Anlatacağım hikâyede, sadece ailemizin içsel çatışmalarını değil, bu vatanın da kendi içindeki çatışmaları görebilirsiniz. Size bahsedilen isimler ya değiştirilmiş, ya da isimleri ağza alınmayacak kadar birbirlerine küs veya kırgın ayrılmışlardır aramızdan. Hikâyede geçen isimler değiştirilmiş veya saklanmıştır haliyle. Bu hikâyeyi yazmaya karar verdikten sonra bile, yarım asır geçmiştir tüm bu olayların üstünden. Bu yüzden de (dikkatli okuyucunun asla gözünden kaçmayacaktır) anlatacağım hikâyedeki karakterleri tanımanız illa kaçınılmaz olacaktır. Emin ki anlattığım hikâyeden sonra nezaketli okuyucuyum; beni ve ailemi korumak için elinden geleni yapacak veya kendi zihin sarayınca muhafaza edecektir gizlenen tüm isimleri.

 

1)


Yeni Bâb-ı Âlî İktidarı o kadar şüphecidir ki, neredeyse kendi gölgesinden korkacaktır. Sadece siyasi gücü elinde tutanlara karşı değildir takıntısı. Bu yeni hükümet; uçan bir kuş bile canını sıkacak olsa, o civardaki tüm avcılara ferman verilip; o kuşu illa vurdurturdu bu korkak hükümet... Eski paşalar; padişaha veya hükümete darbe yapacak korkusuyla kazığa çekilmişti hepsi çoktan. Kendi gölgesinden korkmaktadır derken, az bile söylenmiştir... İktidara karşı ayaklanma çoktur çünkü bu hep böyle olmuştur ve böyle olacaktır. İktidar ise bu ayaklanmayı bastırmak mecburiyetindedir, bastırmasa zaten sonu bellidir diğerleri gibi.

Duyduk ki, bu yeni hükümet, kafalarına göre at koşturmaktaymış. İstediklerini bir gecede alaşağı ederler, bir gecede ise soytarıyı bile vezir edecek kudrete kavuşmuşlar. Hükümet üyeleri tarafından verilen listede, bizim ailemizin isimleri de bulunmaktaymış ne hikmetse. ‘’İleride illa tehlike arz edecekler’’ listesiymiş bu da. Allahtan bizi seven ve değer veren kendi içlerinde namuslu olan paşalar olacak ki, bizim aile bireylerine el altından haber uçurmuşlar. ‘’Aman kelleler koltuklara düşmeden, yeni iktidarın gözünden kaybolun’’ haberini vererek, iktidar çevresinden uzaklaşılması istenmiş. Ailesini ve malını mülkünü korumak için, iktidardan ne kadar uzak olursa da, o kadar iyiymiş. Bizim aile de kendi sürgünümüzü kendileri yapmayı seçmişler tabi. ‘’İktidarı sağlamlaştırmak için gerekirse kelleler, gerekirse diller, gerekirse mallarına el koyulacak’’ gibi, sesler yükselmekteymiş kendi içlerinde de. Sizin anlayacağınız; iktidarın çevresi kan gölüne dönecekmiş.

İktidarın kendi içindeki bir fikir ayrılığında veya iç çatışmasındaki her ne olursa olsun, elbette alınan kellelerin hepsi suçlu değildir. Kurunun yanında illa yaş da yanacaktır haliyle… Sürgüne uğrayanların birçoğuna sorsanız; kesinlikle ‘’bizim iktidarda gözümüz yoktur’’ diyecektir haliyle. Ama bunu kime nasıl anlatmalı? Zamanı ve yapacakları dolmuş insanlardır bunlar aslında. Bazıları da eski hükümet görevinden bile istifasını vermiş, kenarda unutulan isimlerden arta kalanlardır artık. Ve eskiden Bâb-ı Âlî yakınlarında bulunan kendi konağımızdan da, kaçmayı istememiz, bu cadı kazanı daha fazla kaynamadan uzaklaşmak da hep bu yüzdendir... Sürülmenin iyi manasıdır bu. Ama malını ve mülkünü iyi bir değerle satarsan da ne ala. Değerinin karşılığını da alırsan, kendine bu kan gölünden uzak tutmak mümkündür, yoksa ucuza gidenin malı, bırak kendine, başkasına da hayır getirmez. Ailemizin karşıya taşınmaları da bu yüzdendir. Kadıköy, Bostancı arasında alınan, içinde kendince büyük arazisi olan bir köşktü. Ben de bu cadı kazanı tam kaynamaya başlarken; yani olaylar alevlenmeden, çeyrek asır geçmeden doğmuştum bu yeni köşkte.

Bizim ailemizi anlatacak olursak: erkeklerinin çoğu ülkesine bağlı ve sadık olarak yetiştirilmiştir Devlet-i Aliye tarafından. Askeri mekteplerden mezun veya daha da ileriye gidecek olursak (en azından bir üç asır) veziriazamlık bile yapmıştırlar. Tabi Veziriazam olan; büyük büyük dedemin de sonu; kafasını kesilmesiyle bitmiştir, o ayrı bir konudur haliyle.

Kadınlarımız ise; İstanbul’un bir uçtan bir uça giden güzelliklerinin dedikodusunu bir kenara bırakacak olursak; kendilerini Osmanlı’ya geleneklerine sadık olarak yetiştirmişler. Hem de dünyanın değişimini bilecek meraklılıkta; zihinlerinde mutlaka mürekkep dolaşırmış bu kadınların... Daha o zaman Avrupa modanın takipçisi; gerektiğinde dikişi de bilecek kabiliyette, dil de konuşacak maharette, garp şiirini ve Avrupa musikisini yorumlayacak ilginç kadınlarmış. Sadece bu cihanın topraklarında kalmamışlar hepsi, kimi kocalarının dış görevlerinde yarenlik etmişler, oradan gelen bilgileri ve gelişimleri; etrafına sunarak son derece yararlar sağlamıştır… İlginçtir ki İngiltere’nin nerede olduğunu söylesek; yüzölçümünü ve ticari faaliyetlerini dökecek kadar eğitimli, edep ve hayâ bilecek kadar geçirmiştir birçokları ömürlerini. Derler ki; büyük büyük anneannem; askeri reform geldiğinde, askerlere elbise dikmiştir uzunca bir süre. Tabi şimdiki gibi bir fabrikasyon ürünü değildir elbette, elle dikmese bile hepsini, büyük büyük anneannem için maharetmiş tüm kumaşlara şekil vermesi haliyle... Kış ve yaz aylarında yapılan seferlerde; askerin rahat koşullarda cenk edecek kumaşa şekil verdirmiş... Sizin anlayacağınız; sadece erkeklerin başarısı yoktur her yerde olduğu gibi. Bizim kadınların da tuhaftır ki sadece evde çok sözü dinlenmez, meydanlarda bile sözü geçecek cinstenmiş... Eeee tabi, her iktidar gibi, bizim ailemizdeki o muhteşem soy da, zamanla eriyecektir haliyle.

Yeni Padişah, bir önceki padişahın düzenini sevmez, getirilen devlet erkânı baştan sona kendi adamlarını koyar, en azından kendince sadık gördüklerini görevlendirirdi. Yeni gelen Padişah iktidarı ele geçirince de bitmez hiçbir şey. Sadece babasına başkaldırmaz ki koca Padişah! Başkaldırınca; tüm yasalarına da başkaldıracaksın, kaldırmışken! Gerekirse hem iç siyasetten, hem de dış siyasettin ileri gelenlerinden yardım alacaksınız başa gelmek için. Zamanı gelince de, iktidara gelirken onlardan aldığın güçleri ve yardımları da; eline geçen bu tek iktidarın kuvvetiyle de; gerekirse hepsinden kurtulacaksın… Örnek verecek olursak bu konuya; bir padişah sanata ve sanatçıyı el üstünde tutar diyelim. Bir diğer padişah da; resim haramdır diye fetva düzenletirdi hemen! Sonra da saraydaki tüm suretli resimleri kaldırırdı bir günde!

Onu oraya mı koyulacak, bunu buraya mı sokuşturulacak derken; büyük hengâmeler kopardı saray bahçesinde, tam bir curcuna hali sizin anlayacağınız... Tabi bu hengâmelerin içinde de; eski padişaha duyulan bağlılıklar var ise; sadece keller gitmez, tüm malına mülküne gerekirse el konulurdu insanların… Eski padişaha duyulan kalpten sevgiler var ise; kalpleri oracıkta sökecek kudretli ordular yetiştirilip, bitiverirdi aniden gökten zembille inmiş gibi insanların önünde. Tabi bazı meydanlar kanla yıkanır, bazıları ise; meydanlarda başlar sallanırdı ibreti âlem olsun diye. Bu hep zaman zaman olmaktaymış. Böyle de bir yerden uzak durmak için ya güçlü olacaksın, ya da sürgün yiyeceksin haliyle... Ortası asla yoktur bu işin, ne de şakası.

