Arzu ve Yaşam Bağlamında Hikayesi Olmayan Bir Film


Spinoza sevinç ve kederin edilgen duygular olduğunu söylerken sadece arzunun etken bir duygu olduğunu söyler. Ona göre arzu, insanın kendi varlığını sürdürmek için harcadığı çabadır ve söz konusu şeyin fiili özünden başka bir şey değildir. Sanatın temel konularından biri insanın arzuları ve bu arzuların yaşama etkileridir. Arzunun gücü, arzunun dönüştürme fonksiyonu, arzunun sebep olduğu yıkımlar… Sanatta da arzunun bu fail pozisyonu işlenir çünkü insanı yaşamak için harekete geçiren de bizzat odur. Arzu olmadan aşk olmaz, savaşlar, teknoloji, sanat olmaz. Sinema ve diğer sanat alanlarında genel olarak temelinde arzunun etken olduğu anlatılara şahit oluruz. Tersi azdır. Çünkü arzu engellendiğinde – ertelendiğinde ortaya bir aksiyon çıkmaz. Perfect Days bize, bildiğimiz anlamda arzu hayattan çıkarıldığında geriye elde ne kaldığını göstermeye aday. Filmde arzudan uzak yaşamanın aksiyonsuzluğuna şahit oluyoruz. Sabahtan başlayan bir rutinler silsilesi. Çiçekleri sula, giyin, kahve al, tuvalet temizle, yemek ye, fotoğraf çek, hamama git uyu. Film bu rutinlerin tekrarından oluşuyor. Kendi etrafında dönüp duran bir rutinler silsilesi. Filmi izlerken içimden şöyle bir cümle geçti: bu bir anti – film.



Filmi arzu bağlamında okumaya dair bir iki adet kritik noktadan bahsedebiliriz. İlki Aya, Hirayama’nın yanağından öptüğünde gülümseyip mutlu olması ve heyecanlanması. İkincisi rüyalar. Arzuladığı şeylerin geceleyin belli belirsiz rüyalarını meşgul etmesi. Bu noktada şu konuya da değinmek gerekir. Japon kültüründe arzu nesnesi sadece insan değildir. Canlı cansız her nesnede bir ruh olduğuna inanılır ve her ruhla bir tür ilişki kurulabilir. İzlediğimiz rutinlerin arka planında Hirayama’nın insan dışı varlıklarla kurduğu aktif bir iletişim olduğunu da söyleyebiliriz. Etrafında keşmekeşle, kapitalist imgelerle dolu bir dünyada libidinal enerjisini insana veya güce değil de tabiata ve günlük rutinlerine vakfetmiş bir insan… Bu noktada filmi izleyenlerin genel yorumunun ‘huzur verici, terapi gibi bir film’ olması son derece anlaşılır. Hirayama’ya yaşlılara ve çocuklara duyduğumuz türden bir sevgi ve yakınlık duyuyoruz. Çünkü standart insanın arzularına sahip olmadığı için bir tehdit içermediği gibi güven ve huzur duygularını pekiştiriyor.



En mutlu olduğumuz zamanlar en stabil en durgun zamanlarımızdır ama bunun hep sonradan farkına varırız. İşte bu insanların filme duyduğu yakınlığın bir başka nedeni. Hep sonradan hatırladığımız o huzurlu zamanlara filmde birebir şahit oluşumuz.



Filmi ilginç kılan bir başka nokta Asya düşünme tarzı yani sonuca değil sürece odaklı olması. Özellikle Japon ve Güney Kore sanat filmlerinde bu temaya sık rastlıyoruz. Batı tarzı bir filmi izleyemeye başladığımızda olayların önce kaotik bir hal alıp sonra mutlaka çözüleceğini biliriz. Beklentimiz de o yöndedir. Hollywood aksiyon filmlerinin sonunda FBİ gelip olay yerinin güvenliğini sağlayıp kurbanın sırtına battaniyeyi vermeden o film bitmez mesela.  Ya da markete gidilmesi gerektiğinde kişiyi direk markette gösterir: bahsi geçen Asya sanat filmlerine ise markete giderken ki tüm yolu çeker. Bizim gibi kesin sonuçlar aramazlar. Sanırım bu fark, bizdeki İbrahimi dinlerin yaşam ve evren konusunda ölüm ve cennet cehennem gibi kesin sonuçları öncelerken onlardaki Taoizmin evren ve yaşamın döngüsel ve tekrarlayan bir formda olmasını öncelemesinden kaynaklanıyor.