Orada ben yokmuşum gibi kurduğu cümlelerinden bazıları hala zihnimde dönüp duruyordu. “Aysel Hanım, torununuz burada en büyük başarıyı elde edecek. Sabır ve azmi öğrenecek. En gelişmiş teknolojik aletlerimizle en iyi eğitimi alacak. Planlı ve düzenli çalışmalarımız ona en güzel üniversitelerin kapılarını açacak. En iyi hocalarımızdan en iyi test çözme taktiklerini öğrenecek…” Kısacası klasik pazarlama cümleleri. Saçmalardı… Ama anneannem bu sözlere çabuk tav olmuştu. Onun için bunlar büyüleyici cümlelerdi. Benim en iyi eğitimi almamı istiyordu. Babaannem köyde babası yüzünden zorla evlendirilmiş on ikisinde, on dördünde anneme hamile kalmış. Okuyamamış, içinde ukde kalmıştı okuma sevdası. Babasına her gün lanet ederdi anneannem. Çok kendinden emin ve hakkını savunan bir kadındı. Sanırım eskiden çıkaramadığı sesinin şimdi biraz da hayat bulmasıydı bu halleri, bazen fazlasıyla savunabiliyordu bazı şeyleri. Yine de ona koca bir kadın denemezdi, kendisi tam olarak koca bir çocuktu. Ölü kız çocukları büyüyemez değil mi? Şimdi benim onun yapamadıklarımı da yapmamı istiyordu. Ben de yapacaktım. Kendim için değil, onun için. Kendim içim yaşamayı çoktan bırakmıştım ben.

Bahçede bir sürü öğrenci vardı. Kimisi sohbet ediyor, kimisi atışıyor, kimisi aşk sandıkları şeyi yaşıyorlardı. Yine de çoğu benim aksime hayat doluydu. Bense hayatımı çoktan orada, tam olarak o noktada bırakmıştım. Bir daha da geri dönüp de almamıştım. Yaşamak istememiştim bir daha. Ya da istesem de sanırım yaşayacak bir hayat kalmamıştı benim için. Kalbim sadece kan pompalıyordu buradaki hayat pompalayan kalplerin aksine. Onlarda neşe, hüzün, heyecan, umut… hepsi vardı. Bende ise sadece ölü toprağı vardı sanırım. Kısacası pek de yaşıyor sayılmazdım. Sadece fiziki olarak yaşıyordum.

Hızla kafamı sesin geldiği yöne çevirdim. Görüş açıma ilk giren biri altta biri üstte hiddetle kıpırdanan bedenler oldu. Birkaç saniye sonra olayı çoktan kavramıştım; iki öğrenci kavga ediyordu. Biri kızıl saçlı olan iri yarı beden, iri yarı derken kiloludan çok kasla donatılmış bir bedenden bahsediyorum, diğerini cidden fena bir şekilde dövüyordu. Alttaki beden yukarı çıkmak için çırpında da başaramıyor ve gücü git gide tükeniyordu sanki. Oradaki hareketlilik dışında herkes donmuş bir şekilde korkunç manzarayı izliyordu. Sonra bu iki kişilik hareketliliği bir anda araya giren hocalar durdurdu. Beş dakika içinde iki tarafta birbirinden ayrılmıştı. Kavga boyunca altta kalan sarı saçlı, fazlasıyla uzun boylu olan, ince yapılı çocuk sağ tarafta, bahçedeki göletin yanındaki banka oturmuş kendine gelmeye çalışıyordu. Ama dev adam sanırım hıncını alamamış olsa gerek ki bir kere daha çocuğun üzerine yürümeye başladı ki yine araya girip onu sarışın çocuktan hızla uzaklaştırıp binaya soktular. Kızıl saçlı olan kavgacı birine benziyordu. Gitmeden önce yüzünü görmüştüm ve cidden hoş sayılmayacak bir görüntüye sahipti. Yüzü kan içindeydi, dudağının kenarı patlamıştı, kaşı hafifçe yarılmıştı ama diğer çocuk çok daha beter haldeydi. Onun ağzı yüzü görünmüyordu bile. Herkes dağılmaya başlayınca ben de dikkatimi geri topladım ve yavaşça binaya doğru yürüdüm. Bu olay bana sıcağı bile unutturmuştu o an. Nedensizce fazla odaklanmıştım o an. Başımı iki yana salladım ve binanın iki kapısından ilk önüme gelenden içeri girdim. İçerisi oldukça ferahtı. Duvarlar dışarısı gibi yine beyazın çok hoş bir tonundaydı. Etrafta büyük panolar ve başarı belgelerinin, kupaların ve madalyaların olduğu bir bölüm bile vardı.