2)

Babam hariç bizim ailede düşük rütbeli asker hiç olmamıştır. Paşa Dedemin rütbesi ve yaptıkları dönemine göre büyük sayılsa da, aile tarihimize kıyaslayacak olursak; normal olarak sayabilirmiş. Ama bana göre en büyük rütbeye sahipti Paşa Dedem. Üç beş nesil bile bizim aileyi araştırsanız, hepsi sarayın divan kuruluna kadar uzanan köklü bir aile geçmişimiz vardır. Sokaklara, çeşmelere, camilere ailemizin isimleri verilmişti her zaman. Birçok savaşta, önemli işlere imza atmışlar bizim ailenin fertleri. Ve her zaman padişahlarına aynı sadakati beslediler baştan sonuna kadar. Tek dertleri de; devletin bekası için ona hizmet vermek olmuştur, kendi canlarını hiçe sayıp. Tabi kafası kesilen veziriazam hariç, o bambaşka bir olay! (Bu apayrı bir konu olduğunu bahsetmiştim ama hep ailemizin üstünde kara leke olarak kalmıştır)

Ben doğal olarak tüm aile bireylerimi göremedim. Gördüklerimse çoğu vefatından önce bile, bu vatanı ayakta tutan üç beş akıldan birisiymiş duyduğum kadarıyla... Çevrem hep tanımadığım ama önemini yüksel olduğunu sonradan anlatılan insanlarla geçirmişim. Sonra düzen değişmiş, koskoca imparatorluk yıkılmaya yüz tutmuş! Büyük imparatorlukların sonu gibi de bizim ailenin sonu da tarihin sayfalarına karışmaktaymış.

Tabi bunların hepsini; ben daha ufakken, Büyükannem anlatırdı bana. Çocuklara uyumadan önce anlatılan masalları çıkartmış, kendi ailesinin hayatını ve başından geçenleri daha dün olmuş gibi anlatırdı bana Büyükannem. Gözlerini yumana kadar büyükannem, bu fani dünyada başından gelip geçeni anlatmaya çalışırdı mümkün mertebe bize... Sağlıklı olmadığı veya erkenden uyuyakalmadığı akşamlar hariç (ben bunu az gördüm) çoğu zaman hepsini anlatırdı. Ben de ona iyi bir dinleyicisi olup çıkmıştım zamanla.

Paşa Dedeme çok şey borçluyuz. Paşa Dedem kendi askeri döneminde gerçekçi bir duruş sergilese de; dönemin siyasetini anlamlandıramıyor, yenidünya düzeninde haliyle de kendine yer bulamıyordu. Bunun akabinde siyasetteki köklü değişikler onu askeri makamdan düşürülmesi ve emekliliğe zorlanmasına sebebiyet verilmiş. Osmanlı kendi için denilen lakapların birçoğunu da taşımaktaydı üstünde o vakitler. ‘’Yaşlı Adam’’ ve ‘’kağnı’’ diye görülmesinin bir diğer sebebi de hem Balkanlar’da, hem de Doğu Cephesinde artık yetersiz görülmesi. Yine de verilen her görevi layıkıyla yerine getirmiş bu büyük askerler. Düşünün askeri ve mühimmat yetersizliğine bir aman etmeden çarpışmış uzunca zaman Paşa Dedem ve birçok askerleri.

Paşa Dedem, ne saraydaki dalkavuklar gibi; hamam tasıyla dolanmış cariyelerle kurduğu fildişi kulesinin içinde. Ne de o kuş tüyü yastıklarda uyumuş kadınlarının koynunda. O açlıkla ve ölümle sınansa da, ‘’ah vatanım dermiş’’ başka bir şey demezmiş, uzunca geçen kanlı gecelerinde bile. Tabi Paşa Dedem, vatan uğruna cepheden cepheye koşarken geçirdiği kazayla da artık bir fırsat vermiş Bâb-ı Âlî İktidarın diline. Bu iktidarın adamaları; kendilerine yer yapmak için yapmayacağı olmadığından, daha tedavi gördüğü askeri hastaneden çıkmadan, görevi düşürüldüğüne veya emekli olduğunu anlatan telgraf tutuşturmuş Paşa Dede’min ellerine.

Büyükannem daha çok yolunu gözlerken bir gün çıkagelmişti Paşa Dede’m. Tabi mektuplarında durumdan habersiz olsa da aile bireylerinin, ‘’buna da bin şükür’’ diyerek artık tüm köşk rahata ermişti gelişi. Paşa Dede için hal böyle değildi oysa şimdi başka bir savaşı bekliyormuş gibi bir hal takınırdı köşkte kaldığı çoğu vakitlerde… Bana kalırsa aklın savaşıydı artık bu, bedeninin onca çarpışmalardan kalan yaralarının iyileştirme savaşı. Ama en önemli savaş da işte Bâb-ı Âlî hükümetine gözükmeden yaşama savaşıydı biraz da.

Atının su birikintisinden ürkmesi ve Paşa Dede’min; cephe için açılan çukura düşmesiyle de, onun için birçok savaşın, başlamadan bitmesine sebebiyet vermişti zaten. Ama hem siyasetin değişmesi, hem de siyaset gömleğini üstüne artık taşımayacağını düşünen yeni paşalar, elindeki güçleri de kullanarak; eski ordu mensuplarını bir bir kazığa çekmelerini, dopdolu gözlerle anlatırdı... Özellikle de aynı fikrin arkasında göremedikleri insanları ne yapıp edip, başlarına bir hal aldırırlardı, aldıramazsalar da bir bahaneyle de görevden alırlardı.

Benim Paşa Dede’min sadece Padişaha bağlılık yemini vardır. Karşısında ister rütbesi yüksek olsun, ister olmasın lafını asla esirgemezdi, doğru bildiğini yerine getirirdi. Bu yüzden de başı hep ağarırdı. Üç kere rütbesi düşürülmüş, üç kere de geri verilmişti anlamsız şekilde. Paşa Dedem hep ‘’zorla terhis ettirdiler beni’’ derdi bu yakınmaları anlatırken. Sonra ortalık karışık olduğundan ve yeni Padişah hazretleri sessiz sedasız tahta oturduğundan, çok da ses edememiş haliyle bu olayların üstüne.

 

 

3)

 Artık Paşa Dedem onca savaşlardan aldığı yaralar ve hastalıklar yüzünden, ata binmesi bile tehlike arz etmekteymiş. Üstelik de doktor tarafından yasaklansa da at binme serüveni; bir savaşın bitmesi, bir diğer savaşın başlamasın demek olduğunu haliyle bilirdi. Paşa Dedem; ‘’bende iş var’’ diyerek; hasta bedenini zorla ata bindirmek için direnirdi. Düşünsenize! Adamın yarı ömrünün çoğu at sırtında, dilini bile bilmediği birçok düşmanla savaşmıştı! Ata binmemesi onun için daha büyük hastalıktır aslında! Yaşı ve ağrıları ilerledikçe de ata binmesi güçlenirdi haliyle, bu yüzden de; seyisimiz, kâhyamız veya elimiz ayağımız olan Seyis Ahmet’ten yardım alırdı. Paşa Dedemin dediği dediktir her zaman. Bu yüzden Arnavut derlerdi, o kadar yola gelmezdi yani anlayacağınız. Aslında Arnavut denmesine de acayip sinirlenirdi. Sinirlenirse de mutlaka ‘’Türkoğlu türküm der! Gâvurun inadıyla beni özdeştirmek, benim atalarıma ihanettir’’ diye, esip gürlerdi. Bu yüzden de bunu demek için, baya bir yakın olmanız gerekiyor Paşa Dedeme.

Paşa Dedem uzunca yüzlü, kocaman burunlu, Selvi gibi uzun ama pehlivandaki gibi bir cüssesi vardı. Elleriyle başınızı tutsa; inan yarı gücü bile kullansa, kesinlikle kırardı kafatasınızı. Derler ki; Bir savaşta; verdiği emirde, haritada ters okuyan subay; askerleri yanlış bir pozisyona kaydırmış ve savaşta önemli kayıplar verecekken, son anda fark etmiş bu durumu Paşa Dedem. Bu subayı da ön cephelere kadar kovalayıp; subayın atına elleriyle vurduğu gibi oracıkta öldürmüştü zavallı atcağızı. Zavallı Subayın da işte vay haline sonra! Ölmekten beter etmiş verdiği cezalarla…

Elbiseleri mutlak surette Avrupai kesim, yakaları polalıydı. Yamalı bir şeyi asla giymezdi. Pantolonu hep ütü görmüş gibi görünür, askeri botları ayağında olsun olmasın hep cilalı, ruganları hep ermeni ustaların maharetiymiş... Gömleğinde ufak bir leke görse, tüm köşkü ayağa kaldırır eser gürlerdi. Ata binmek için bile özenle giyinirdi. Giydiklerini konu komşu dikkat eder diyerek de tüm düğmelerini sonuna kadar ilikler, o yaşta bile atın üstünde direk gibi otururdu. Her ata binme isteği, zavallı Büyükannem ile uzunca tartışmalarla geçerdi. Bu tartışmayı illa Paşa Dedem kazanacak; yine de Büyükannemi kırmamak için kendilerince anlaşma adetleri veya bakışmaları bir reverans şeklinde ilerleyip; ikisinin arasında olan, sessizlik dile gelip konuşacaklar, tartışacaklar ve sulh edeceklerdi kendi aralarında. Büyükannem kaybetse bile bu bahsi, pes etmez bazen. Gözlerinin fal taşı gibi açar; Paşa Dede’min ata binmesinden inmesine kadar, izlerdi bu ay gibi açmış gözlerle Paşa Dedemi. Ve tabi o meşhur dudağından dökülen Arapça duaları asla eksik etmezdi bu hal bitene kadar.

