Belleğin neye benzediğini tam olarak tarif etmek zor. Kıyılarının nerelere vardığını bilmediğim bir iç denize benzettiğim de olur, durmadan inşaa ettiğimiz, eklemeler yaptığımız, arttığımız, eksildiğimiz bir eve benzettiğim de olur. Durmadan yeniden ve yeniden inşa ettiğimiz bir ev…

Benim bu eve dair ilk anılarım mutfakla başlar. Mutfak demek “anne” demek çünkü. İlk hatırladığım şeylere dair geçmişe döndüğümde hafızam, annemin yemek pişirirken izlediğim ve ne yaptığını anlamlandırmaya çalıştığım zamanlara kadar uzanır. Onu uzun uzun seyredişlerim, ilk sabırsızlanmalarımın bilincine vardığım, açlığın ve peşinden doyurulmanın verdiği o en tatlı hazları yaşadığım, mekânın ve yemek kokusunun insanda yarattığı tarifsiz güven duygusu… Anne, mutfak, yemek, sıcaklık, sevgi ve güven hissini hatırladıkça, bunu duymayı mümkün kıldığı için iyi ki bir belleğe ve iyi ki yaşamın bazı anlarını ölümsüzleştirebildiğimiz bu eşsiz alana sahibiz diye düşünürüm. Somut bir mekân gibi düşündüğüm bu evin misafir odasıyla bütünleşen kişisi de ıssız ve sessiz olmasından ötürü kitap okumak için her fırsatla oraya kaçan babamdır. Çalışma odaları hala birçokları için lüks ve hayat şartları artık bir misafir odası sessizliği dahi bırakmadı hayatlarımızda. Sessiz bir kuytuya çekilecek vakti ve ortamı bulamadığım zamanlarda bulunduğum kalabalığın içinde olduğum yerden babamın kaçtığı misafir odasını araladığım ve kaçtığım olur. Özellikle metro yolculukları insana kalabalık bir sessizliği yaşatırken zihnimde hep babamın kaçtığı oda canlanır.

Büyüdükçe mekânlarımız ve eşyalarımızla bütünleşen insanlarımız da artıyor. Sevdiklerimizi şartlar ölçüsünde dilediğimiz yerde dilediğimiz gibi konumlandırıyoruz. Varlığıyla huzur bulduklarımızı evimizin balkonunda bekler buluyoruz. Bahçemizdeki toprak bize verilen sevgiyle kâh yeşeriyor ya da ölen veya öldü kabul ettiklerimizi gömdüğümüz bir matem durağına dönüşebiliyor. Benim ev ve bahçe diye tanımladığım belleği elbette herkes farklı bir yer ve mekâna benzetebilir.

Zamanın tükettiği ya da öğüttüğü bütün yaşantılarımız, Hilmi Yavuz’un bir kitabına adını veren “Belleğin Kuytularında” durmadan birikiyor ve onları hatırladıkça bir gerçeklik yaratmasa da içsel bir manzara yaratıyor. Hilmi Yavuz söz ettiğim kitabında, hayatından geçenleri (Tahmin edersiniz ki edebiyat ve düşünce dünyasının adı ve hatırı sayılır insanları bunlar.) sadece kendi dünyasında hapsetmemiş, okurla da buluşturmuş oluyor.

Kitaba, portre yazma sanatını anlatıp buna öncülük eden ustaları selamlayarak başlıyor. Yahya Kemal’in, ‘Siyasi ve Edebi Portreler’inden Refik Halit’in  ‘Tanıdıklarım’ına, Haldun Taner’in ‘Ölür ise Ten ölür, Canlar Ölesi Değil’ine, Oktay Akbal’ın ‘Şair Dostlarım’ı gibi birçok örneğinin adının geçtiği giriş kısmından bu türde verilen eserlerin küçük bir listesini yapmak mümkün. İçinden geçtiğimiz bu karmaşa çağında, her bir portrenin içerdiği onlarca detayla beraber, bir ustanın dizi dibinde oturma şansı bulamayan ve büyük bir merak ve iştiyakla kitaplara ve edebiyata çekilenlerin yolunu aydınlatmada büyük bir işleve sahip olacaktır diye düşünüyorum. Hilmi Yavuz bu alanda yazılmış kıymetli eserlere bir yenisini eklemiş, diğerlerine nazaran yaşadığımız döneme daha yakın bir anlatı oluşturmuş.

