Kış güneşi, kütüphane pencerelerinden süzülerek masanın üzerine düşüyordu. Songül, masanın bir köşesinde felsefi bir metni okurken, Levent diğer köşede sessizce notlar alıyordu. Her şey dışarıdan oldukça sakin görünüyordu, ama ikisinin zihinlerinde bambaşka bir fırtına kopuyordu.

Songül ve Levent bir süredir sevgiliydiler. İlk başta her şey kolay görünmüştü; felsefi sohbetler, uzun yürüyüşler ve geceleri paylaştıkları kitaplar onları yakınlaştırmıştı. Ama ilişkileri derinleştikçe, kendi içlerindeki çatışmalar gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Songül, yalnızlığını aşmanın ve birine bağlanmanın ağır sorumluluğuyla mücadele ederken, Levent akademik başarılara rağmen hayatın anlamını sorgulamaktan kendini alıkoyamıyordu.

“Songül,” dedi Levent aniden, kalemini masaya bırakarak. “Hiçbir şey yeterli gelmiyor. Akademideki başarılar, öğrenciler, yazdığım makaleler… Sanki hepsi bir illüzyon. Platon’un mağarasında bir gölgeyim ve asıl gerçekliğe ulaşamıyorum.”

Songül, kitabını yavaşça kapattı ve Levent’e döndü. “Belki de asıl sorun, gerçeği bir dışsal hedef gibi düşünmen,” dedi. “Belki de gerçeklik, zaten burada, bu masada, bu anda.”

Levent, Songül’ün gözlerine baktı. Bu sözler ona bir an için teselli verir gibi oldu, ama hemen ardından başka bir soru aklına düştü. “Peki ya sen? Bu ilişkide gerçekten mutlu musun? Yoksa senin için de bu bir tür kaçış mı?”

Songül, derin bir nefes aldı. “Levent, mutluluk, tek başına bir hedef değil. Bizim gibi düşünen insanlar için mutluluk değil, anlam arayışı daha önemli. Ama bazen, anlamı bir başkasında bulmaya çalışmanın ne kadar yorucu olduğunu hissediyorum. Kendimi kaybetmekten korkuyorum.”

Levent bu sözlere karşı bir şey söylemedi. Çünkü Songül’ün cümleleri, kendi hislerinin de bir yansımasıydı. İkisi de kendilerince haklıydı, ama bu haklılık, aralarındaki duvarı yükseltmekten başka bir işe yaramıyordu.


Birkaç gün sonra, yine aynı kütüphanedeydiler. Sessizlik, raflardaki kitapların arasında yankılanıyordu. Ama bu sefer Songül, sessizliği bozdu.

“Levent,” dedi birden. “Bütün bu tartışmalar, bütün bu bunalımlar… Belki de hepsini bir kenara bırakmalıyız. Belki de anlamı bir daha düşünmemek üzere yıkmalıyız.”

Levent şaşkınlıkla Songül’e baktı. “Ne demek istiyorsun?”

Songül ayağa kalktı, raflardan bir kitap aldı ve sertçe masanın üzerine bıraktı. “Bunu yapmamız gerektiğini düşünüyorum,” dedi. “Tüm bu düzeni, tüm bu düşünceleri alt üst etmemiz gerekiyor.”

Levent bir an durdu, ama sonra gülümseyerek ayağa kalktı. “Haklı olabilirsin,” dedi. Raflardan bir başka kitabı aldı ve yere fırlattı. Ardından bir tane daha. Songül de ona katıldı. Birer birer kitapları raflardan indirdiler, yere fırlattılar, masaların üzerine saçtılar. Kütüphanede yankılanan sesler, yalnızca kitapların değil, aynı zamanda kendi içlerindeki ağırlığın da dökülüşünü temsil ediyordu.

Sonunda, nefes nefese kalmış bir halde, rafların arasında durdular. Songül, Levent’e dönerek ciddiyetle ama aynı zamanda hafifçe gülümseyerek konuştu. “Eve gitmeye zaman yok,” dedi. “Anlamı burada, bu kaosun içinde bulabiliriz.”

Levent, Songül’ün sözleri karşısında bir an duraksadı. Sonra gülümsedi ve onu kollarına aldı. Kaosun ortasında, Platon’un İdealar Dünyası’nın kitapları arasında bir gerçeklik anı yaşadılar.