Annem ise Paşa Dedemin durumunu bilir, ağlamamak için Büyükanneme sarılmasıyla geçerdi. Ağlarken annemin vücudu bir yaprak gibi sarsılması sırasında; ufak bir çocuk gibi kafasını kaldırıp Büyükannemin koyununda Paşa Dedemi izlerdi. Kimi zaman da görmemek için bu manzarayı; kendine işler yaratır, bu yarattığı işleri de bir anda unutup; sağa sola kafası kopmuş tavuklar gibi hareket ederdi. Hiç sekmezdi bu durumlar, Yunan tiratları gibi geçerdi bu sahneler gözlerimin önünden. Ben ise büyük Yunan tiratları ilk kez sahneleniyormuş gibi izlerdim her defasında bu sahneleri. Sonuçlarını bildiğimiz halde herkes kendince rolünü oynar, perde kapanana kadar (yani Paşa Dedem ata çıkıp kimi zaman gözden uzaklaşana kadar, kimi zaman atı şaha kaldırana kadar) oyunculuk görevini yerine getirirdi... Ben de her zaman perde kapansın veya kapanmasın, büyük coşkuyla ‘’Yaşa Paşa Dede, yaşa!’’ diye bağırmalarımla geçiyordu ilk hatırladıklarım.

Paşa Dedem, uzun yıllar hep cepheden cepheye koşmayı bırakın, iç ve dış siyasette önemli işlerin altında imzası vardır. Padişaha bağlılığı sorgulanamayacak kadar keskin ve vatan sevgisi hiç bitmeyecek gibi inançlıdır. Paşa Dedem, en korktuğu olaylardan biri olarak anlattığı; ‘’askeriyenin içine siyaset sokulmasıdır’’! Korkusudur. Bu korku da hep insanın başına tebelleş olur ya. İnsan bu ya; kendi cehennemini kendisi yaratır, ağızlarıyla yaratır bu cehennemi, kafasıyla yaratır, biraz da hisleriyle. İşte bu cehennemi yaşayıp, ne yazık ki gören gözlerin en son sahiplerinden biridir de Paşa Dedem…

Aslında Paşa Dedem askerinin içine siyaset vebasını yayanlara yapmayacağını bırakmayacak da, artık terhis edilen komutandan ziyadesiyle köşeye itilmeyi bırakın; cemiyetlerde bile yere verilmeyecek düşmanlıklar beslenildiğinden, susardı tüm bunlara… Yaşı ve ömrünü yitirmiş gemilere benzetirim bu durumu. Hani karaya oturmuştur bu savaş artığı mirasımız olan, bir bir her yerinin zamanla kendiliğinden tahtası veya çivisi sökülmüş, fakirin fukaranın ateşine ocak olan. Tüm makul mirasını bir çıkar uğruna; bir gecede bitirmesine sebebiyet verdirtenlerin anlamsız hırslarının sonucudur tüm bunlar maalesef...

Paşa Dedem, siyasetin tek bir akıldan yürütülmesinin yararlı oluşundan bahseder, çok aklın ise zararlı bir haşere olmasına benzetirdi de bu durumu. Yine de dereyi bulandıranlara da küfür etmemek için ağzını kilitler, sadece ‘’annesinden çiğ süt emenler!’’ diye, dilinin kilidini açıp söylenirdi, kızacağı zaman da. Bu da yetmediği zamanlarda illa bir iki düğme gevşetir, bulamazsa da bir şeyleri yırtar gibi açardı nefes almak için göğsünü.

Eski Padişah’ın aldığı kararlar sorgulanmaya cüret edilmesi, tabi hükümetin ağırlaşmasına sebebiyet verdi. Bunun getiriler de isyanların içte ve dışta gün geçtikçe artması kaçınılmazdı. Sonra da hepsini toplayınca, zavallı padişahın tahtı sallanmasına mal olurdu. Düzen ve asayişin geç yürütülmesi, ülkenin ahvalinin getirdiği dış sorunların birikmesi, Padişahın da tahtan indirilmesi kaçınılmazdı haliyle. Paşa Dedemin bu ortamda cephelerde kazandığı Osmanlı Nişanı da suya düşmesi bu yüzdendir biraz da. Mutlak surette onur veya nişan değildi onu üzen, padişahın durumuydu.

Kederlendiğinde veyahut da azıcık ucundan kaçırılan içkisinden sonra ‘’Ah şu siyaset! Bütün milleti esir etti düşmana, bizim kanımızı sattılar, vatanımızı sattılar!’’ diye hiddetlenerek; sofrasında bulunanları susturur, derin bir uzaklığa dalardı. O uzaklıktan çıkana kadar da, masadakilerinin az da olsa huzurunu kaçırırdı. Türlü cümbüşün sesi ila veyahut da sohbetin kahkaları ile Paşa Dedemin gittiği o uzaklıklardan, bir an önce getirmeye çalışırdı el birliğiyle. Bazen kurdukları masanın aile içinde olması veya aile dışında olması fark etmez bu gibi zamanlarda, o hep bildiğini okurdu. Paşa Dedemin görüşü hiçbir zaman değişmez, hiçbir kuvvet de değiştirilemezdi... Paşa Dedemi bu gibi konulardan uzaklaştırmak için belirli görevleri vardı masadakilerin illa. Kimi cümbüşüne bir dur der, kimi Paşa Dede’nin gittiği o uzaklara doğru at sürer, kimi uzunca çatalını tabağında oynatarak; tabağında ne kaldıysa onu dürterdi. Tabi Paşa Dedem o uzaklıklardan gelmeye görülsün, sanki hiçbir şey olmamış gibi parmaklarını cümbüşe sürer veya ağzını şarkılara dolardı.

Tabi Paşa Dedemin ileriki yaşlarında artık eskisi gibi sofra adetleri kalmamış, tek başına yiyip içecek düzeye gelecekti. İleriki yıllarda ise; Paşa Dedem kendini bile unutup, elinde bir kılıcı savurarak köşkten çıkar; sağı sola hücum ederdi. Bir zaman da az kalsın karşı komşumuzun evine baskın düzenliyordu, Büyükannem bu durumu kavrayıp yetişmese tabi.

Artık savaşlar; bedenle, yumrukla, silahla, süngüyle gerçekleşen bir şey olmadığını, en iyi aile bireylerimiz bilirdi. Sadece cephede kalmayacak bir savaştı bu, kendi makul tarihimiz içindeki. Köşk de o savaşın gizli bir bulutu kalmış, bir yükselip bir alçalmaktaydı zaman zaman da bu bulut.

Bunların en kötüsünü yaşayan ve gören Büyükannem, bu yüzden de Rahmetli Babama, annemi vermek istememişler. Büyükannem aslında hoş bir Osmanlı kadınıdır. Kendi Makul tarihini bitmesi kaçınılmaz olan cemiyetten; aklın ve fikrin kullanacak tek araç olduğunu dile getirirdi, bu yüzden cemiyetteki görüşlerden oldukça çok ilerdedir. Ama bir o kadar da dinine düşkün, dinin mantığını kavrayıp, bize de bu bakış açısını aşılamıştır. Resim ve müzikte batıya dönmeyi bırakın, yeri geldiğinde Avrupa dedikodularına hâkim birisidir. Çok ilginç zevkleri olmasına rağmen, sosyeteden geri kalmamış, yeri geldiğinde dedikoduyu bile Fransızca yapacak kadar entelektüel bir kadındı. Büyükannemin babama, neden kızını vermediğini sonradan ben de iyi anlamıştım. Tabi yaşımın anlama kapasitesi; sadece oyunlar ve Paşa Dedemin kendini anlattığı savaş hikâyeleri dinleyecek, az da olsa kavrayacak kadardım.

Cepheye gidenlerin sadece bedenlerinin uzuvlarını orada bırakmıyordu. Çoğu insan aklının en uç noktalarına kadar gidip, oradan da hangi koşullarda olursa olsun ikinci bir savaş içinde savaşıyordu. O da kendisiyle ve kalanlarıyla son savaşlarını veriyordu. Aklının uç noktalarında savaşanlar ise, geri dönmeye güçleri kaldıysa da; kalanlarla yaşamak zorunda kalıyorlardı. Bazıları da o kadar da şanslı olmuyordu maalesef, akıllarının kıvrak zekâlarıyla yapılan savaşta, çoğu cepheyi, yani aklını teslim ediyorlardı.


Büyükannem bu yüzden rahmetli babamın asker oluşunu ve geri dönecek olsa bile; artık eski kocası olmayacağını, hadi oldu diyelim, hangi hükümetin rejiminin kurbanı olacakları, kara kayıp olduğunu hep söylerdi anneme... Vatansever veya vatana ihanetle damgalanmak hemen hemen çok kolaydı. Sadece kâğıtların üstüne yazılan yazılarıyla ve bunu kanıtlamak ister gibi sertçe basılan mühürlerinin izlerinden ibaretti o dönemlerde her şey. Hele bir karar verildi mi geri dönüşünün yolu yoktu. Bu karar da asılması yönünde olsun diyelim; asılmayacağı meçhul olsa bile, bunun ucunda sürgün oluşunu hep Büyükannemin dilinden düşürmezdi anneme karşı. Büyükannemin kendi ailesi sürgün yemiş zamanında bazı olay yüzünden. Bunu da pek anlatmaz ama şunları dile getirirdi: ‘’Paşa Dedeniz sağ olsun, beni gelin getirdi bu konağa, ailemi ve beni sürgünlerden kurtardı’’ der, dualarla Paşa Dedeme minnet ederdi.

Annem için münasip bir aday değildi Rahmetli Babam. Biraz da bu yüzden Şekercioğlularının en küçüğünü Büyükannem; annem için münasip görmüştü. O olmazsa da ‘’koskoca İstanbul’da sana uygun koca mı yok!’’ diyerek çıkışırdı. Askerden koca olmayacağını, olanın da en sonunda dul kalacağını tembihler. Bunları söylerken de eline geçen rüzgâr yelini de; şöyle bir öte, bir beri savururmuş, konular şiddetlenince kimi zaman.

