Zaman, ne kudretli bir kelime. Yaradan'ın yeminine layık olabilmek için eşrefi mahlukatın hesaplarına tenezzül dahi etmeyerek akmaya, içinde bulundurduğu bu tılsımlı kainatın varlıklarını, çaresizlikleriyle birlikten savurmaya devam etmekte. Nasıl mı?


Liseye başladığım ilk gün geliyor aklıma. Okulumun karşısındaki cami duvarının üzerine oturmuş, insanların hengamesini temaşa ederek 4 yıl sonrasını, yani ilk kez girmediğim kapıdan son kez çıkışımı hayal etmeye çalışıyorum. Tıpkı dünyaya geldiğim günün nasıl olduğunu bilmeden, gideceğim günü düşünmem gibi. Ancak hayal gücümün kudretsizliği, bir türlü o anı yaşatmıyor bana. Adeta zamanın altında ezilmeme yardım ediyor. Halbuki geçmesi için gözlerimi kapayıp açmam yeterliymiş. Suyu imrendirecek bu akış, binlerce anının tek bir an olmasıyla akışı tamamlayacakmış.


Ben istemedim ki, neden beni yarattın? Sen cemal sahibisin diye benim mi kemal olmam gerekiyordu? Ya da ben kemal olabildim mi? Kendini kanıtlamak için akan bu kudrete katlanma gücümün olmadığını bilmiyor muydun? Yazdığın kadere çaresiz boyun eğmem, ümitsizliğimin karamsarlığına neden çare olmadı?


Yeni bir kapıyla tanışıyorum bu durmak bilmeyen akışın içerisinde. Etrafta üzerine oturup insanları seyredebileceğim bir duvar yok bu kez. Bu kez diyorum, çünkü tecrübeliyim artık. Yere sapasağlam basan ayaklarım, gerilen bir göğsüm, dimdik duran bir başım yok. Fakat insanlar, insanlar yine telaş içerisinde, bu koşuşturmanın kısır bir döngüye dönüşeceğini bilmeyerek hem de. 4 yıl... Koskoca, kısacık 4 yıl. Ne çabuk geçersin sen öyle diye içimden geçiriyorum...


Gözlerimi kapatmaya korkuyorum, kudretini anlamaktan, sana direnmekten korkuyorum. Sana söz geçirememekten korkuyorum. Biliyorum, geçeceksin ama biraz olsun bana yaşama hevesi versen. Ben de buradaydım diyebilsem ne kaybedersin ki?


Hiçbir şey kaybetmedin ve ben de "buradaydım" diyemedim.


Bilirsin çünkü sen yarattın. Bilirsin çünkü isteyen yok mu dedin ve ben bazen senden bazı şeyleri çok istedim. Çok istedim mesela herkes gibi benim de üniversitemin önünde ilk gün çekilmiş bir fotoğrafımın olmasını, bu yazıya onunla başlamayı, nasıl savrulduğumu, direnemediğimi, hırpalandığımı sana göstermeyi çok istedim ancak biliyorsun, benim çok istemelerim olmamakla ünlü. Ne ilk günüm ne de son günüme dair bir hikayem var, şimdi tıpkı yaşamım gibi...


Sevemedim kendimi. Hiçbir zaman kendim olamadığım içindir belki de. Göründüğünden daha güçlü, daha cesur daha özgüvenli, daha daha daha... Halbuki kalıbımın adamı değildim ben. Korkaktım mesela. Mutsuzdum, çaresizdim. Başına gelen her neyse, dudak büken ağlak bir herifin tekiydim. Başkası olmaktan yoruldum. Hadi ben bugüne kadar başkası olduğuma inandırdım da sen biliyordun kim olduğumu...


Neden sevmedin beni; ben istemedim ki yaratılmayı, böyle olmayı ben istemedim ki, hem isteseydim de olmazdı zaten. Zifirinle nurunu örttüğüm vakit, haram olan uykularımın yerini alan düşüncelerim; ilk önce saçlarımı sonra sakalımı beyazlattı. Göz pınarlarım senden ümidini kesmeyen elleri kuruyana kadar ıslatmakla meşgul. İçimde birikenleri anlattığım yüzler artık dinlemek istemiyorlar beni. Karmakarışık bir zihnim, hüzünlü kalbim, alışılmışlık ile gelen kabullenişlerim ve kimi zaman dolup taşan, kimi zaman hayatımda olup bitenleri bir başkasının hayatında oluyormuş gibi uzak kaldığım duygularımla; yaşama tutunmaya çalışıyorum.



Özür dilerim, yaşadığım için...



Şimdi tekrar ne yapsam dedirttin bana ya Rabbi,

Taşınacak suyu göstermedin, kırılacak odunu.

Kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde.

Bilmedim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin,

Tütmesi gereken ocak nerede bilmedim...



Özür dilerim, yaşadığım için...



"Bu sözün sözler içinde bir yeri vardı

ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim vakit

bu söz asıl anlamını kavradı."

İsmet Özel