Bir sinema salonunda, tiyatro salonunda ya da herhangi bir sanat icra eden mekânda önünüze gelecek olan öyküyü görmek için heyecan duyarsınız. Bir resim, bir şarkı, bir heykel, bir oyun, bir film, bir gösteri adı ne olursa onu görmeden (belki de duymadan) önceki merak, benim küçük zevkler listemde yer alır. Kapıdan girdiğinizle neyle karşılaşacağınızı bilemezsiniz. Anlatılan şeyin kalbinizde yer etmesi yaşadıklarınız ile doğru orantılı. Perde açıldığında bir anlık sessizliği bozan müzik ya da bir tirat ile sırtınızı geriye atarsınız ve kendi yorumunuz ile izlemeye başlarsınız.

Yerine oturduğunda oyun başlamamıştı. Ceketini çıkarıp katladı. Kucağına yerleştirdi. Salondaki insanlar hararetle konuşuyorlardı. Yanına oturduğu kadın da kendi gibi yalnızdı. İri yapılı bir kadındı. Uzun, al renkli, kıvırcık saçlarını geriye atmıştı. Burnuna kadının ağır parfümü dolmuştu. Kadın kucağında tuttuğu yeşil, timsah derisi çantanın kulplarını sıkıca tutuyordu. “Sahnede yer alacak birinin yakını mı acaba?” diye düşündü. “Öyle olsa daha önden izler.” dedi kendi kendine.

Oyun başladı. Arka planı al renginde, depresif bir şehir manzarası hafif caz müziği ile belirdi. Bir sokak lambası aydınlandı. Sokakta insanlar sorumsuzca hareket ediyordu. Kimisi tükürüyor, kimisi birilerine rastgele bıçak çekiyordu. On üç, on dört yaşlarında bir çocuk yolda dilenen kadına vurup gitti. Kimse de dönüp bakmadı. Bir adam köşede aç bir şekilde yatıyor, elini uzatmış ekmek dileniyordu. Savurgan, sorumsuz insanlar ve önemsemedikleri insanları izledi bir süre. Bir grup polis, insanlara yardım etmeye çalışıyor. Ancak uzlaşma şiddetle sağlanıyor. Polislerden biri kafasını yere çarpıyor. Ses efekti öylesine etkili ki izleyicilerin kafası Meksika dalgası misali geri atılıyor. Destek polisler gelene kadar suçlular kaçıyor. Bir adam köşede aç bir şekilde yatıyor. Bir anne çocukları ile ilgilenmeden yolda ilerliyor. Çocuklar, ellerindeki telefonla ilgilenen ilgisiz annenin dikkatini çekmeye çalışıyor. Kadın dönüp baksa da çalan zil sesi ile telefonuna geri dönüyor. Bir adam köşede aç bir şekilde yatıyordu.

Sahneler hızla değişiyordu. Belli bir karakter ya da başrol oyuncusu yoktu. Oyuncular birçok kılığa girip çıkıyordu. Sonunda birinci perde bitti. İnsanlar gördüklerini eleştirerek yerlerinden kalkmaya başladılar. Yanındaki iri kadın da kalkmadı. Çantasından telefonunu çıkardı. Gelen bir arama ya da mesaj var mı diye kontrol etti. Sosyal medyasını açtı. Ana sayfada biraz gezindikten sonra telefonunun sessizde olup olmadığına bakıp tekrar çantasına koydu. Onu izlemekten de bundan utanmaktan da geri kalmadı. İzlediği sahnelerin gerçek hayatta her gün olan ama bizim yüzümüzü çevirdiğimiz olaylardan biri olduğunu fark etti. Neye sinirlendiyse sinirini çocuğundan çıkaran ebeveyn; psikolojik şiddete maruz kalan, hiçbir şey öğretilmeden mükemmel evlat olunmasını isteyen bunu başaramadığında da dışlanan çocuklar, bu kısır döngüde çeşitli sistemlerin köleleri oldular. Kimi çaldı, kimi uyuşturucu kullandı, kimi işsiz ve eğitimsiz kalıp intihar etti kimi de aynısını kendi evladına yaptı. Sokakta ‘gerçekten’ ihtiyacı olana el uzatmadık. Çoğu yıkıma göz yumduk. O yıkımlar ki hem içimizde hem de dünyanın dört bir yanında yaşanıyor.