Paşa Dedem ben doğmadan önce tekrar askere çağırmışlar. Büyükannem bu durumun bir yanlışlık olacağını bilip, saraya kadar çıkmış. Tabi durumu padişaha söylemeyi bırakın, sadrazama veya vezirlere söyleyememiştir. Savaş zamanı bu, kimsenin bir derdini dinleyecek zamanı yoktur artık onlar için. Paşa Dedem ise, görev kâğıdı gelmese bile gitmeye razıydı cepheye haliyle. Yeni yetişen rütbelerdeki askerleri hep yetersiz görür, ‘’yeniyetmelerin acemiliği savaşı kaybettirir’’ diye söylenirdi. Görev belgesi gelmişti çoktan ya, emir bu, zaman veya mekân dinlemez, yerine getirilmek düşerdi. Büyükannemin çırpınışların sonuçlarını da hemen alınmayacağı için Paşa Dedemi, bir gün apar topar trenle cepheye göndermiş. Sürülmesine sürüldü de cepheye; geldiği de, gittiği de bir olmuş. Yanlış bir isim benzetmesi veya görev kâğıdını yazan acemice bir harfin değişikliği demişler cephede, sonra geldiği gibi bindirmişler, bu defa bir top mermisi arabasına, oradan da trene.

Paşa Dedemin askerlik hayatı tam 46 senedir aşağı yukarı. Bu seneler boyunca cephelerden geri dönmesini bekleyen Büyükannem; onu köşkün kuzeybatı cephesinden yolunu gözleyerek geçirmişti kendi ömrünü. Paşa Dedemin son gidişinden dolayı, yine o ömürlük yerine geçmişti Büyükannemi. Burada bir kuş gibi tüner, yeri geldiğinde günden güne susar, kimi zaman ise katıldığı cemiyetin içine pek sık karışmaz olurdu. Paşa Dede’min yolunu gözlemediği zamanlar; romanlar okur, çay sohbetleri eder, (eskiden yapılırmış, şimdi hatırlamıyorum) yeri geldiğinde sanat ve hürriyet için çevresini şekillendirip öncülük edermiş. Tabi katıldığı cemiyetlerde erkeklerin fazla oluşundan dolayı, kadın başına dinlemezlerdi Büyükannemi. Ama Paşa Dedemin onuru ve başarıları sayesinde kulak vermek zorunda kalıyorlardı haliyle. Bu çevreler kabul görmesi için ya köklü bir aileden gelmesi gerekiyor, ya da saraya cidden yakın olman gerekiyordu. Paşa Dedem; bu cemiyetlerden görevleri yüzünden geri kaldığından, en azından temsili bir aile bireyi olarak (aile içindeki atama bu) Büyükannemi gönderir, kendi aralarında mektuplaşıp, son havadisleri fısıldardı birbirlerine.

Cepheye neden gitti ve neden geri döndü inanın kendisinin bile bilmeyin bırakın, devrilen hükümet bile ne yaptığını bilemeyecek vaziyetteydi herkes. Atamalar karışmış, yeni hükümet isim benzerlikleri yüzünden atamaları durdurmuş, yeni memurların düzene alışana kadar sirk havasına dönmüştü hükümetin içi.

Bu coğrafya da bir devrim yapılacaksa, özellikle de siyasette; eski yapılar bir bir devrilir, yerine kendi bildikleri gökten zembille düşmüş gibi sunarlardı. Bunları da bu utanmazlar; şeyhülislama verdirip, utanmazlığına, utanmazlık eklerlerdi. Devrimlerin veya yeniliklerin gelişinde, her zaman eski yasaların üstü çizilir, aynı yasa noktasına kadar yazsa bile; aralarında uzunca tartışırlardı. Sonra da allayıp pullayıp hiçbir şey değiştirmeden, yeni bir şey yapılmış gibi ortaya sürerdi.

 

4)

Tabi ben hepsi geçtiğinde doğmuştum. Askeri mektebe bile yaşım yetmeden hepsi olup bitmiş vatanımda. Güzün ve baharın en olgunu bilmeyen, meyvelerin baş gösterdiği ve lale bahçelerinin uzantısındaki ekin tarlarındaki çocuktum sadece... Ne savaşın getirilerinden bir haberdim, ne de ailemizin üstünden bir türlü gitmeyen kara bulutlardan. Paşa Dedemi yaşadım, tanıdım, aklı yerinde olduğu zamanlar benim en büyük arkadaşımdı da. Sonra yataklara düşünce arkadaşlığımıza ara vermek zorunda kaldık haliyle. Çoğunu Büyükannem anlatır dili açılırsa, dili açılmazsa da annemden duyardım. O da göçünce bu diyardan, annemden işittim kalanları, hepsini de toparlayınca çocukluğumda beni nasıl her şeyden uzak yetiştirdikleri, şimdi hayretler içinde el yazım ile kâğıtlara, sonra da daktiloya çekiyorum. Ta ki bizim ailemizi suçlayacak kimse kalmayınca (yani ben ölünce) ortaya sunacağım. Olsun, yine de isimlerini gizleyeceğim! Ben bu ülke insanlarını iyi bilirim! Aman bir fetva verilsin veyahut da birisi hain ilan edilsin, aman! Nerede yetiştiklerini bilmediğim sakallı, cübbeli, dili mürekkep görmemiş ve siyah yüzlü adamlar; mezarından çıkartır bizi alimallah!

 

Paşa Dedem genelde sevecen ama hiddetli bir adamdı. Aniden eski muharebesi yerlerine geri dönerdi kafasında. Bir gün salondan köşkün ahırına doğru odamdan çıktığımda, Paşa Dedem; salonun ortasında bağırmaktaydı. Karşısında bilmem hangi Fransız Ressamın bir cüce adam boyunda Balkan Harbini anlatan yağlı boya tablosunun karşısında dikilmiş; ‘’Benim iki dudağım arasında çoğu asker topraklara kavuştu! Ölüm ve yaşam emri arasında geçen tam tamına 46 senem, bunun 22 yılı evden uzak cephede! Geri kalan yılları da iç ve dış siyaset görevlerinde geçirmiş koskoca... Paşa! Padişahımızın o keskin kılıcındaki adalet gücünü bana vererek, vatanımı her cephede sonuna kadar savundum! Bu gencecik bedenleri toprağa verirken ben! O padişahı yıkan ve sürgüne yollayan kilise zangocu kılıklı canavarlar! İşte asıl düşmanlar onlar!’’ Bunu bazen gözlerimle bazen de kulaklarımla işittiğimi hatırlıyorum.

Bazen de bahçede oynarken, dedemin bu çığlıklarına veya bağırmalarına; Büyükannem gelirdi, hemen doktora haber salınır, ateşlerle ve ağzında köpüklerle kalan dedemi; odasına götürürdü. Ufak yaşım olmasına rağmen, ters gidenleri anlardım yine de, böyle durumlarda oynayacağım oyunu unuturdum. Kimi zaman da doktor gelene kadar da bahçemizde çınar ağacının dallarına çıkar, oradan da yaprakların arasından Paşa Dedemi izlerdim, izlerken de kendimi gizlerdim. İyi zamanları da oldu Paşa Dedemin, ama ben hep büyükanneme kızıp, numaradan yapıyor sanıyordum tüm bunları... Bazen de öyle bağırıp çağırdıktan sonra bana bakardı uzun uzun, beni tanıyana kadar bakardı. Sonra da susar, gözlerinden yaşlar boşalırdı. Artık bu yaşlar, kafasında açılan cepheleri doluncaya kadar durmazdı. Aniden akması kesilince de; hangi çağda veya hangi yılda olduğunu bilir, yaramaz bir çocuk edasıyla odasına kapanırdı birkaç gün.

Büyükannem biraz da bu yüzden annemin bir askerle evlenmesini hiç mi hiç istememişti ya, kızının düğününe bile yetişememiş Paşa Dedem savaşlar yüzünden. Büyükannem bunu hep anlatırdı; ‘’Paşa Dedeniz gitmeye görsün! Bir bakarsın Makedonya’dan mektup gelir, bir bakarsınız Mısırdan! Şimdi kim bulup da getirecek onu! Bey, bey! Kızınız evleniyor, koşun diye! Paşa Dedeniz savaşı mı durdursun hemen!’’ Kızının düğününe gidemeyen Paşa Dedemin de, hep içinde kalakalan bu büyük yara haliyle. İlla orada buradan bu konu açılınca; Paşa Dedemde bir tuhaflıklar başlardı, ağlamaklı haller gelirdi ardından da, ama pek ağlayamazdı. Görseniz o halini, sanki savaşlarda aldığı yaralar sızlıyor ansızın, imparatorluğun aldığı yaralarla birleştirince; ağlamaklı bir hallerin ismi geliyor, cismi geliyor, koskocaman adam da. Bu ağlamaklı halini yanına alıp, atına binip uzaklara gönderiyordu hep. Sanki o ağlamaklı haller Paşa Dedem gibi cephe cephe süngüyle dövüşür; Paşa Dedem gibi yorgun ve zamanı geçmiş bir halde; bizim köşkün yolunu tutardı, uzaklara gittiği at ile... Bu geçmişten kalan o ağlamaklı ifadesi de; anneme geçerdi, Büyükannem bunları anlatırken kimi zaman. Annem Paşa Dedem gibi ata binmediğinden, at ile o uğursuzluğu uzaklara gömmediğinden; kırgındır bu olaya tabi. Amma onun da çocuksu bir kırgınlık olduğunu; bir yel gibi gelip gittiğini, hep dile getirirdi Paşa Dedeme.

