herkesin bir acelesi vardı. hiç anlayamadım. ben kulağımda güzel bir şarkı öylece yürüyordum yolda, karşımda galata kulesi vardı. bir deniz ve birkaç kulaç uzağımda şehrin ışıkları öyle güzel parıldıyordu ki! ama inanır mısın, şehrin ışıklarının dahi denizin dalgalarının dahi karşımda öylece duran galatanın dahi bir acelesi vardı sanki! insanlar bas bas bağırıyordu, adımlar hep bir yere yetişiyor, sanki herkes asla yakalayamayacağı bir şeyin peşinden koşuyordu. ki bazıları koşuyordu da gerçekten, görüyordum. biri içi boş bir hevesin peşinden, biri bir yabancının peşinden, biri aşık olduğu kadının peşinden, biri üç kuruşun, biri kalbini kıranın, biri içinde dev gibi büyüyen o öfkeye sebep olanının peşinden! sorun koşmak değildi ki, sorun hiç yakalayamamaktı, sorun hiçbir zaman durmamaktı! bu şehrin ve içindekilerin olayı buydu sanırım. yakalayamacağı şeylerin peşinden her daim alelacele koşturmak... saat kaç olursa olsun, güneş ve ayın konumu ne olursa olsun durmamak... başka hangi şehirde fırtınalar çıktığında dalgalanan deniz, fırtına dindiğinde de dalgalarını kıyılarına aynı şiddetle vurmaya devam ederdi böyle? başka hangi şehirde yağmayı bırakmış bir yağmur sırılsıklam etmeye devam ederdi insanı? başka hangi şehirde dili vardı duvarların? ağlama kapıları, içinde anlamsız ibadetlerin sürdüğü eski camiler, artık tarihîliğini kaybetmiş tarihî eserler, köprü altlarında bekleyen mecbur fahişeler, kötü bakışlara maruz kalan sahipli kiliseler, içlerinde söndürülmeyi bekleyen mumlar ve tanrısına düşkün affediciler, çocuk parklarında sızmış tek dostu alkolü evsizler, çıkmaz bir sokakta 7/24 açık o yıllanmış gece kulübünün köşesinde soğuktan ölmüş olan henüz ellilerindeki nice kimsesizler, daha on beşinde olmasına rağmen otuzlarına basmış saçı renkli, bedeni dövmeli, elleri sigaralı gençler, henüz otuz beşinde altmış beşine yuvarlanmış, daha gün doğmamışken işine yetişmek için koşturan, uykusuz ve kaldırım taşına dahi öfkeli çocuklarını öpmeyi unutmuş ebeveynler... sevgisiz bir şehirdi burası, birçok aşk hikayesine sahiplik yapmış, yapayalnız ve insanına öfkeli bir şehirdi. insanına öfkeli, fırtınasına, denizine, dalgasına, rüzgarına, gökyüzüne uzanan içleri mutsuzluk dolu binalarına, efsanelere ev sahipliği yapmış kız kulesine ve galatasına öfkeli, geçmişine öfkeli, mücadelelerine, galibiyetlerine ve mağlubiyetlerine, kısaca varoluşuna öfkeli bir şehirdi işte. kalabalığı bitmeyen, her karışı bir hayat görmüş, bir kırıklığa, bir sevince, tutku dolu bir sevişmeye, yumuşacık bir öpücüğe, nefret dolu bir kavgaya, bir terkediliş anına, ansızın gelen bir ölüme, bir yaşama, bir hikayeye, bir başlangıca ve elbette nice sonlara şahitlik yapmış bir şehir. ben gidiyorum bu şehirden, sahip olduğum nice hissi, nice insanı ve de nice hüznü arkamda bırakarak kendimden… geleceksen pılını pırtını bırak da gel, yoksa öyle böyle değil, bu şehir kovalamayı sever, kaçanı takip eder ve de yakalayana dek gelir peşinden!