(Söylemlerden devam edelim o halde.)

Bilgisayarımın başına geçmiş, kafamın içindekileri dökmeye çalışıyorum. Her gün ama her gün 'x/y partisinin lideri şunları hedef aldı, ateş püskürdü, gönderme yaptı' tarzında olayların haber niteliği taşıdığı bir ülkede üstelik. Anlayabildiğim kadarıyla da her söylem beraberinde bir dizi tartışmayı, 'çatışma'yı getirerek politikacıların sözlerinin sanki derin anlamları ihtiva ettiği algısını yaratıyor. Oysa politik söylemler son derece basit bir amaca hizmet eden ve hiç de söylem sahipleri için 'acaba üstat burada ne demek istedi?' tarzı bir soruyu beraberinde getirmeyen alanlardır benim gözümde.

Dalga geçtiğime bakmayın. Zaten bizim ülkemizde -yine gözlemleyebildiğim kadarıyla- politik söylemler için bu türden bir araştırma yapılmıyor. 'Tartışma' programlarında 'tartışılanlar' genelde söz konusu söylemin etik ilkelere uygun olup olmadığı veyahut uygunsa da ne kadarıyla uygun olabildiği etrafında dönüyor.

Ancak kimse bir politik söylemin ille de etik ilkelerle bağdaşıp bağdaşmaması gerektiği hususunda düşünmüyor, kafa patlatmıyor.

Bunun belki iki sebebi olabilir; birincisi politikada önceliği söyleme değil de eyleme vermek ve böylece söylemin rolünü küçümsemek, ikincisi ise söyleme ait veya söylemin ait olduğu bir etiğin olmadığını kabul etse de bunu milyonların gözünün önünde açığa vuramamak.

İkincisi beni hiç ilgilendirmiyor, bu türden bir durumu kabullenip kabullenmemek kişinin kendisine kalmış.

Ancak birinci durumda, yani politikada önceliği eyleme vermede, büyük bir yanlışlık seziyor gibiyim.

Örneğin; 80 sonrası kendini geniş kitlelere ifade edebilecek bir 'iklim' bulan İslamcı hareket; camilerde, televizyonlarda, evlerde kendi geliştirdiği bir söylemi kitlelere ulaştırarak bugünlere gelmemiş midir? O söylem, 28 Şubat öncesi ve sonrasının bir dizi 'dram'ıyla beslenmiş ve günümüzde halen daha etkili -genç kuşaklarla birlikte kaybediyor bu etkisini gerçi- bir söylem olmamış mıdır? O söylem değil midir, İslamcı bir hareketi iktidara taşıyan, sonra o hareketten -sözüm ona- yeni bir hareketi çıkaran? Bütün bunların yanında, 20 yıla yakın zamandır, bir İslamcı söylem etrafında şekillenen hareketin hayata geçirdiği İslamcı eylemleri yaşamadık mı, yaşamıyor muyuz?

O halde, artık şurası kesindir ki, politikada söylem eylemden önce gelir. Bu netliği saptadıktan sonra, Türkiye'de son yıllarda artan ve yükselişe geçen -özellikle gençlerde- bir laik söylemin de bahsettiğimiz kaderi yaşayacağını iddia etmek, çok zor olmayacaktır.

Ancak konumuz ülkemizde bir laik söylem inşasının nasıl olacağı, nelere dayanacağı değil elbette. Temel soru, politik söylemlerin etik ilkelere bağlı kalmakta zorunlu olup olmadıkları.

Burada birden fazla etik tanımı yapabilir; neyin, kime göre ve nasıl iyi/kötü olarak sınıflandırılacağını tartışabiliriz. Ancak zaten soruyu politik söylemin genel olarak etik karşısındaki tutumuna göre sorduğumuz için, bu durumda karşımıza çıkan, katıldığımız yahut katılmadığımız bütün etik tanımlarını kapsayacak şekilde sorunu ele alırsak, ortada böyle bir dert kalmaz diye ümit ediyorum.

Şimdi, hemen burada, belki yüzyıllardır süregelen -ve belki yüzyıllar boyunca da sürecek olan-, modern siyaset felsefesi ve klasik siyasset felsefesinin argümanlarını sıralayabiliriz. Klasik siyaset felsefecilerinin, modern siyaset felsefecilerinin görüşlerine -bilhassa Machiavelli üzerinden- yönelttiği itirazlara değinebiliriz.