Fakat Büyükannem bu evliliği onaylamamak için; ‘’Paşa Babanız savaştan dönsün kıyarız, Paşa Babanız saraydan dönsün hallederiz’’ diyerek tam dört sene ertelemişti. Annem de böyle olmayacak diyerek; birkaç gün önceden kayıkçıyla anlaşıp, bir seher vakti kaçmış babama. Bu hal böyle olunca, Büyükannemin gözyaşları artık savaşta veya hükümet işlerinde boğuşan Paşa Dedeme akmaz, kızına da akmaya başlamış o sıralar. Tabi aşkı iyi bilir Büyükannem, bakmayın siz ona! Paşa Dedeme onca yıl geçmesine rağmen ilk günkü gibi bakar, yollarını gözler, bir ah demezmiş her gidişinde.

Artık dedikodu çıkmasınlar diye hemen alelacele bir imam nikâhı sonrasına da düğünü yapmışlar. Tabi düğünlerde bocalar, sandukalar, pazenler, İran halıları, bilmem nereden ısmarlanan gerdanlıklar ve nice sayamadığım birçok entarilerle; üç deve gücünün bile bitap düşeceği çeyizleri, bu köşkün bahçesine indirilmiş ve bu köşkün bahçesinde evlenmişler. Bu yeni köşkün mumları o kadar çoğalmış ki evlendiği gün annemin; karşı yakadan bile görünür olmuş. Mumun ışıkları denize yansır, denizden tekrar köşkün bahçesine vurunca; tulumbacı başı bile düğün evini yangın evi zannedip; müdahale etmek istemiş. 

Sonrası da malum, babama görev kâğıdıyla, cepheye sürülmüş. Tabi Büyükannem o bekleme koltuğuna ve pencerenin kenarını, anneme devretmiş bu defa da. Annemin de yeri olmuş bu köşkün penceresinin önü. Büyükannem ve annem, kocalarını beklerken, hep susup, uzaklara bu defa birlikte bakar olmuşlar. Babam daha şanslıymış Paşa Dedeme göre, ara sıra evin yolunu bilirmiş en azından. Bildiği de yine kısa sürelidir; belki günler, belki haftalarmış.

5)

Ben tam 1914’da artık Ekim ayı dedikleri bir ayda doğmuştum. Derler ki ilk çocuk bereketiyle gelirmiş derlermiş. Lakin ben doğduğumda dünya çıldırmış bir hal almış; bu çıldırışların sonunda da, dünya harbi patlak vermişti. Sonra babam ve Paşa Dedem peşi sıra cephelere gönderilmiş. Dedim ya, yanlış bir emir, koskoca adamı cepheye sürmüşler. Artık gözü görmez, kulağı duymaz bir eski Paşayı, ne yapacaklar ki savaş meydanlarında? Gittiği gibi de, gelmesi bir olduğundan, Paşa Dedem ‘’Yine çağıracaklar, merak etmeyin, bu ülkenin her zaman bizlere ihtiyacı olacaktır’’ diyerek, tam 3 ay boyunca askeri üniformayı üstünden çıkartmamış. Tabancasını yağlayıp temizlemiş, kılıcını bilemiş, botlarını parlatmış. Bunları zor zahmet olsa da tek başına yaparmış. Bunlar bitince ancak sonra sofrasına otururdu artık, sabah rutinlerini bilmeyen yoktu bu köşkte Paşa Dede’min.

Seyis Ahmet de Paşa Dede’mi çağıracaklarına inanmış gibi yaparak; her gün atı eyerler, atın tımarını halleder, hazır duruma getirilirdi. Tabi Paşa Dedem bu olayı bizzat takip ederdi. O sırada da sokaklarda bir bölük asker geçmeye görsün; Paşa Dedem o sağır kulağıyla duyulmayan bir şey duyar; ‘’Valide! Ahmet! Kızım!’’ diye sağa sola seslenir, ‘’kapının önünden geçenler askerse, hemen açın, versinler emir kâğıdını çabuk! Düşman uyumaz, düşman uyumaz!’’ diye bağırırdı.

Kimi zaman bizzat atın eyerlemesinde Seyis Ahmet’in yanında durur. Eyerin sıkı olup olmamasını kontrol ederdi.

-         Paşa Dedem - ‘’iyi sık iyi! Sen bilmezsin ya, o gâvur baban anca hatırlar! 93 harbi (1878) Ocak ayının sonunda, Ruslar ikinci bir saldırının sonlarındaydı, Kars ve Batum’un düştü düşecek! Tabi bende aman yok!

-         Seyis Ahmet - Aman yoktur Paşa hazretleri.

-         Paşa Dedem - Tabi ya, o Samsunlu bir Ömer vardır ya, yaver diye dikmişler yanıma!

-         Seyis Ahmet - Vardır Paşa hazretleri.

-         Paşa Dedem - Tabi ya, vardır o anasını eşekler kovalayasıcalar!

-         Seyis Ahmet - Kovalasın Paşa hazretleri!

-         Paşa Dedem - O melun yaver bozuntusu, atımın eyerini, bir boğum fazla sıkmış! Bir boğum kemeri fazla sıkmak nedir! Ölümdür ölüm! Bu da Allahlın eşref i mahlûkatı canım, ne demek yani bu!

-         Seyis Ahmet - Haklısın Paşa hazretleri.

-         Paşa Dedem - Tabi ya, anasını eşekler kovalayısaca Yaver Ömer! Bir boğum yüzünden atın huzurunu kaçırdı! Nice savaşlarda eşlik eden at! Sudan geçmez, yemek yemez olmuş, benim haberim yok!

-         Seyis Ahmet - Evet Paşa Hazretleri, bunlar farklı mahlûkatlar.

-         Paşa Dedem - Ben de düşmanın akınlarını durdurmak için atıma bindim, tam hücum emri için önlerine geçecektim ki! Bu eşref i mahlûkat yürümüyor!

-         Seyis Ahmet - Yürümez Paşa Hazretleri, istenmediği bir şeyi asla yapmaz, canını yediğim mahlûkatları işte.

-         Paşa Dedem – Evet, evet! Sonra benim gözlerim karardı! Sonrasını biliyorsun! Kendi kazdığım kuyuya düştüm! Oradan da Erzurum, sonra da beni kazığa çektiler o sarayda savaş yüzü görmeyenler!

-         Seyis Ahmet - Aman Paşam! Sizi kim çeker! Bilirim ya, bilirim o Ömer’i!

Paşa Dedem her zaman anlatırdı bu hikâyeyi. Bazen o kadar coşkuya kapılırdı ki anlatırken; eğer eyeri doğru düzgün gerselerdi, belki de düşmana kendisi saldıracaktı. Bu cümbüş hemen hemen üç ay sürdü, sonra her şey gibi bu da bitmek zorundaydı. Çünkü Paşa Dedem kendini kuvvetli hissetse de, doktorlar eski yaraların vücutta bıraktı tahribatı bilirler, ona göre istirahat yazarlardı.

Paşa Dedem, kendini on sekizlik delikanlı sayardı, ata biner, köşkün geniş bahçesinde at ile üç beş tur döner, sıhhatli olduğu zamanlarda da Üsküdar’ın tepelerine kadar at sürerdi. Tabi Doktor Fuat Bey, Paşa Dedemi at sırtında yakalayınca, hepimizi sırayla azarladı. Koskoca Paşa Dedem bile ağzını açmaz bu azar esnasında, bazen de uzaklara bakardı Paşa Dedem Doktor Fuat’ın azarlamaları bitene dek. Bilirdi, bilirdi bilmesine o gençlik heyecanını kanında nasıl coşkuyla at sürdüğünü ama belli edemezdi. Usul usul dolaştırırdı bu delilik kanında, kimseden habersiz at sürerdi kafasındaki cephelere doğru, ama bilirdi... Yine verilen telkinleri dinlemezdi. Ata biner; ava gitmek ister, gezmek ister, karşıya sandalla geçmek ister at ile. Uzun bir soluklu koşamayacağım dese de, koşmak isterdi her zaman ata binerken. Zaten koşamayacağını bilir atı fazla ürkütmeden geri getirirdi. Sonraları en fazla köşkün çevresinde belki üç beş tur atardı. O da Büyükannemin gözlerini bir saniye ayırmadan amma, gözetim içinde tabi koşardı atını.

Büyükannem bazen köşk dışında olduğunda ise Seyis Ahmet’e bol bol telkin verirdi at sürmesin diye. Bazen Paşa Dedem hepsinden sıyrılıp, atı koşardı kendince, eyersiz bir de! Bunun sonu gelmeyeceğini bilen Büyükannem de, eyeri gizlemiş bir zaman köşke. Paşa Dedem ölene kadar da gizli tutmaya çalıştılar. Çocuk aklı işte! Oyun oynarken, köşkün arkasında bulunan Seyis Ahmet’in evinin odunluk tarafında buldum eyeri. Söyledim üstelik bir iki kere yerini. Paşa Dedeme bir gizimiz olsun istemiştim o sıra. Paşa Dede’mde gizli gizli alıp; kimseye belli etmeden atı koşar, sonra da yerine yine saklardı. Tabi bu illa görülüp duyulacaktı. İkimize de ceza verildi duyulunca ve sonra benim bile bilmediğim yere sakladılar. Artık Paşa Dedem öldükten üç beş sene sonra görecektim bu eyeri, o da tesadüf olarak.