Şimdi müdürün odasını bulmam ve ondan sınıfımı öğrenmem gerekiyordu. Etrafıma bir süre bakınsam da müdürün odasını işaret eden herhangi bir yazılı tabela ya da herhangi bir şey göremeyince önümden geçen kısa boylu bir kızı kolundan kavradım. Kızın şaşkın bakışları aynı anda hemen gözlerimle buluştu. Tatlı bir şeydi. Hafif dalgalı kahverengi saçlı, çilli, büyük gözlü minnak bir kızdı. Neden bilmem kediye benzetmiştim kendisini. Üzerinde mavi bir bluz ve siyah bir kot pantolon vardı ve cidden çok hoş duruyordu.

Kızın tepkisi cidden garip oldu.”Aaaaa…” Alfabenin ilk harfini fazlasıyla uzatmıştı kendisi. Devam etti. “Sen yeni öğrencilerdensin, ben de sizleri merak ediyordum. Aslında çoğu kişi merak ediyordur eminim ki ama ben daha çok merak ediyordum.” Fazla mı heyecanlıydı sanki? Kendini tanıtmaya başladı çabucak. “Ben Masal ve tanıştığıma şimdiden çok memnun oldum!” dedi büyük bir heyecan ve kocaman bir gülümsemeyle. Çok neşeliydi, benim aksime… İçten ve samimiydi. Yine de hiçbir zaman şu önceden memnun olma olayını anlayamamıştım. Sonuçta daha ilk görüşte birini tanıyamazdınız ya. Nasıl memnun olurdunuz ki?

Bir tepki verme ihtiyacı hissettim oluşan sessizlik yüzünden ama ben daha bir şey diyemeden koluma girip konuşmaya devam etti. “Şimdi sen kesin müdürün odasını arıyorsundur.” Şaşkınlıkla kafamı ona çevirdim. “Diyeceksin ki nereden bildin. E sonuçta buraya ilk gelen yeni öğrenci değilsin. Buraya her yeni gelen bizim müdürün tabelasının bir türlü koyulamadığı gizli odasını arar. Hadi gel seni oraya götüreyim.” Çok hızlı konuşuyordu. Biraz fazla heyecanlı bir kızdı.

Tam bitirdi sanmıştım ki büyük bir şaşkınlık ifadesi yüzünü buldu ve devam etti. “Aaaaaa… Bu arada ben senin adını sormayı unuttum.” ellerini beline yerleştirdi ve kaşlarını kendine kızarmış gibi çattı. “Çok kabayım. Hadi baştan başlayalım ben Masal ve sen deeee …” diyerek durdu. Soran gözler bana bakmaya başladı.

Evet arkadaşlar. İşte işin en kötü kısmına gelmiştik. En sevmediğim kısmına …Yıllarca bu hatanın acısını çekmiştim. Benim adım normalde Özge olacakmış ama nüfus memurunun hatası işte…

Bir süre o bana ben ona baktım. Aramızda garip bir sessizlik oluştu. Hatta biraz fazla bekletmiş olsam gerek ki Masal’ın eli hafifçe aşağıya düşmeye başladı. Sonunda saçma düşüncemi sonlandırmaya karar verip çekingen bir tavırla ben de elimi uzattım. “Ben de Özgür.” dedim.

Kızın yüzüne bakmamayı tercih ediyordum. Sonuçta yine o saçma gülüşlerden birini sunacaktı herkes gibi bana. Ama beklediğim gibi olmadı. Ben dalga geçmesini beklerken o daha da neşelendi. Neden bilmem. Ellerini yanaklarına koyup kocaman gülümsedi. Sanırım ismimi beğenmişti. Harbi değişik bir kızdı. ”Vay canına cidden güzel bir ismin varmış. Seni çok sevdim Özgür. Hadi gel müdürün odasına gidelim de ders başlamadan sınıfını bulalım.” Deyip tekrardan koluma girdi ve beni o yöne çekiştirmeye başladı. Cidden garip bir kızdı. Bu neşeyi nereden aldığını merak etmeden yapamadım. Ama bu garip neşesi ve heyecanlı tavırları hoşuma gitmişti. Kim bilir, belki arkadaş bile olurduk.

Sınıfım bugün belli olacaktı. Son dakika kayıt olunca böyle sorunlar ortaya çıkabiliyordu. Çünkü daha dün kayıt olmuştum. Kaydımı neden almışlardı hiç anlamamıştım.

