Pesimizm üzerine bir şeyler yazmaya kalktığımda zorlanacağımı biliyodum. Sanırım bunun değişmeyeceğini, geçmeyeceğini kabullendim, bu yüzden yazıyorum şimdi. Aslında tam olarak pesimizm de değil yazmak istediğim şey. Onun sürüklediği ruh hali... Karamsarlık da değil, arabeskin ete kemiğe bürünmüş, hadi en azından duygusal modumuza dönüşmüş versiyonu. Bunların totalini kastederek devam edeceğim bundan sonra.


Pesimist insanlardan bir nebze uzak kalmaya çalışırım. Ama bir yanım da onlarladır, hatta bizzat onlardan biriyimdir kimi zaman. "Eh, kim böyle değil ki?" diye de savunurum kendimi bunu düşününce. Enerjimin azaltılmasını istemezken bazen doğrudan ben yaparım bunu kendime, kendim düşürürüm modumu. Yalnız bunu bir hayat tarzı olarak tutmanın net bir şekilde karşısında olduğumu söyleyebilirim.


Fakat ne var pesimizmde bu kadar cazip olan? Bizi sık sık ağına düşüren şey nedir? Muhtemel kötü senaryoları görüp ona kendimizi önceden hazırlama dürtüsü mü? O olumsuz sonuçlara dönük çalışmalar yapma imkanı mı? Yoksa geçmişte yaşadıklarımızı abartarak, gelecekte olacak olanların da onlara benzeyeceğini düşünüp hayal kırıklığını azaltma çabası mı? Bunların hepsi belki de... Ancak bunlar, olayların kötü sonuçlanacağı endişesiyle hiç harekete geçmeme ya da olduğundan kötü hatırlayıp gereksiz hüzünlü hissetme ihtimallerini de barındırmıyor mu?..


Pesimizmin bir felsefe olarak benimsenmesinden hoşlanmadığımı söyledim. İnsanın doğuştan ve doğal olarak kötü olduğu, olumsuz işler yapmaya meyyal olduğu (hatta belki zorunda olduğu) düşüncesi... Hristiyanlıktaki çilecilik bana bu temelde şekillenmiş gibi gelir hep. Hatta bizzat İsa'nın en sonda dahi, ölürken ettiği "Tanrım, beni neden bıraktın?" sözlerinde bile bir pesimist tavır yok mu? Gerçi belki de en anlaşılır olanı hayatın sonunda etmek bu lafları, üstelik genç bir ölüm ise. Fakat bütün bir hayatı bunun üstüne kurmak...


Schopenhauer ve Nietzsche'den, Sartre ve Camus'ye gelen yolun açılmasının ve yolun kendisinin, hatta bunların Antik Yunan'daki temellerinin bile, fikir üretme, beyin fırtınaları oluşturma imkanı verme dışında bir faydası oldu mu acaba kimseye? İnsanların doğal olarak tatminsiz olduğunu, ulaşılan bir şeyden sonra bile başka bir şeyin aranacağını, dolayısıyla tatmin olmanın mümkün olmadığını düşünmenin herhangi birimize olumlu bir karşılığı olur mu ki? Pratik hayatta ne işimize yarar bu? Bana sadece felsefenin "tamamen soyut, pratikte hiçbir karşılığı olmayan bir faaliyet" olduğunu öne sürenlerin ekmeğine yağ sürmek gibi geliyor. Ya da bu dünyaya "fırlatılmış" olduğumuz için yaşamın bir anlamı olmadığını, özgürlüğün getirdiği sorumluluklar nedeniyle yaşamın boş olduğu fikirlerinin...


Sanatta peki? İçimizdeki acıyı, zehri dışarı atmak güzel, en azından kişisel olarak faydalı. Bu türden bir sanat eserini tüketirken de kendimiz gibi olan başkalarının da olduğunu hissetmek iyi geliyor belki. Ama bunu bir alışkanlığa dönüştürmek, sanat anlayışının bu olması, "Gündüzleri istemem, geceleri verin bana"lardan ne gelir ki bize? Fakat eninde sonunda iyi sanatın da bu tür alışkanlıklara sahip olanlardan, hadi daha iyimser konuşalım (pesimizm konuşurken iyimser olmaya çalışmak da iyi ironi), acılardan çıktığına çoklukla şahit olmuyor muyuz? Sanat üretimiyle karamsarlık arasında, kötümser olmak arasında doğrudan bir korelasyon olduğunu söyleyebilir miyiz? Bence bu fazla iddialı bir birleştirme. Fakat önümüzdeki örnekler de bize bu sonucu çağrıştırıyor işte...


E peki pesimist olalım mı, olmayalım mı? Hayır, olmayalım... Ama pesimist zamanlarımızdan bir şeyler çıkması, yeni üretimler oluşması ümidini de göz ardı etmeyelim. Bir tür krizi fırsata çevirme. Bir de itiraf edelim, bazen de keyifli oluyor bu acı çekme ya da o dalgalanma hâli. Hayatın tadını çıkarmak için belki de bu küçük anlara başvurmalıyızdır, kim bilir...