Hatırlarım Paşa Dedem sağ iken; Doktor Fuat’ın ikinci üçüncü baskınında; Paşa Dedemi at üstünde görüp şok olduğunu. Doktor Fuar tam söylenecekken Paşa Dedem araya girmiş; ‘’Fuat Bey, gelin birlikte sürelim şu mahlûkatı. Yoksa bunlar huysuzlanır koşmazsan. Seni, beni bir benimsesin; sırtından indirmezler vallahi!’’ Doktor Fuat bu görüntüyü gözleriyle inanamaz; hala at sürmeyi bırakın, yürümenin bile Paşa Hazretleri için çılgınlık olacağını söylerdi. Tabi bu görüntüye bakarken dili çözülürse…

Doktor Fuat dili çözüldüğü vakitlerde;

 ‘’Lütfen Paşa Hazretleri, sizin için savaş artık bitti, şimdi biraz da olsa lütfen dinlenin…’’

Paşa Dedem yüzüne karşı söylemezdi amma Doktor Fuat gidince ‘’o yüzünde nuru gitmiş doktor bozuntusu, benim üç gün, üç gece, aç susuz savaştığımı bilmez! Buraya gelip ahkâm keser!’’ dese de, o da biliyordur artık bu koca savaş atı; kızağa çekilmesinin en büyük sebeplerinden biriydi zaman! Zaman sadece Paşa Dedeme veya sevmediği hükümetin düşmanı değildi. O cephelerde karşısına çıkanların da düşmanıydı. Ne bileyim Sırp’ın, ne bileyim Rus’un, ne bileyim Arap’ın düşmanıydı. Yani tüm cihanın ortak düşmanıydı. Hiçbir yeni savaş silahları; topları, çelik gövdenin suyun altında veya üstünde sürüklenen gemilerin hepsi yenemezdi! İşte onlarla toplu bir savaş açsanız; yine sizin her cephenizi yenecekti, zamanın karşısında! İşte bu kadere; kimse ama hiç kimse diş geçiremezdi.


6)


Artık annem de Büyükannemi taklit eder olmuştu. Dedem gelmişti çoktan evine, orası kesindi, tabi geldiğinde kendisi olmasa da zamanla anlamıştı yeni haline kocasının. Belki de kim bilir, anlamak zorundaydı. Büyükannem artık o yolun gözlemeyi bırakmış, belki de emekli olmuştu kendince Paşa Dedem gelince köşke tamamen. Ama annem devralmıştı bu sessizlik görevini, bir gölge gibi çöküyordu günün her saati o pencerenin önüne. Artık o koca köşkün en iyi manzarası orası değildi herkes için. Ne bu kadim şehrin iki yakasının ortasına sıkıştırılmış denizin sessizce akma gürültüsü ilgilerini çekiyordu. Ne de o maviliğin cazipliğiyle ilgilendiriyordu iki kadını; gidenleri geriye sağ salim gelmesiydi tüm dertleri. Gönderilen ve geriye gelen asla aynı kişi olamıyordu biliyorlardı, onlar da kendince savaşlarını veriyordu köşkün içinde. Bu yüzden yeni gelen adamlarını nasıl tanıyacaklardı bu savaşları vermeseler? Tanıyacak güçte miydi? Yoksa tanımak için hazırlık mı yapıyorlardı kendince, gün gün, ay ay ve belli bir zaman sonra sessizliğin içindeki sessizlikle… Hiç ama hiç anlamayacağım bir durumdu bu içlerinde savaş hali.

Paşa Dedemin hastalığı ilerlemediği zamanlarda; Seyis Ahmet ve Paşa dedemle geçirirdim çoğu günlerimi. Seyis dediğime bakmayın, üç nesildir bu ailenin içindedir. Hem bahçe işleri gelir, seyislik gelir, tamirat işleri gelirdi elinden, kısacası eline düşmeye gör, seni bile tamir edecek güçteydi. Hemen hemen elimiz ayağımızdır da Seyis Ahmet. Ama çok atları sevdiğinden, Seyis denmesi epey hoşuna gidiyordu, bu yüzden Seyis Ahmet lakabını çok benimsemişti fukaracık. Yine de bakmayın siz ona, kendisi bir zamanlar epey varlıklıymış, varlıklı dediğim de babasının hüneridir bu vaziyet. Kaderi mi yoksa bizim ailemizin üstündeki o kara bulutların tortusu mu bulaştı mı, bilemem de; Seyis Ahmet’in de kör talihidir işte bu. Anasız babasız büyümesine sebebiyet vermiş bu zenginlik. Babası varmış var olmasına de; hem kendini bitirmiş, hem de gencecik karısını kederler içinde hastalıklara sürüklemiş, oradan da yataklara düşürmüş. Benim büyükannem büyütmüş deseler, yeri var Seyis Ahmet’i.

Büyükannem; ‘’Bizi bu savaşlar kocasız bıraktı! O kör olasıca altın da; işte bu Ahmet’i yetim bıraktı! Demedim mi (bunu derken de annemi dürterdi, annem yanında olmasa bile illa dürtecek birini bulurdu) Ahmet’in babasına? Gel bulduklarınla şuradan ev al, arsa al, aileni kurtar diye?’’ Bu hikâye bazen Seyis Ahmet kulak misafiri olurdu. Hikâyenin farklı bitmesi için sanki gözlerini kapatır; sonu gelmeden bu hikâyede, kendini hikâyenin içinde yaşardı, yaşadığı bitince uzun uzun kıpıştırırdı gözlerini. Bazen de, açtığında ise gözlerini, bu defa köşkün kapısına doğru uzaklara dalardı ağlamamak için. Sanki babası gelecekti (ki artık gelmez) ve beni buradan götürecekti uzaklara derdi içinden, götürmese bile en azından babalık yapacaktı, istedikleri basitti, belliydi her halinden.

Büyükannem : ‘’ o altın, haram oğlum evladım, haram! Kim bilir hangi yetimin rızkı, hangi evliyanın birikimi, kim bilebilir ki? Gül gibi yuvanı dağıttı gitti işte, şimdi ne gidene faydası var, ne de bekleyene ya!’’

Seyis Ahmet’in Babası, zamanında Arnavutköy taraflarında Rum mezarlarına dadanmışlar. Dadanmış dediğim de bunların kulağına bir şeyler söylemişler oradan buradan; bunlar da hafta sonları çıkıp gidermiş onca yolu. Tabi kazmadıkları mezarlık bırakmamışlar gide gele. Tabi bu söylentiler sadece bizim konak bilmiyormuş, tüm İstanbul ‘’Paşa altın avında’’ diye söylenti çıkarmıştı bile. Yahu büyükannem sonradan farkına varsa da tüm bunların, ‘’suç ya üstüne değdi mi izi kalır’’ nasıl çıkarım işin içinden derken kıvrak zekâsını kullanıp, ‘’o Paşa bizim Paşa değil, o bir tebelleş olmuş hortlaktır ancak’’ diyerek ortaya kendi söylentisini atmış. İstanbul ya bu, bir söylenti duymayagörün; bir uçundan girip, bir uçundan çıkar alimallah haftası bitmeden. Büyükannemin bu söylentisi yayılana kadar başları çok ağırmış; konu Bâb-ı Âlî kadar gitmiş. Fakat Paşa Dedem evde olmadıkları için, bu kadını da sorgulayacakları yok ya! En iyisi üstünü örtelim denmiş. Bir ara da Seyis Ahmet’in babası yakalanmış altın avındayken. Büyükannem duyar duymaz koşup; yalvar yakar almış da zaptiyelerin ellerinden, artık gözünü para bürüdüğünü çoktan anlamış da, yapacağı hiçbir şey kalmamış. Hep der büyükannem; ‘’o gün kurtarmayacaktım, belki akıllanırdı!’’

Yine de arayanın bulduğu bu dünyadayız y; neyi aramışsa buldu bu garip iki ayaklı mahlûkat. Savaşsa savaş, paraysa para, güçse güç. Ama pek sevginin hikmetini bulamamış. Hal böyleyken de bulmuş en sonunda aradığı o ünlü altınını Seyis Ahmet’in babası. Söylentiler doğru çıkınca da, bir zamanlar zaptiyeler mezarlık yakınlarında nöbet bile tutmaya başlamışlar bu yüzde...

Sonra tabi Seyis Ahmet’i gören yok. Rivayet, rivayetleri kovalamış. Onca parayı İstanbul’dan daha çıkmadan yemiş içmiş diyenler olmuş. Bir zaman laf gelmiş, kadınlara dadanmış Seyis Ahmet’in babası demişler, bir zaman da kumara. O dönemde İstanbul dediğimiz bir karış toprak değil tabi! Bizim için Pera veya Beyoğlu olsa da, her yerinde ayrı güzellikleri vardır ve her yerde ayrı altın ezilir, sen yeter ki getir altınını. Hazıra dağ mı dayanır efendiler!

