1.


kiliseden bara çevrilmiş bir mekân. adı Church Bar. Dublin’de bir sabah baş ağrısıyla uyandım ve doğruca Church Bar’a gittim. içeriyi izledim ilkin. duvarın dibinden en tepeye doğru uzanmış boruları olan bir kilise organı. ikonalar, oyuklu sütunlar, yontmalar ve diğer şeyler küçük görkemleriyle göz alıyorlar. her şeyiyle gotik bu yerde They Came the Last Days of May adlı bir şarkı öğreniyorum musicbox'tan. Haziran’ın ilk gününün ilk saatleri şimdi. kalan saatler de işte böyle geçecek gibi. bulantı duyana denk dek içtiğimi fark ettim ama durmak istemedim.

           bar tuvaletinin yerini aradım gözlerimle. sonunda seçti gözüm. masaların arasından süzülerek gittim, süzülüyordum. iç çamaşırım belimi sıkıyordu. yüzüm yanıyordu biraz bir alev topu olmuşum. bu unisex tuvalette oyuk gibi bir şeye işiyoruz, yanımda iki Fransız. o an orgazm ve çiş hakkında şeyler geçirdim aklımdan. ikisi bir konuda hararetle tartışıyordu. aynı oyuğa işiyorduk. paravan vardı. Fransızca bilmiyorum, demek istedim, je ne parle pas Français. musluğun başında yüzüme sekiz defa su çarptım. yanması hafifledi. kemerimi iyice sıkıp gevşettim. dışarı çıkıp masamı aradım gözlerimle.

           barın önündeki taburelerde birkaç güzel kadın kadehleri kaldırıyor. o an bir şeyi özlüyorum. ayrılık bana yaramıyor. bunu Nuran’a deseydim, eminim “kitch” üslubuma çatardı. Nuran’ı özlüyorum ve tam göz hizamda, orada unutulmuş gibi duran bir musicbox beliriyor. musicbox, bardaki diğer ikonalar gibi, süssüz ve ağır, öylece duruyor. bu eski püskü, bakımsız kutunun karşısına geçtiğimde ilkin tozlu camı bir peçeteyle silme gerekliliği hissediyorum. camın parlayan yüzeyinden içeri bakıyorum sonra. şarkı adlarını seçmeye çalışıyorum. burada güzel bir şarkı vardır kesin. bu pek zaman almıyor: Charles Bradley adını görür görmez musicbox’ın yaşını hesaplamaya çalışıyorum. parmak hesabı. şarkıyı açamıyorum çünkü başım dönüyor. çünkü bu devasa metal yığınının fişini takmak için kutunun duvarla arasına girmek gerekiyor. ortam lebâleb. kucakladığım gibi kendime çekmeye çalışıyorum. abanıyor gibiyim. var gücüm buna yetmiyor.

           az sonra debelenişimi gören iki yardımsever geliyor yanıma. sessizce çeviriyoruz musicbox'ı. prizi tespit ediyoruz. fişi takmamızla beraber, makineden bir tür cızırtı yükseliyor, “patlamasın şimdi bu,” diye sesli düşünüyorum. kutuyu çekmeme yardım edenlerden irice olanı “yok abi, birazdan ışıkları yanacak, bekle,” diyor. Dublin’de, kiliseden bozma bir bardayım, içmişim. Türkçe olarak duymasam belki hatırlamazdım bunu. gayrîihtiyari diğer adama döndüğümü de hatırlamazdım. malûm soruyu bakışlarımdan anlamış olmalı, ustaca ve içtensizce gülümsüyor biri, “ben de Türküm abi, selamınaleyküm,” diyor. aleykümselam, demem lazım şimdi. hatırlıyorum. buranın adı Church Bar. Avrupa inancına çekilmiş bir el hareketi gibi yükseliyor kuleler. insanlar olduğu yerden kaldırıyor casablanca’ları. burada herkesten var.

           ben Nuran’ı özlüyorum.

 


2.


telefonu ve kulaklığı bir köşeye atıyorum. sigaramı iftarı haber veren ezanın sesiyle sarmak iyi oluyor sabır tesbihi. ezanın sesi bir vaka gibi yükseliyor, bir gürültü olarak vuku buluyor. buna hep içerlemişimdir. çingene sesleri geliyor. bir çingene, siyah renk arabasını temizlemektedir. kara bir Kartal. 96 model bir Tofaş numunesi. çingene, Kartal’ın içine sığdırdığı tüm nevresimleri satabilirse, bir ayı rahat gene atlatıyor. adı Musa. Musa oturduğumuz apartmanda bize komşu. her sabah bu adamın karısının sesiyle uyanıyorum. bazen bu tahammül edilemez oluyor.

           babam Musa için “çok mülayim adama benziyor. o karıyla başka türlü yaşamak mümkün değil” diyor. sana bu bilgi nereden geliyor peder? babamın kadınlar ve başkalarının eşleriyle ilgili yaptığı her fikir için bir kesik kahkaha düğümlüyorum boğazımda. çok şeetmiyorum.