Eğer politikacıların etiğe 'her zaman için' bağlı kalmak zorunda olmadıkları ve hatta bazı zamanlar son derece 'etik dışı' olarak niteleyebileceğimiz eylemlerde -ve tabii söylemlerde- bulunabileceğini savunan görüşleri kabul edersek, sorumuza vereceğimiz yanıt; politik söylem etiğinin imkanının geçersiz olduğudur.

Ancak politikanın amacının 'insanların iyi ve mutlu yaşaması' olduğunu ve bunun için de politika ile etiği birbirine tâbi kılan (Aristoteles) görüşlerin yanında yer alırsak; işte o zaman böyle bir imkanın varlığından bahsedebilmiş oluruz.

Politikanın, politika yapmanın amacının gerçekten iyi ve mutlu bir yaşama erişmek olduğu konusunun tartışmaya açık olduğunu sanmıyorum. Bence bütün mesele, bu iyi ve mutlu yaşamın ne olduğu ve nasıl sağlanacağı konusu.

Doğaları gereği politik söylemler, hedef kitlelerini eyleme geçirmeyi amaçlar. Başta verdiğimiz örnekte olduğu gibi, İslamcı hareket milyonları peşinde sürükleyebilecek bir söylem geliştirmiş ve başarılı olmuştur.

Ya da mesela Trump; başkanlık öncesi, başkanlık dönemi ve sonrasında geliştirdiği söylemle ABD tarihinde ender rastlanacak bir sosyal olayın vuku bulmasını sağlamıştır.

Örnekler çoğaltılabilir. Ancak buradaki temel meseleyi anlatabildiğimi düşünüyor ve geçiyorum.

İlk başta verdiğim örneklere başka bir açıdan bakar ve bahsedilen söylemlerin içeriğine inersek hakaretlerin, karalamaların, yalan ve iftiraların gırla olduğuna şahit oluruz. Özellikle Trump örneğinde (ve onun türevleri Macron, Le Pen, Paşinyan vs.) bunun bir hayli fazla olduğunu görebiliriz. Hatta Trump'ın yalan mekanizmasının ne denli boyutlara ulaştığını gerek meşhur 'katılımcı rekoru kıran' başkanlık konuşması iddiasından, gerekse virüs dönemindeki 'hezeyan'larından anlayabiliriz. Bütün bu örnekler, günümüzde 'yalan, iftira, hakaret' içermeyen herhangi bir politik söylemin bulunmadığına, dolayısıyla da burada bir etik imkanından bahsedemeyeceğimiz konusunda bizi ikna etmeye yeter.

Ancak her şey bu kadarla sınırlı değil bence. Evet, Trump, Paşinyan, Macron, Le Pen yalanlarla, hakaretlerle dolu söylemler geliştirmişler ve başarılı olmuşlardır. Ama Trump son seçimlerde -her ne kadar oyunu artırsa bile- kaybetmiş, Macron yönetimi ülkesinde büyük toplumsal protestolara maruz kalmış ve yıpranmış, Paşinyan ülkesinde en nefret edilen figürlerden birine dönmüş -ve tabii birçok insanın ölümüne neden olmuş- sonuç olarak bu tür politikacıların ömrü yavaş yavaş tükenmeye başlamıştır.

Tüm mesele bununla da kalmamıştır, ülkemizde ve dünyada, yetişen yeni nesiller daha hoşgörülü, daha tolerans sahibi, dürüst söylemlerin peşinden gitmeye şimdiden hevesli gözükmektedirler. Bu türden söylemlerin ufku alabildiğine açık olup yakın gelecekte global anlamda politik söylem ve eylem içeriklerinin değişeceğinin habercisi olmak durumundalar.

Buradaki önemli mesele, çağın şartlarına göre, en baştan beri sorduğumuz sorunun cevabının evet veya hayır olarak cevaplandırabileceği ve söz konusu tartışma üzerinde mutlak bir yanıtın asla bulunamayacağıdır.

Malum, yerleşik değerlere göre hareket eden toplumların değil; güruhun istek ve arzularına hatta 'gerçekler'ine göre şekillenen değerler çağındayız.

Nasıl ki 1920'ler, '30'lar Almanya'sında bugün yükselmekte olan bir söylemin 'tutma' olasılığı düşük ise; bugün de iftira, karalama ve hakaretle beslenen -ve bu anlamda etik dışı olarak nitelendirilmesi kolay olan- bir söylemin başarılı olabilmesi son derece zor.

Ve eğer politikacıların nihai hedefi 'başarılı' olmak ise -ki öyledir günümüzde- o zaman bu anlamda 'çağın ruh'unu takip etmek en büyük ödevleri olacaktır.