Rivayetlerden biri; bin bir gece olmadan, paraları kadınlarla ve kumarla yemiş, hal böyle olunca da utancından çalıştığı konağa bir daha gitmemiş. Oradan binmiş bir ticaret gemisine oradan malta, oradan da ispanya. Şimdi İtalya’da diyorlarmış. Bir başka rivayet de İstanbul’a gelen Fransız Elçi’nin nikâhlı karısıyla âlem yaparmış geceleri. Tabi gâvur adetleri bu ya, belki de hoş görülür oralarda bu durum. Amma buralarda ne me lazım! Bu yörede nikâhsız adam ve kadın yan yana görmeye görsünler, boynundan asıverirler âmin Allah. Gel zaman git zaman İstanbul bu; Fransız Elçisi bilmem kaçıncı beyefendi, bunları öğrenmiş ve bunların ikisi vurmuş. Ölüsünü de; bir gece vakti zaptiye devriyelerine görmeden, haliçten yuvarlarmış iki boğazını sıktığım denizine. Rivayetler bitmez ya bir başka rivayet ise; bu gömüyü bulduklarında, pay edememişler alçaklar, birbirilerini doğramışlar, doğrarken de Seyis Ahmet oracıkta kimsesiz mezarına yatırmışlar o gece. Tabi bu pek akla yaktın gelmedi bizim aileye, en azından bir şey yapsın gitmişken, ailesini geride bıraktı belli ama gitsin gittiği yere, orada yaşasın bir zaman… Yok, biz onu şurada gördük, yok burada derken öylece olay kapanmış olaylar. İstanbul bu ya, ne dedikodulara yer açmak lazım! Tabi kapanması en çok bizim köşk için iyi oldu, tüm dedikodulardan kurtuldu bu köşk düşman işgali gibi bir sabah. Ama olan yine garibana olmuş onca rivayetin içinde. Seyis Ahmet anasından olmuş en sonunda. Yetim kalan Seyis Ahmet’i de benim büyükannem büyütmüş.

Seyis Ahmet babasının ismini ağzına almaz pek, küfür edecek olsa da almaz. ‘’Benim babam, dilim varmıyor ama o şeytan! Annemi bırakıp İstanbul’a gider; ( dediğim gibi bizim için o dönemde İstanbul’a gitmek, Pera veya Beyoğlu’dur) Orada gününü gün ederken, anacığım hastalanıp yataklara düştü. Düşer düşmez çok geçmeden de kahrından öldü!’’

Aslında insan bu ya; hem sevdiklerini hatırladıkları gibi geri dönmesini ister, geri dönmeyince de içinde kalan merhamet veya öfkeyi çıkardı gün yüzüne. Kendini sarardı çoğu zaman bu öfke. Sardı mı da Paşa Dedem gibi; gittikleri yerden geldiklerinde; bambaşka bir insan olup çıkarlardı işte. Seyis Ahmet belli etmese bile uzaklarda arardı, aradığını iki gözüyle. Uzaklar da dediğim köşkün çevresidir tabi. Bulamayınca da gözünün birisini kapatırdı kör talihine. Artık gideceği hiçbir yer olmadığından ailesidir bu köşk ve köşkün içindekiler.

 

7)

Sonra git zaman gel zaman koskoca İstanbul işgal edildi. Tabi bu böylece bitmedi! İşgal demek; senin koynuna bile istediği saatte girmek demektir! İşin ucu bize de dokunacaktı hal böyleyken. Bizim köşke geldiler bir ara bu işgalciler hatta. Köşke el koyacaklarmış çevresi ve konumu yüzünden. Köşkün içinde de; bağ bahçede de yaşayacaklar haliyle. Paşa Dedem o zamanlar sağdı. Bunlar olurken o koskoca adam yataktan fırladı ve kılıcına davrandığı gibi; bir subayın gırtlağına dayadı! ‘’Ben ki cephe cephe savaşan koca… Paşa! Hele ki gel bir daha, savaşmadan bir iğneyi bile teslim etmem sana ha! Öyle bilesin’’ diyerek, İngiliz subayını oracıkta korkudan altına kaçıracakmış. Koca subay bir kaçış kaçmış ama görmeniz lazımmış o kaçışı. Tabi bizim ahali sabaha kadar uyumadık hal böyleyken. Köşk elden giderse ne yaparız demeler, biz ne hallere düştük koca sultan diye yakınmadalar, kimsesiz kaldık ahali diye yırtınmadalar. Paşa Dedem bu yakınmalara aldırış etmeden; ilk kez keyifli ve mutlu bir uyku çekmişti o gün. O da biliyordu ki düşmanın uyumayacağını, şimdi cephesini kurtarmıştı, ya yarın? Yarın bakacaktı ama o akşam keyifli bir uyku çekmişti Paşa Dedem. Yarın kapılarına dayandıklarında ise kanının son damlasına kadar savaşılacaktı! Bunu bütün köşk biliyordu. Ve tüm köşk korku içinde uyuyamamıştı Paşa Dedem hariç.

Sabah erken saatlerinde, üniformasını giymiş, atına bile binmişti. Herkesin ağzı açık tam tamına yarım gün nöbet tuttu Paşa Dedem Köşkün bahçesinde. Kimse dur da diyemedi korkusundan. Kapılara gelseler düşman askerleri; biliyoruz ki Paşa Dedem süngülerle dışarıya atacak, kılıçla ikiye bölecek onları oracıkta. Ve eğer yara almazsa; evine yine bir kahraman olarak geri dönecekti. Bu defa sarayın nişanını ev ahalisi takacaktı göğsüne.

Gücü sadece yıldız sarayı ve çevresine söz geçirebilen Padişah ve Sadrazamlar, bu olayı duyunca, özel bir emir ver dittirip; muaf tutulmasını beyan edilmiş. İngiliz işgal komutanı Maitland Wilson bunu dikkate alacak ki, gerekeni yapmış ve görmezden gelinmişti bizim köşk. Paşa Dedem ise güneşin altında hala düşmanı ikiye böleceğim diyerek attan inmez olmuştu o gün, ancak Doktor Fuat’ı çağırarak indirebildik. Yoksa bizi bile dinlemez, sürerdi atını köşkün dışına. O günden sonra Paşa Dedem artık kalkmadı o yataktan, sonra da… O belli ki son gücüydü. Kendi cephesi saymıştı bu köşkü! Vatanı gibi savundu son kez. Artık bedenini teslim etti bu savaştan sonra cenabı Allah’a.

123213Babam cephe cephe gezerken; dedemin cenaze törenine katılamadı ne yazık ki. Bu ailenin kadınlarında değildi sadece içlerinde yanan kor. Tüm ülkenin kadınlarının kimsesiz kalmakla dertleri yoktu hatta sadece erkeklerinin kaybedişlerine ağlamazlar, ağlanacak daha büyük bir şey vardır onların aslında. Çocuklarına duyduğu annelik sevgisini gibi ülkelerine duydukları sevgidir bu. Bunu kaybetmeye tahammülleri hiçbirisinde yok, bu yüzden hep erkeklerini gönderir o savaş dediğimiz bataklığa... Tabi bir aman etmezler, bunu Paşa Dede’min cenazesinde anlamıştım. Erkeklerini toprağa verdikleri gibi, içlerinde var olan vatan sevgisini de toprağa verirse; ellerinde çıldırışlarından başka ne kalacak? Sadece hepsinin içlerinde dağılan ve yok olan vatanın derdindeydiler artık, hepsi bu aslında.

Her yeri baştan sona işgal altındaydı artık. Bizim köşk gibiydi İstanbul’un ahvali. Artık başımızda olan hep hastaydı, güçsüzdü ve zamana mahkûm olarak yaşıyordu, buna da yaşamak denilirse. Hayalet gibi yaşayan padişah ve hükümetinin de maalesef düşman olarak gördükleri; yedi düvel yerine bizler olduk! Yani her şeyini bu vatan uğruna verenler ve hep vermekten tükenen, azıcık aşını da paylaşan, el kadar unu olsa da o una göz dilinecek yürekliği bulan bu alçaklar, bizi ve milleti soyana kadar da rahat yüzü göstermeyecekti. Kalakaldık bir başımıza, o da bir deri bir kemik kalan bu yüce halktı idi. Paşa Dedemin ölümünden sonra da gelen aylığı da kesilmişti en sonunda. Koskoca köşk ve içlerinde bulunan kadınları, şimdi biraz daha kimsesiz kalmıştı.

Rahmetli babam ise bir ara suçlandığını duydum, dedem ölür ölmez evde aramalar yaptılar, uzun bir süre de evi gözetlediler bir takımadamlar tarafından. Tabi bu Paşa Dedem için değildi aramaları, Rahmetli Babam içindi. Rahmetli Babam eve dönmüş olsa da gideceği her halinden belliyi. Paşa Dedemin sorumluluğunu bizzat almak yerine, onun içindeki öfke ve tedirginliği sadece Rahmetli babam da görmüyorduk, hepimizde hissedebiliyorduk bunu. Ben bile evimizin eski halini özler olmuştum, Paşa Dedem gittiğinden beridir bu köşkün eski tadı kalmadığını anlamıştık. Rahmetli Babam İngiliz işgalinde gece dışarıya çıkması yasak olduğu zamanlarda; bazen eve geç gelir, bazen de gittiği yerden gelmezdi. Her gece annem pencerede bir asker edasıyla nöbet tutar, acemi asker gibi de nöbetinde uyuklardı. Bu sıralar şikâyetler artmıştı, bu yüzden de denetimler baya sıklaştı işgal altındaki İstanbul’da. En kötüsü bu da değildi, en kötüsü herkes birbirini ifşa eder hale gelmişti. Komşu komşuyu bilmez hale gelmiş, gözünün üstünde kaş var diyerek şikâyette bulunuyordu kapalı kapılar arından. Bu yüzden herkes dikenin ucundaymış gibi hareket ederdi çarşıda pazarda. Artık baskınlara alıştığımız için, bunlar çok sıradan hale geliyordu bizim için. Artık Paşa Dedemin gölgesi gitmiş, hükümetin ve padişahın bırakın bizi, kendini bile koruyamaz hale gelmişti. İstanbul gibi, bizim köşk de teslim olmuştu birçok şeye kendince, istemsizce ne yazık ki.