    Bütün bunları düşünürken köşede yatan adamın hiç yer değiştirmemesi dikkatini çekmişti. Yıllar önce kendi yaşadığı sahneyi aklına getirdi bu. O zamanlar oturduğu evin yan sokağında pazar kurulurdu. Akşamüzeri batan güneşin son ışıkları üzerinde yayılırken yanından alışveriş yapmış birçok insan geçiyordu. Otuz yaşlarında kadının yolun kenarına uzun uzun bakması ile o da o yöne merakla baktığında diz çökmüş yaşlı bir adam gördü. Sol kolu kesikti ve sargıyla sarılıydı. İki araba arasına oturmuş ağlıyordu. Yanında Pazar arabası içerisinde peçeteler vardı. Neden ağlıyordu? Biri canını mı yaktı? Ona bağıran mı oldu? Satış mı yapamadı? İçinden bunlar geçerken acıyla ilerledi. Evine gidip duşunu aldı. Adam için üzüldü ama ‘Nasılsınız?’ diye sormadı bile. Belki omzuna konan el onu biraz olsun sakinleştirebilirdi. Canının yandığını düşünmek, birinin onun canını acıttığını düşünmeye dayanamıyordu. Biz bazı acıları hayal bile edemezken onlar yaşıyorlar işte! O adamı asla unutamayacaktı. Yoldan ona bakıp geçen normal(!) bir insandı sonuçta.

    Ara bittiğinde herkes yerindeydi. İkinci perdeyi yine suçlular açtı. Daha ne kadar böyle devam edebilir diye düşünürken; bir beyaz otobüs geldi. İçinden çıkan bir kadın elinde silah ile diğerlerine emir verdi. Gri bir tulum üzerine beyaz koruyucu bir önlük giymişti. Emriyle bir grup insan otobüsten indi. Sokaktaki çöpler toplandı. Açlara yemek dağıtıldı. Evsizleri kurulan kamp alanlarına taşıdılar. Sahipsiz hayvanlar barınaklara götürüldü. Kötü muamele gören çocuklar Sosyal Güvenlik görevlileri tarafından alındı. Sevgi evlerine götürüldüler. Suçluları suçlarına bakılmaksızın topladılar. Hepsini bir süzgeçten geçirdikten sonra mahkemeye sevk ettiler. Cezalarına karar verilen tarlalara gönderiliyordu. Günlük işlerini ne kadar çabuk bitirirlerse ona göre odalarına dönebiliyorlardı. Mahkumların yan gelip yatmasına izin verilmiyordu. Ellerinden geldikçe her yerden verim kazanmaya çalışıyorlardı. Bir yandan üretiyor, diğer yandan da ihtiyacı olanlara yardım ediliyordu. Sokaklar daha temiz görünüyordu. Bazen apartman bazen sokak arası bazen de bir karakol resmediliyor, sahne devamlı değişiyordu. Peki, kimdi bu topluma temizlik bezi gibi giren insanlar? Bu şekilde insanların hayatına girmek ahlak dışı mıdır değil midir? Siz olsanız ne düşünürsünüz?

