İnsan, çok eski tarihlerden beri birçok şeyle mücadele etti. Bazıları artık bir problem olmaktan çıktı, bazıları ise hala sürmekte ve sürecek gibi görünüyor. Bu sorunlardan biri de bana göre bu alegorinin temelinde yatan "özgürlük" kavramı. Gerçeklik algısını da şekillendiren özgürlük; hem fiziksel hem mental anlamda, insanlık tarihi boyunca mücadelesi verilen ve çoğu tartışmanın bir şekilde kendisine çıktığı veya işaret ettiği bir kavram. Platon’un Devlet isimli eserinin yedinci kitabında yer alan “mağara” metaforu da tamamen bununla ilgili. Alegoriyi kendi zihnimizde oluşturmaya çalışırsak her birimiz için oluşacak tablo aynı olmasa bile hepimizinkinin içinde bir eziklik ve acizlik barındıracağına eminim. Şimdi, bu alegoriyi biraz detaylandıralım.


Platon’a göre; insan kendini mutlak gerçeğin içinde sanmaktadır ve hakikatin bilgisine duyularıyla ulaşabileceğini düşünmektedir. Oysa ona göre bilgi, hâlihazırda içimizde olanı hatırlamaktır; dışımızdaki şeyleri görmek bizi bilgiye götürmez. İdealar dünyası olarak bildiğimiz alem, Platon için asıl gerçekliğin olduğu yerdir. Başı, sonu olmayan, eksiksiz ve benzersiz olanın alemidir. Varlığını hiçbir şeye borçlu değildir. 


Platon, insan asıl gerçeklik ile kendi gerçekliğinin arasındaki ayrımı doğru yapamamaktadır, der. İnsanın kendi gerçekliği onun işine gelir çünkü insan uyumsuzluktan korkar. Birlikte yaşadığı toplum tarafından kabul görmek ister ve topluma uyumsuz bir eylemde bulunmayarak kendisinin ve toplumun huzurunu bozmaz. Bu durum, onun kendi gerçekliğinden sıyrılmayı istememesi için oldukça büyük bir sebeptir.


Bu alegoride tutsaklar, yukarıda tarif ettiğim gibi kendi gerçekliğinden çıkamayanlardır. Zincirler; toplum, kültür, aile, din gibi olgular tarafından kalıplaştırılmış, dayatılmış inançlardır. Güneş, ideaların ideası, ideaları idea yapan şeydir. Zincirlerinden kurtulan tutsak, filozofu temsil eder. Mağara, görünen dünya ve mağaranın dışı ise idealar dünyasıdır.


Tutsakların hemen arkasında bir duvar ve bu duvarın arkasında ise yüksekçe bir ateş bulunmaktadır. Duvarın arkasında yer alan fakat tutsaklarca görülmeyen insanlar, ateşin önünden geçerken ellerinde bazı cisimler tutarlar. Bu cisimlerin gölgeleri, tutsakların baktığı duvara yansımaktadır. Önlerinde hazır bulunan duvar dışında bir yere bakmaktan aciz tutsaklar, gördükleri gölgeler dışında hiçbir şeye şahit olmadıkları için tüm gerçeklik algılarını önlerindeki duvara bakarak oluşturmuşlardır. Bu algı öylesine güçlü kurulmuştur ki tutsaklar duydukları seslerin dahi bu gölgelerden geldiğini düşünmektedirler.


Bu tutsaklardan biri zincirlerinden kurtulmayı başarıp gün ışığını gördüğünde o ışık onun gözlerini açamayacağı kadar kamaştıracaktır, der Platon. Hayatı boyunca karanlıkta kalmış tutsak oradan hemen ayrılmak ve kamaşan gözlerini alışık olduğu gibi mağarasında rahatça açmak isteyecektir. Mağarasının dışında gördüğü gerçekliğe adapte olması uzun sürecektir. Eğer başarırsa gözleri yavaş yavaş açılacak, açılırken ağrıyacak fakat zaman geçtikçe buna alışacak ve net görmeye başlayacaktır. Şeylerin gölgelerini, ardından kendilerini görecek ve nihayetinde gözlerini doğrudan güneşe çevirebilecektir. Tüm bunları başaran insan, eski halinden utanç duyacaktır. Bildiklerini diğer tutsaklarla paylaşmak istediğinde onların acıyarak kendisine bakan gözleriyle karşılaşacaktır. Tutsaklar onun saçmaladığını, dışarıdaki şeyin onlara zarar vereceğini ve yollarından çıkaracağını düşüneceklerdir. Karanlığa zincirli tutsaklar, alışkın oldukları görünümlerin haricinde bir gerçeklikleri olmadan yaşamaya devam edeceklerdir.


Gördüğümüz gibi, kendimiz dahil herkesi yanıltabileceğimiz araçlar oldukça fazla. Derinlerde içimiz rahat olmasa dahi çaba gerektirmeyen hatta özel olarak çabayı istemeyen bir çoğunluğun içinde olma rahatlığı bu rahatsızlığın üstünü kapatıyor. Ya sürekli kafamızı çeviriyoruz ve sırtımızı dönüyoruz bir şeylere ya da zaten hep tek bir yere bakıyor ve hiçbir şey görmüyoruz. Sanıyorum birçoğumuz bu durumu reddetmeye veya olduğundan daha iyi göstermeye meyilliyiz. Yine de, bu inkar bizi güneşli tarafa götürmüyor. Bu metafor en azından bir noktada, her birimizin o duvarın önünde oturan ve yetisizliğinin farkında olmayan zincirli tutsaklar olduğumuzun en güzel anlatımlarından. 



Yazar: Umay Karalar