8)

Bir gece köşkte büyük bir kargaşa ve sesler yükselmişti. Aşağıda büyük salonun ortasında Rahmet Babam hasta gibi yatıyordu büyükannemin kollarında. Annem olayın şokuyla Rahmetli babama bakıyor, hiçbir şey diyemiyordu. Rahmetli Babam da zar zor nefes alıyor, anlından dökülen terler ve sağ tarafından sızan kanları giysisine yapışmış bir vaziyette, büyükannemin kollarında adeta ölü gibi yatıyordu. Doktor Fuat Bey’e haber çoktan salınmış, gelene kadar da yarasına baskı uygulanmaktaydı. Doktor Fuat Beylerin konağı; iki üç sokak ötemizde olmasına rağmen, ufak bir gecikmeyle gelmişti. Malumdur ki; bu saatte çağırılan her doktor, durumu biraz da olsa kavramıştır. Her türlü iş başına gelecek olmasına karşı da ehemmiyetle hareket etmesi gerektiğini bilir, daha da gözünü açmasını bu işgal zamanlarında çoktan anlamıştır. Doktor Fuat Bey Rahmetli Babamı tanır, ne işler başına aştığını epey net bilirdi. Zaten köşke geldiğinde hiçbir şeye tepki göstermeden hemen Rahmetli Babamı, Büyükannemin kucağından kaldırmış, yatağa yerleştirirken göz göze gelmiştik odadaki ahaliyle. Hemen Büyükanneme ‘’şu çocuğu çıkartın buradan’’ diyerek, bir emir verir gibi vermişti. Büyükannem, anneme söylese de bu emri tekrarını, annem sanki bu dünyada değilmiş de, bedeni sadece oradaymış gibi; bir mumya gibi kıpırtısız duruyordu ayakta. Büyükannem bana kızarak ve elimden tutarak yatağa götürdü. Anneme de verilen yatıştırıcıdan sonra, sabaha kadar Rahmetli Babamın nöbetini Büyükannem tutmuştu.

Rahmetli Babam bu süreçte saklanmak zorunda kaldı köşkte. Belli bir zaman geçti geçmedi üstünden; biz her şey yoluna girdi gibi düşüneduralım, daha bu bitmeyen çilemizin başı gibiydi o gece. Rahmetli Babamın henüz yaraları yeni iyileşmeyse yakın Büyükannem ile salonda fısır fısır bir şeyler konuştuklarına duydum. Beni gördüklerine susmuşlardı, annem odada yoktu, annemi aradığımda, kendi odasında hıçkırıklarını duymuştum. Rahmetli Babam annemin odasına giderek teselli etmişti uzun süre, mırıltılarını zar zor duyuyordum bunu. Bu sırada dikkatim pencereye kesilmişti, pencerenin de ötesine ama Büyükannem Rahmetli Paşa Dedem gibi; ata zor zor binmiş, köşkten at ile uzaklaşıp gitmekteydi. Ben hayretle Büyükannem at sürüşünü nereden biliyor ve nereye gidiyor diye arkasından bakarken, Rahmetli Babam yanıma gelmişti. Ve artık ‘’bu evin erkeği sensin!’’ diyerek bu defa beni teselli ediyordu. Ben çoğu şeyi bilmeden gözlerim dolmuştu. Ağlamaktan ve Rahmetli Babama sarılmaktan başka hiçbir şey yapmıyordum. Çok geçmeden Büyükannem köşke dönmüş, elinde bir çanta ile Rahmetli Babama vermiş, ‘’yolun açık olsun oğlum, sakın kafanı eğme! Bu it sürüsü de gidecek elbet!’’ diyerek babamı yolcu etmişti.

Rahmetli Babam; hayalci bir kumandanın arkasından gidecek dediler Anadolu’ya. Bir ara da İngiliz teşkilatına istihbarat yardım yapıyormuş dediler. Gerçekleri sonradan öğrendiğimde o akşamı, yeni yeni anlamlandırdım. Rahmetli Babam; bu vatanı kurtarmak için oluşturulmuş bir cemiyete katılmış, Osmanlı’ya sadık eski subay ve komutanlarıyla da gizli gizli buluşmalar yapıyormuş. Bu buluşmalarının ana konusu da; her yeri işgal altında kalan vatanı kurtarmakmış. Tabi bu epey de kolay değil tabi, İstanbul tam bir cadı kazanı! Bir buluşma yerini tesadüfi olarak basan İngiliz askerleri bu topluluğun aslında uzun süredir peşindeymiş. Tesadüfi de derken, genel kontrol noktalarına taptığı tesadüfi baskınlar. İstihbaratları doğrultusunda kim kimdir diye bilmediklerinden, yakaladıklarını sorguya çekeceklermiş. Buluştukları otelin kapısında Allahtan gözcü koymuşlar ki, son anda kaçmaya başarmış bazıları. Tabi kaçmışlar ama bu buluşmalara gelen baskılar bu vatan evlatlarının gözünde ne ki? Bu adamlar canlarını hiçe sayarlar, tek düşündükleri vatanlarının teslim olmamasıdır, bunun için de her şeyi yaparlar! Babam kaçarken de bir kurşunla vurulmuş o gece. Ama buluşmalar belli bir zaman devam etmeyeceğini bilerek ve buluşmaların yavaş yavaş sonuna geldiğinden, bir an önce Anadolu’ya geçme kararı almışlar. Rahmetli Babam yaraları yüzünden biraz geç gitse de Anadolu’ya, en sonunda geçebilmiş. Büyükannem o gece at ile gidip geldiğinde ise tüm varını yoğunu satmış. Hatta annemin düğündeki eşyaları ve yıllardır birikimlerini nereden bulduysa satılacak yer gece vakti, bir gecede satmış. Ufak da olsa tanıdıklardan borçlar alıp, bir çanta dolusu parayla Rahmetli Babama teslim etmiş. Artık bir daha da Rahmetli Babamın yüzünü görememiştim.

Tam üç sene köşk zar zor idare etti kendi halini, borçlarını ödeyemez olmuştuk. Rahmetli Baba’mın da gönderdiği para da kuş kadar olduğundan, köşkü satmak zorunda kaldılar. Yine aynı muhitten uzaklaşmasak da, bulduğumuz evde ufacık göz odalara sığdırdık kendimizi… Gelen para da belli bir zaman yeteceği için, dikkatli kullanmak gerekiyordu. Ankara’da yeni hükümet kurulmuştu bu sıralar da. Rahmet Babam bize gönderdiği ufak meblağ para hariç, geçen olayları mektuplarında bahsetmezdi. Yoğun bir gizlilik içinde selamlarını ve sevgilerini iletirdi sadece…

Son mektubunun üstünden tam 17 gün geçmemişti ki, bir telgraf aldık. Tabi o zamanlar telgrafı Ankara hükümeti kesmediğinden, kara haberi tez duyuldu, keşke duyulmasaydı! Rahmetli Babamın ölüm haberini öğrendiğimizde kimsenin ağzını bıçak açmıyordu, fakat herkes bir gün bu haberin geleceğini biliyordu. Sonradan uzun bir mektupta duyuldu bu durum ama kısacası şuydu: Ankara’da kurulan Mustafa Kemal ve Büyük Millet Meclisi; ‘’… Hazretleri (Rahmetli Babam) tarafından epey yararlar sağlamış ve bunun sebebinden belirli bir zaman sonra destek olarak maaş bağlanacağını …’’ bizzat Ankara Hükümetinin gönderilen mektubuydu bu.

9)

Rahmetli Babam İstanbul’da buluştukları komutanlardan biri olan Mustafa Kemal; yıllar sonra İstanbul Beşiktaş da kaldığı evinden, bizim eve ziyarete gelmişti. Tüm olayları sanki bilir ve görür vaziyette, mavi çelik gözleriyle bana bakmış ‘’üzülme çocuk! Baban büyük bir askerdi, bu ülkenin hiçbir evladı sahipsiz kalmayacak!’’ diyerek, kafamı okşamıştı. Bir zamanlar elimize geçen gazetelerde gördüğüm adamı, gerçekten de Mustafa Kemal oluşunu aklımda zor tasvir ediyordum o sıralar. Bu ufacık adam! Nasıl düşmanı anavatandan kovabildi diye hep düşünürdüm.

Her şey sona erdikten sonra beni ve ailemi sahipsiz bırakmamışlardı. Yurt dışında Mustafa Kemal ve Ankara Hükümetinin destekleriyle Almanya da okumuş, orada ikinci dünya harbi patlak verene kadar uzun yıllar kalmıştım. Şimdi yıllar sonra Köşkün önünden geçtiğimde, artık köşkün yeni sahipleri vardı. Ne etrafında bağlık bahçe kalmıştı, ne de at koşturulacak bir alan. Her yer yeni evler mevcuttu. Ne Büyükannem kalmıştı şimdi bizi bir arada tutacak, ne de annem. Hepsi zamanın gösterisinde rollerini oynamış ve gitmişti. Çok uzun izlerini gösterecek kalacak kadar kimsem kalmamıştı bu ülkede. Bir zamanlar bu ülke için yangın yeri olan vatanım, ikinci dünya harbiden sonra emperyalizmin kuklası olmuştu. Artık ne o eski komutanlar kalmıştı, ne de eski vatansever insanlarımız ikinci emperyalizmin elinden kurtaracak… Herkes hiçbir şey olmamış gibi yaşamına devam ediyordu kısacası. Ama herkes biliyordu, savaşın getirdiği acıları ve kimsesizliği.

Bu hikâye ancak; ben de ailemi tarihin tozlu sayfalarından eksik kalan, yarar nişanını vermek için kaleme alınmıştır. Şunu bilmenizi isterim; sadece cepheler savaşa meydanlarında açılmamıştır, her evde, her kalpte açılmıştır…

 

1968 yazı, Beşiktaş/İstanbul