Müdürün odasına varana kadar konuşmaya devam etti. Hiç susmadı, hem de hiç. Konuşurken aynı onun gibi, kıvırcık saçları heyecanla oynuyordu. “Bak Özgür, burası on birinci ve on ikinci sınıfların bulunduğu kat. On birlerde üç şube var ve belki aynı sınıftayızdır. Ay umarım öyledir. Ah bak burası da bizim resim atölyesi, burada çok eğlenceli vakit geçireceğine eminim; bir aşağı katta kantin var. Yemekleri çok güzeldir ama kantinci abi tosta hep az sucuk koyar bir de sucuğa para alır. Ondan tost alacaksan sucuksuz, beyaz peynirli ve domatesli tost al, beyaz peynirli tostu süperdir…” Bu heyecanı az da olsa gülümsememi sağladı. Bu kız harbi çatlaktı ama ben zaten normal sevmezdim. Bana kalırsa şu normal dedikleri şey çok saçmaydı. Sonuçta kime göre, neye göre normal? Değil mi?

Müdürün kapısına vardığımızda “Ben seni burada bekliyorum.” dedi ve içeri girmem için beni hafifçe ittirdi. Her zaman ki gibi elimde olmayan, sanırım hayatın bana verdiği bir armağan ya da ceza -henüz karar veremedim- olan sert adımlarımla yürüdüm odaya doğru. Kapıyı tıklattım. İçeriden gelmem söylenince beyaz, büyük ve işlemeli olan kapıyı sakince açtım. Müdür belli ki gösterişi seviyordu.

Altın renkli kapı kolunu bıraktım ve içeriye girdim. Oda fazlasıyla iyi döşenmişti. Müdürün masası tam ortadaydı. Arkasında ki kocaman cam pencereler içeriye güneşi davet ediyordu ki bu odaya ferahlık getiriyordu. Odanın sıcak olmasını beklerken müdürün kendisi için taktırdığı klima gözlerime çarptı. Oda cidden serindi ve dışarıda ki nemin aksine odada ki nem oranı yeterince iyiydi. O an ceza alıp tüm günü müdür odasında geçirmek gibi küçük bir düşünceye kapılsam da sonradan vazgeçtim.

İncelemem bittiğinde içeride biri daha olduğunu fark ettim. Bu bahçede ki kavganın baş rolü olan kızıl saçlı çocuktu. Ve oha! Yüzü aşağıdakinden daha da kötü görünüyordu. Yüzü kan ve yara bere içindeydi, yaraları daha da çok kanamıştı ama kendisi sırıtmaktan da geri durmuyordu. Ah olamaz, dişleri de kan içindeydi.

Müdür çocuğun bu tavrına sinirlenmiş olsa gerek ki hiddetle” Defol buradan! Bir de pişman değilim diyor! Bir de bir daha olsa yine yapardım diyor. Hale bak! Siz bir de büyüyüp adam olacaksınız (!) Pis terbiyesiz, çık hemen odamdan.” diye bağırdı hiddetle. Kızıl çocuk bir süre müdüre baktı. Baktı, baktı ve baktı. Bir şey demesini bekledim ama o tek kelime etmeden müdüre arkasını dönüp sert bakışlar ve hızlı adımlarla odadan çıktı. Adımları… Benimkilere benziyordu. Herkesin kendine has bir yürüyüş şekli vardı. Onunkiler sert ve kendinden emindiler. Bu garip hissetmeme sebep olmuştu.

Beni düşüncelerimden bölen müdürün sesi oldu. “Gel kızım, gel.” Bakışlarımı hemen müdüre çevirdim. Sinirden bıyıklarıyla oynuyordu. Bu görüntü içimde kocaman bir kahkaha atma isteği uyandırdı. Şimdiden müdürümüzün pazarlama cümleleri patlak veriyordu. Acaba anneannem görse ne yapardı? Kesin o koca çantasıyla müdürü evire çevire döverdi. Olası görüntüler gözümde canlanınca kendimi tutmam daha da zor oldu.

Kahkaha atma isteğimi tutamamaktan korktuğum için işimi hızla bitirmeye odaklandım. ”Hocam ben Özgür Kayalar. Sınıfım bu gün belli olacakmış. Bu sene okula yeni geldim ve sınıfımı öğrenmek için size uğradım.” dedim bir çırpıda. Hala gülesim geliyordu. Müdürün suratı sinirden kıpkırmızı olmuştu ve kızıl çocuk odadan çıktığından beri daha da düşünceli bir hal almıştı. Acaba ne düşünüyordu?

Şişko ve komik bıyıklı müdürümüz başını beni anladığını belli edercesine salladı ve başka soru sormadan önündeki dosyaları karıştırmaya başladı. Ve işte; 11/A.