           Musa, sokak aralarından apartman sakinleri duysun için Kartal’a megafon bağlamış. “ses, deneme, bir, kiii, hop!” diyor,

           “ses, deneme, bir, kii. Sayın Alev hanım... deneme... sayın Alev hanım lütfen pencereye çıkın ulan!”

           Musa’nın karısı pencereye çıkıyor: “Allah canını alsın Musa!” diyor utanmış gibi yaparak (aslında utanmıyor). “Kaan! Kaan nerede?”

           -ne bileyim lan, tek benim çocuğum mu? diyor megafondaki ses.

           -lan kes şunu manyak, reklam olduk maalleye! Kaan’a söyle pide alsın, çorba hazır. Hadi!

           sokak öyle sesli ki, korkuyorum bazen. Dublin’de kiliseden bozma bir bardayım. İki Türkle tanıştım. burada birileriyle sohbet edemiyorsun, inan. insanlar boş, anlamsız konuşuyor. bir kere cahil hepsi, bakma ayriş falan. neyin ne olduğundan haberleri yok. Yourcenar bile okumamışlar. allah kahretsin! geçenlerde bir kitabevine gittim. Yourcenar kitabı sordum. kitapçı, böyle bir yazarı bilmediğini söyledi. İngilizce hocamla (güzel saçları olan, Mary) Pound hakkında konuştuk. başka dilde şiir konuşmak zor gerçekten. hepsini geçtim, dans ve uyuşturucu var, güzelinden var. sevişmek, "date" kolay. geçenlerde üçlü sekse davet edildim mesela. “davet edildim” diyorum çünkü bunu başka türlü anlatamam. nasıl anlatılır, onu da bilmiyorum ya... neyse. Adanalıyım ben abi. “ne ilgisi var,” diyebilirsin şimdi. bana gülebilirsin ama n’apayım, aklıma başka bir şey demek gelmedi. “Adanalıyım ben,” dedim yani. doğrusu, “I’m from Adana,” dedim. ben böyle söyledim ama Toledolu Richie ile Mathilda ne anladı, bilmem.

           başka bir şey de yok. Koreli biz kızla ile tanıştık. herkes bizi sevgili sanıyor. kız yanımda çocuğum gibi, görsen. ben öyle hissediyorum. burada kimlik meselesi ciddi mesele benim için öyle diyeyim de yanlış olmasın. ne olduğumu anlatmam çok kolay; fakat Dublin’de, bu sıçtığımın kiliseden bozma barında, How Long parçasını dinlerken bana “who are you?” diye soruyorlar. buna ne cevap vereceğim.

 


3.

 

artık kol saati takmamak istiyorum. kol saati yazmama engel oluyor. hem sol elimi hareket ettirirken yoruluyorum hem de kolumda saat varken sürekli saate baktığımdan bir şeye yetişmem gerek gibi hissediyorum. unuttuğum bir şeyler varmış da bir anda hatırlamış gibi oluyorum. hemen not etmeliyim, diyorum: hemen kayda geçmeli. her şey yıkıcı bir sadelikte. yıkıcı bir sadelik ne demek? pencereden sokağı izlerken her şey hemen şimdi kayda geçirilmeli ve bir anda sonsuz düşünce üretmeliyim. düşünmek derken internetten alışveriş yapmak zorunda olmayı düşünmek, elektrik kesintilerini düşünmek, karanlık bir tavanı izlerken “ben ne yapacağım? nasıl olacak? neresinden başlayacağım bu işlerin? yarın sabah kalkabilecek miyim?” diye sayıklamak ve durup "Rüya beni terk etmiyor, neden?" demek; her yeri toparlamak istiyorum. ama belim ağrıyor. çekme var, net. öne doğru eğilip belimi dikleştiriyorum. hafiften domalıyorum galiba. buna domalmak mı denir? “oturur pozisyonda domalıyorum ve belimi esnetiyorum,” desem bu garip mi olur? ağzımda sönmüş duran sigaranın isli kokusu burnuma geliyor. lise yıllarımı hatırlıyorum. saatin kaç olduğunu merak ediyorum. saat sabahın dördü. görünen o ki bu gecenin de amına koydum. Pink Floyd!


