Dünya Sağlık Örgütü’nün 11 Mart tarihinde pandemi olarak ilan ettiği korona virüs salgını ile mücadele etmeye devam ediyoruz. Virüs ile mücadele süreci hayatımıza olumlu olumsuz birçok yenilik kattı ve bu yeniliklere yenilerini eklemeye devam edecek gibi duruyor. Salgın öncesini ve sonrasını düşününce salgının yaşamımız için modern bir milat olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Bu milat etkisi de hayat akışımızı, alışkanlıklarımızı, fizyolojimizi ve her geçen gün bir başkası ile tanıştığımız farklı bir yetimizi değiştiriyor, başkalaşıma uğratıyor. Tüm insanlar için ortak konular olduğu gibi yaş gruplarına, meslek gruplarına göre spesifik olarak etkileyen alışmak zorunda olduğumuz şartlar da var. Bunlardan biri de korona ile hayatımıza giren birçoğumuz için bir ilk olan ‘’Home-Office’’ kavramı.


Karantinanın ilk haftalarında sürecin daha çok fizyolojik etkilerini hissetsek de alttan alta gelen derin psikolojik yıkıntıların süreci çok daha karmaşık bir hale getirdiği gözleniyor. Mahkum olma hissi, hareketsiz kalmak, rutinlerin dışına çıkamamak gibi birçok etkenle beraber iş stresi, beyaz yakalılar için de katlanılmaz bir hal alıyor. Evden çalışma fikri, enfekte olma kaygılarının da başladığı sürecin erken dönemlerinde oldukça cazip geliyor. Hatta hoşuna bile gidiyor insanın.

Yolda zaman kaybetmeyeceksin. Buradan kazandığın vaktini uyku ile değerlendirip daha zinde olacaksın. Hatta belki öğle aralarında bile daha aktif ve kaliteli dinlenme ortamına sahip olacaksın. Çok daha sağlıklı yiyeceklere rahatça ulaşabileceksin. Dün gibi hatırımızda bu pembe hayallerimiz biliyorum.


Birçoğumuz bu sürece bahsi geçen güzel hislerle başladık ancak iş dünyasının krizi fırsata çevirme bağımlılığının kurbanı olduk, oluyoruz. Normal tempoda dahi mesai anlayışı bulunmayan iş dünyası, ritmini yakaladığı anda hepimizi kıskıvrak yakaladı. Sabah yolda kaybedeceği zaman yerine matının üzerinde yapacağı egzersizin hayalini kuran, sabah kahvesi ile güneşi selamlayıp kitap okuyacağını düşünen ya da sadece alarmını birkaç dakika ileriye sarmanın mutluluğunu düşleyen çalışanlar olarak çok farklı bir senaryonun içine düştük. Çalışanlar ile direktörleri arasında samimiyetsiz bir güler yüzün arkasına saklanmış bir kavram ortaya çıktı: ‘’Zaten evdeyiz.’’ Bu ziyadesiyle sevimsiz söz öbeği sizi yüzyılımızın akıyla aklanmış bir sömürünün parçası yapıyor. Sadece çalışma arkadaşlarımızdan ya da fazla çalışmaktan kaynaklanmayan durumlar da mevcut ve ehemmiyetli. Aynı ortamda çalışıyor, yiyor, uyuyor, okuyor olmak ruhu içten içe bir buhrana sürüklüyor. Uzun saatler boyu hareketsiz kalmak fizyolojik ağrıların yanı sıra mental etkilere de sebep oluyor.

Bu sebeple bir anda halı deseni inceleyen, duvarı bir tablo gibi seyreden insanlar oluyoruz. Dikkatimiz dağlıyor ve verimliliğimiz düşüyor. Motivasyon kayıpları dolayısıyla işin kendi stresinin üstüne yeni stresler ekleniyor. Bu mental düşüklük dolayısıyla insan kendini yetersizlikle suçlayabiliyor. Bu örnek de durumu telafi edebilmek için yine kaçınılmaz olan ek çalışma saatlerini doğuruyor.


Ruhsal etkiler üzerine dikkat çekmek istediğim bir konu da beynimizin mekan kavramı ve uyku arasındaki ilişki üzerine. Salgından mütevellit #HayatEveSığar mottosuyla evlerimizden çıkmamaya gayret ettiğimiz dönemde beynimizin mekan algısı da değişiyormuş. Bu da bir soyutlaşmaya neden oluyor. Özellikle dar evlere, dar odalara hapsolan kişilerde yatak odası olarak kullandığı odada yoğun vakit geçirme sonrası beyin o odayı uyunacak yer algısından uzaklaştırıyormuş. Birçok farklı aktivitenin farklı mekanlarda yapıldığı; evin sadece uyumak, dinlenmek için kullanıldığı ve bedenin fizyolojik olarak yorulduğu bir düzenden sonra bu düzen beynin algılayış biçimini etkiliyor. Belki yaşadığımız uyku problemlerinin bir sebebi de budur.


Evden çalışmaya dair tecrübe ve gözlemlerimin sonuna geldik. Belki siz de böyle hissediyorsunuz, belki sizin için şartlar hiç böyle gelişmedi. Bilmiyorum ancak bildiğim tek bir şey var. O da bu sürecin sonunda asla biz o eski biz olamayacağız. Bu çalışma düzenine ait olabilenler ve olamayanlar olarak ayrılacağız. Her geçen gün yeni bir farklılıkla gelecek, artık bunu öğreniyoruz. Belki tüm bunlardan sonra en ilkel açıklama ile güçlü olanlarımız ayakta kalacak. Güçsüz olanlarımız ise…



YAZAR: Harun Güde