Üç dakika sonra sınıfımı öğrenmiş ve yine Masalla kol kola yürüyordum. Kıvırcık saçları aynı onun gibi heyecanlılardı, başta olduğu gibi. Hiç nefes almadan konuşuyordu yine. Nasıl nefessiz kalmıyordu? “Ya bu nasıl güzel bir gün Özgür? Resmen aynı sınıftayız. Ah! Bak geldik, işte burası da bizim sınıfımız. Ben sınıftakilere çoktan bir göz attım. Bazılarını tanıyorum. İyi insanlardır hepsi. Sınıfta güzel yerde, bahçeyi görüyor. Ben bayıldım. Kesin burayı sen de çok seveceksin. Bak burası da benim sıram. Sen de cam kenarına otur, orası çok güzeldir. Hem aramızda kalsın fizik dersinde orası çok iyi oluyor çünkü yaşlı adam fazlasıyla sıkıcı ve oradan dışarıyı izlemek en iyisi.” diyerek konuşmasını bitirdi. Hayat dolu olması güzeldi ve bana cam kenarını vermesi de beni mutlu etmişti. Belki de bir arkadaşım olabilirdi. Kim bilir?

Masal bana yol verdi. Ben de hemen sıranın pencere kenarı olan kısmına geçip çantamı yere bırakıtım ve oturdum. Cebimden hiç eksik etmediğim kulaklıklarımı çıkardım. Bir ucunu telefona, diğer iki ucunu da kulaklarıma taktıktan sonra müzik uygulamasına girdim. İlk açtığım şarkı Model’den Sarı Kurdeleler'di.

“Kimse yeni yara açamaz artık, çok canım yandı acımaz artık…” diyordu. Kendime yakıştırdım bu şarkı sözlerini ve kendime armağan ettim onları. Kimseye ihtiyacım yoktu şarkı sözü almak için. Kendimleydim ve kendime armağan ediyordum onları.

Ben huzura kavuşmuşken Masal da yanımda kitaplarını çıkarmaya başladı. Ders edebiyattı sanırım. Masal renkli kalemlerini ve defterini sıraya tek tek yerleştirdi. Ben de mi acaba aynısını yapmalıydım? Evet, sanırım… Sonuçta artık derslerin bir ucundan tutmalıydım. Tam ben de kitaplarımı çıkarmak için eğilecektim ki ilgimi çeken bir şey oldu. Yine o çocuk hani şu kızıl saçlı olan. Ve… Ve işin ilginç yanı bana mı bakıyordu o?

Masal onu görünce heyecanla el salladı. Acaba popüler tiplerden falan mıydı?

Yüzünde kandan iz kalmamıştı. Ve ben de böylece yüzünün gerçek halini görebilme fırsatı bulabildim. Keskin yüz hatları, kemikli bir burnu ve yeşil gözleri vardı. Yakışıklı denebilirdi bile kendisine. Ama bu beni hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Çünkü insanların dış görünüşüyle ilgilenmeyi çoktan bırakmıştım. Ruhların önemi vardı benim için, dış görünüş hiçbir şeydi. Ben onu incelerken , o bizim sıraya doğru yürümeye başladı. Yürüdü, yürüdü ve yürüdü. Arkamdaki sıraya oturdu. Bir süre Masalla hararetli bir şekilde konuştular ama ben sevgililerin muhabbetine dahil olmak istemediğim için müziğin sesini daha da açtım ve gözlerimi kapatıp önüme döndüm.

Ben yavaş yavaş uykunun kollarına çekilirken Masal beni dürttü. Ne için beni dürttüğünü merak edip ona döndüm. Kaşlarıyla tahtayı işaret etti. Hoca gelmişti. Hemen ayağa kalktım. Hoca “Günaydın çocuklar, nasılsınız?” dedi şakıyarak. Üzerinde ki mor renkli, çiçek desenli elbise ona hoş bir hava katıyordu enerjisiyle beraber. Tüm öğrenciler hep bir ağızdan “İyiyiz hocam, siz nasılsınız?” dediler. Aha işte bir yalan daha. Şu iyiyim yalanı. İyi olmasan bile iyiyim dediğin… Sırf sahte tesellilere katlanmamak için dediğin… Tabi bu iyiyim yalanı şu an bir benim için geçerliydi, orası ayrı. Diğer tüm herkes arkadaşlarına kavuştukları için mutlulardı.