    Kırk beş dakika boyunca süren bu ‘temizlik hizmeti’ izleyicilere göre hızla gelişmişti. İlk perdede gördüğümüz yaşlı adam şimdi üzerinde beyaz pijama ve açık mavi bir sabahlık ile karşımızdaydı. Geniş ve ferah bir lobide oturuyordu. Arkasında “Bulut Huzurevine Hoş Geldiniz” yazıyordu. Adamın önüne bir tepsi ile kahvaltı bırakıldı. Adam zinde ve mutlu olduğunu belli eden bir gülümseme ile yemeğini yemeye başladı. Gazetesinden bir sayfa açtı. Fincanını eline aldı. Karşıda oturan kalabalığı fark etti. “Günaydın! Burada yenisiniz herhalde. Benim adım Vatan. Üç yıl önceye kadar sokaklarda yaşıyordum. Önce işsiz sonra da evsiz kalınca bir parça ekmek için yaşar olmuştum. Sokakları pislik götürüyordu. Temiz su bulunmuyordu. Dünya bizden nefret ediyor diye düşünüyordum. Kendinden başkasını düşünmeyen bir toplum olmuştuk. Metropolde yaşamak mı? Taşı toprağı altın mı? Ben yıllarca sokaklarda yattım. Topraklar küf kokuyordu. Birileri kazanırken diğerlerini sokağa atıyorsa kaldırıma düşeriz elbette! Saygı, sevgi ve güzel olan her şeyden mahrum kalmıştık. (Gülümsedi) Ama her insanın kalbinde kötülük yoktur. Ne oldu biliyor musunuz? İçimizdeki iyilik; korkuya, üşengeçliğe ve bencilliğe fark attı! İnsana yemek, giyecek, barınak, kitap değil moral de verdiler. Bütün bu mide bulantısını yani bencilliği kastediyorum, ortadan kaldırmasalar da bunun için varını yoğunu veren bir birlik vardı. Hayır, bilemediniz! Kapalı odalarda sorunu çözmeye çalışan devlet değil! İçinde umudu olan her insan ayağa kalktı, gözlerindeki tozpembe gözlüğü çıkardı. Kollarını sıvadılar, Aydınlanma Birliği’ni kurdular! Sen! Evet sen! Bunu yapar mıydın?! Üç yıldır iyileşene kadar bana baktılar. Anca ayağa kalkmaya başladım. Siz hiç işemeye gidememenin utancını yaşadınız mı? Neyse kahvem soğumadan içmeliyim ardından gençlerle buluşup spor yapacağım. Onlara koşabilmenin asıl güzelliğini anlatacağım! Ha bu arada, bizi izlediğiniz için teşekkürler,” dedi. Diğer oyuncular da üzerlerinde Aydınlanma Birliği kıyafetleri ile gelip selam verdiler. Kendilerini alkışlayanları alkışlıyorlardı.

    Önce yerinden kalkamadı. Öylesine etkileyici konuşmuştu ki yaşlı adam, içinde gerçekten de umut canlanmıştı. Kalkıp hızla alkışlamaya başladı. Ceketi yere düştü, önemsemedi. Salon yavaşça boşalmaya başlıyordu. Ceketini alıp temizledi. Yanındaki kadının gözlerini sildiğini gördü. “Geçen hafta iş tatilindeyken denk geldim bu oyuna. Boş vakti değerlendirmek için öylesine girmiştim. Öyle etkilendim ki bir kez daha izlemek istedim. Görüyorsunuz yine dayanamadım” dedi kadın. Yavaşça başını sallayıp gülümsedi. Kadın da güldü.

    Salondan çıktığında üzerinde bir yük varmış da onu atmış gibiydi. Lavaboya gidip yüzünü yıkadı. İnsanlar, gülümsemeler, telefonlar, arabalar, gürültü, gözleri yakan ışıklar… O ana kadar olağan olan şeyler soyut bir hâl aldı. Değeri olmayan ne varsa içinde yaşıyor gibiydi. O ağlayan amcayı tekrar düşündü. İçinde bir yerlerde sanki bağışlanmış gibi hissediyordu. Oysaki oyunda geçen bir iyiliği kendi yapmış gibi hissetmek, bir anlık güdü ile iyileşmiş gibi yaşamak anlamsızdı. Sokakta yavaşça ilerlerken bunları düşünüyordu.


İçinizdeki lanetleri kırmayı başardığınız, umudun pençesinde özgürce uçtuğunuz günleriniz olsun…