Yaşamak, salt ömür ile ilgili bir süreç değildir. Hayallerinin peşinden gidecek uygun fırsatların da sağlandığı bir toplumsal gerçekliğin varlığına bağlıdır. İkincisi olmaz ise teorik olarak sağ ama ruhsal olarak ölmüş hayalet bir kitle oluşur.


Freud’a göre insan, yaşamı süresince iki içgüdünün tahakkümü altındandır. Bunlardan biri ölüm içgüdüsü, diğeri ise yaşam içgüdüsüdür. Toplumsal şartlar, yaşam içgüdümüze dinamizm katma noktasında etkendir. Eğer toplumsal şartlar yaşamsal pratiklerin önünde engeller oluşturuyor, hayallere ket vuruyor ve bireyin geleceğe dair idealler oluşturmasına imkan sunmuyorsa ölüm içgüdüsü yaşam dürtüsünün üzerinde baskı oluşturur. Bu durum bireyin geleceğe yönelik kararlar alması, hayal kurması ve buna yönelik planlamalar yapmasının önüne geçer. Ardından birey, yaşamsal enerjisini kaybederek hayal ve ideal yoksulluğu içine hapsolur. Bu tutsaklık, bireyin teorik olarak yaşamasına ancak pratik çerçevede toplumsal içinde gezinen ve sadece nefes alan bir hayalete dönüşmesine zemin hazırlar.


Toplumsal koşullar nedeniyle hayalete dönüşen birey için ne zamanın ne de olay ve olguların artık bir önemi yoktur. Sorumluluk almak istemez, iletişime kendini kapatır, hiçbir yaşamsal ortamdan keyif almaz ve bu sıkışmışlık hali yegane habitusu haline gelir.


Şaşırmak, şoke olmak, üzülmek, düşünmek, merhamet göstermek, empati yapmak ve endişelenmek gibi eylemler; hayalet bireyin kaybettiği temel insani pratikler olarak karşımıza çıkar. Düşünmeyen, etrafındaki olaylara hiçbir tepki göstermeyen, gözü önünde başına binbir şey gelen biriyle empati kurmayan, üzülmeyen, şaşırmayan ve endişelenmeyen bir kitleye maruz kalmak ise hali hazırda “ruhsal” olarak yaşamaya çalışan diğer bireylerin de ölümünü hızlandırır.


Peki biz hangisiyiz? Can çekişme halinin süreklilik arz ettiği hayalet mi? Yoksa hali hazırda yaşama tutunmaya çalışan hayalet adayı mı? Hangisi olursak olalım maruz kalınan etkiler aynı. Bu etkilere karşı bir pencere açmalıyız. Bu pencereden içeri felsefe, sanat ve edebiyat girmeli. Felsefeye tutunduğumuzda önce tüm zayıflıklarımızla büyük buhranlar içerisinde hesaplaşacağız. Ardından da sanat ve edebiyatın iyileştirici misyonuyla daha anlamlı bir yaşam inşa edeceğiz. Gösterilene değil de ideal olana tutunmanın anahtarı; okumakta, sormakta ve düşünmekte gizli.