Hoca da iyi olduğunu belli edecek bir hareket yaptı ve konuşmaya canlı ses tonuyla devam etti “Tanımayanlarınız için ben Nurgül Üstün, edebiyat öğretmeninizim. Bu okulda sekiz yıldır çalışıyorum. Zaten çoğunuz beni tanıyor. Ama yine bu sene aramıza yeni katılanlar vardır mutlaka. Bakalım, bu sene aramıza kimler katılmış? ”Sınıfa göz atmaya başladı. Gözleri beni bulduğunda “Ah sen yeni öğrencisi olmalısın. Hadi tahtaya gel canım ve kendini tanıt bize lütfen.” dedi içtenlikle. Bir anda tüm bakışlar bana döndü. Tüm dikkatleri üzerime çekmiştim ki bunu hiç mi hiç sevmemiştim. Tahtaya kalkmak istemiyordum ama istemesem de başka şansım olmadığından tahtaya kalktım. Yavaşça tahtaya yürüdüm ve tüm sınıfa dönüp göz atmaya başladım. Donuk bir şekilde etrafı izliyordum. Bunu fark edince edebiyat öğretmeni, kibarca uyardı beni “ Hadi başla canım.” Avuçlarım terlemeye başlamıştı. Ne diyecektim ki? En iyisi klasik bir şekilde bu işi bitirmekti. “Ben Özgür Kayalar. On yedi yaşındayım. Buraya Bursa’dan bu sene geldim. Anneannemle yaşıyorum.” diye kısaca tanıttım kendimi. Son kısımda boğazımın düğümlendiğini hissettim. Hoca “Tamamdır tatlım, oturabilirsin.” dediğinde ben de hızla sırama geçtim. Hoca ne kadar dersi iyi anlatsa da benim aklım yine o güne gitmişti.



 

(Beş Sene Önce Ağustos Ayı)


“Anne bana kurabiyelerden verir misin?” diye hızlı hızlı sordum ön koltukta oturan anneme. Annem, önündeki çantadan mis gibi kokan kurabiyeleri çıkardı. Çok güzel görünüyorlardı. Bana bir tane uzatıp ”Al kızım. Oh yarasın.” dedi annem ve hepimiz kıkırdamaya başladık. Kilo almamla dalga geçiyorlardı, ne güzel(!) Ama yaz aylarındaydık ve dondurma dâhil her yiyecek çok güzeldi şimdi. Ben ne yapayım, değil mi?

 Hepimizin keyfi yerindeydi. Yolculuk çok güzel geçiyordu. Yaz tatili için yola çıkalı dört saat olmuştu ve her şey tıkırındaydı. Yazlığa gidiyorduk. “Anne gidince ben hemen denize gireceğim haberiniz olsun.” dedim heyecanla. Denize bayılırdım. Hatta mayomu giymiştim bile. “Dur kızım, sakin ol. Daha üç saatlik yolumuz var. Hele bir gidelim bakarız.” deyince yüzüm asıldı. “Ama anne ya!” dedim biraz da şımarık bir tavırla. Çok heyecan yapmıştım, şimdi böyle deyince de üzülmüştüm. Babam eşini korumaktan hiç geri kalmadı. “ŞŞŞ kız anneye ‘ya’ denmez. Hadi düzgünce otur şimdi bakalım. Gidince hava kararmamış olursa girersin denize.” deyince annem de kafasını gülerek, olumlu anlamda salladı. Ben de sevincimden ikisini de yanaklarından öptüm. Sonra kemerimi takıp dışarıyı izlemeye karar verdim. Hava çok güzeldi. Etraf yemyeşildi. Ağaçlar ve dağlar muhteşem bir manzara oluşturuyordu. Babam radyodan bir şarkı açtı. Hepimiz avazımız çıktığı kadar bağırarak şarkıya eşlik etmeye başladı.

İşte her şey tam o anda oldu. Babam direksiyonu sağa kırdı, annem acı bir çığlık attı, babam bana döndü ve o an gözlerindeki korkuyu gördüm. Hiçbir çare kalmamıştı. Ters yönden gelen aracın çarpmasına engel olamadı. Araba büyük bir ses çıkararak devrildi. Yolun sol tarafındaki tepeden yuvarlanmaya başladık. Önce babam sonra annem bilincini kaybetti. İkisi de o kadar sessizlerdi ki adeta ölüm sessizliği gibiydi. Bu kelimenin sıfatı gözlerimden yaşlar süzülmesine neden oldu. Sonrasını hatırlamıyorum. O andan son hatırladıklarım ölüm sessizliği ve korkunç bir ölüm korosu. Siren sesleri ve bağrışmalar…

Uyandığımda yanımda anneannem vardı. Ama annem ile babam çoktan morga götürülmüşlerdi. Ağladı, ağladım…