          

Pink Floyd’u dinlemedim ama Sid Barrett’in bir çizgi romanından haberim var. o çizgi romanı da okumadım doğrusu. bir tanıdık göstermişti: Devrim. laf arasında “oğlum olursa onun adını da Devrim koyacağım, başka bir miras da bırakamam zaten,” dedi beklemeden. o sırada elinde bu çizgi roman vardı. sitem etti: “az önce tezgâhın önüne bir çocuk dikildi. üzerinde Pink Floyd tişörtü var. Sid Barrett’ın kitabını gördü. sayfaları seriden karıştırdı böyle. ilgisizce yaptı bunu. sordum, tanımadığını söyledi. aldım elinden kitabı, satmaktan vaz geçtim amına koyim. böyle rezillik olmaz abi. çomarlaştık iyice.”

           haklıydı. ossaat bir sözcüğü düşünüyordum belli etmemeye çalışarak. “şu an bir sözcüğü düşünüyordum Devrim abi,” desem ayıp olurdu. bir yönü belirten bir sözcüğü arıyordum içimden bir direction. bunu, bir şiir için düşünüyordum. dirseğimde bir ağrı hissettim. bir yeri kazmışım da küreği yeni atmışım gibi bir ağrı dirsek dayamayı beceremediğimden ya da uzun vakit dirsek dayadığımdan olduğunu sanıyorum. iki gündür aralıksız içiyor, kafamı sağa sola çevirirken bile ağrı hissediyorum. vagonlar arasından geçerken, yavaş, melankolisi olan adımlar attığımı söyleyebilirim. bunu diyebilirdim! 



***

           elimde bir defter vardı. yeşil mürekkepli dolma kalemi elimden düşürmüyordum. kendimi önemsemiş oluyorum yeşil mürekkepli kalemimle. Devrim abi tam çaprazımda duruyor. onun hakkında yazmak, düşünmek istiyorum. zorlanıyorum çünkü çapraz sözcüğünü bir türlü sevemedim. yükseliyorum, esriyorum fakat birbiri ardına dizilen sözcüklerden ne şiir oluyor ne bir başka şey. bok oluyor bok! sanırım o sırada telefona mesaj düştü. Rüya. beni merak etmiş. “seni merak ettim,” diyordu mesajında. birlikte yatıp kalkmaktan hiç hoşlanmadığı yurt arkadaşlarının baskısını hissediyordu ve telefonu eline alıp s, e, n, i, m, e, r, a, k, e, t, t, i ve m harflerini tuşlamış bana göndermişti. yavan eylemler. silsile. tüm bu gösteriyi sade benim için yaptı. ben: adamın biri; sokakta karşılaşılan türden bir insan. bir kişi, birey, erkek, eski sevgili, solcu, tipik, gösterişli, kaygılı, bakkal, öğretmen, kendi, sade vatandaş, sokak serserisi, orospu çocuğu. bir ortak arkadaşımız var, her zaman dolaşırız buralarda. adı neydi, hatırlıyorum galiba. dur bakalım… Ali! evet ya, tabii Ali oğlum. tanıyorum. ne o saçların mı dökülüyor senin? bak tepeyi açmışsın biraz. ben açmadım. yeni taşındım bu mahalleye. sokak sesli ama bu ara ev değiştiremem. yapacak bir sürü işim var. yine de görüşelim. Ali, sen yarın da buralarda mısın? araşalım yarın. Rüya, senden ayrılmak istiyorum. yani ayrılmak ne demek, diye sorsan cevap veremem ama bunu oturup bir konuşalım. birbirimizi aramayalım artık mesela. beni düşünsen bile haber verme yani. nasıl desem, ben istemiyorum. “istemediğin ne?” diye sorsan cevap veremem. üstelik bir de aldattım seni. bak yine oluyor. ne demek yani "aldatmak". tamam tamam. ağlıyorsun, yapma bunu. başkasıyla yattım diyorum. vurma. ya da sen bilirsin. Nuran’a âşığım üstelik. Nuran’ı tanımazsın. yani olaylar karışık abi. olaylar karışık Rüya, sana abi dedim affedersin. tabii bunları böyle anlatabiliyorum. sonuçta düşünce bunlar; beni düşüncemde tokatladın, seni anlıyorum. sesli olarak söylemem mümkün değil bunları. yine de bir yere bağlanması gerekiyor her şeyin. bıktım Nuran, orada mısın? gerçekten bıktım. lütfen bana yardım et, şiir yazmak istiyorum.

başım ağrıyor. pencereyi kapatıyorum.

haziran, 2017



ali yoksuz


links:

👉yoksuz.wordpress.com

👉arayismetinleri.tumblr.com


YOUTUBE:

👉bit.ly/youtubeyksz


ŞİİR/SES

👉soundcloud.com/yksz

👉linktr.ee/kfgzses


SPOTIFY

👉spoti.fi/38cskco


TAKİP ET

👉instagram.com/aliyksz

👉twitter.com/aliyksz


✉️ ykszali@gmail.com