Kitapta, ağırlığı edebiyat olmak üzere çeşitli çevrelerden yetmiş kişiye yazılmış portre denemesi mevcut. Osmanlının en zarif, en duygulu padişahı olarak tarif ettiği III. Selim ile başlayıp dil ve üslup zarafetinin duayeni kabul ettiği Çetin Altan ile bitiyor. Hepsinin adını burada zikretmek güç ama bir kaçına değinmek ve kitaptan hareketle bir anlatı oluşturmak istedim. Behçet Necatigil, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Attilâ İlhan, Cahit Külebi, Oktay Akbal, Orhan Pamuk, Fethi Naci, Halit Refiğ, Nezihe Meriç ve sayamadığım onlarca ismi satırlarına konuk etmiş Hilmi Yavuz. Babası Yahya Hikmet Yavuz’u okurken yakın bir zamanda annemi kaybettiğim için duygulanıp durduğum oldu. “Adı Bilinmez Bir Denizde Batan Eski Zaman Kalyonu” başlığıyla babasına ithaf ettiği yazı, kendimi anneme seslenirken bulduğum şu cümlelerle bitiyor:

“O büyük kentin parklarındaki çiçekleri, ağaçları, gece yarısı duyulan yağmur ve yaprak hışırtılarını sana adadım. Bir adı bilinmez denizde batan kalyon. Beni duyuyor musun?”

“Bellek her zaman acıdır. Özlenirken bile geçmişin acı vermesi ondan dolayıdır.” Doğan Hızlan için yazdığı yazı bu cümlelerle başlıyor. Anılarımızı hatırladıkça kapıldığımız hüznün yaşadığımız anların artık geçmişte asılı kalmasıyla ilgili olduğu bir gerçek. Yaşadığımız hüznü şundan ötürü duyuyor olabiliriz; sevdiklerimizle bellek denen yerde geçici olarak buluşsak da onları yaşanan ana alıp getiremiyoruz. Bir anlamda gurbeti yaşıyor olmaktan ötürü hüzün yaşamamız bunun doğal sonucu.

Hilmi Yavuz, kitapta sanılanın aksine yazdığı her kişiden övgü ya da hayranlıkla bahsetmiyor. Sadece sevdiklerine yer verdiği tatlı bir anı kitabı değil bu. Zaten kitabı sunarken şunları yazmış:

“Portreler arasında dost olduklarım da var, olmadıklarım da var.” diyor. “Zor olan dostları yazmak, talihsiz olan da dost olmayanları…”

Yazdığı kişileri okurken şunu fark ediyorum: onların bizim tanıdığımız, bildiğimiz kişilerden ziyade, Hilmi Yavuz’un kişileri, insanları olmaları… Onun aynasında akseden suretler... Bize yansıtılan onun hislerine, zihin dünyasına dokundukları yerdeki varlıklarıdır. Gündelik hayatımızda bunu çokça yaşıyoruz. Aynı kişiden bahseden iki insanın var ettiği iki ayrı insan vardır. Varlığımız, ilişki içinde olduğumuz her kişide çoğalır. Birden çok “biz” vardır artık. Karşılaştığımız kişi sayısınca çoğalmak kulağa muazzam geliyor değil mi? İlişki içinde olduğumuz her insanda bir yer kaplamak ve bunların hiçbirinin birbirinin aynısı olmaması… Bu gözle kitabı değerlendirdiğimiz zaman aynalar koridorunda yürümek gibi. Hilmi Yavuz, edebiyat dünyasındaki ustalığından hareketle aynasında akseden suretlerle okurunu da tanıştırmış oluyor.

Bir takım kavramlarla özdeşleştirdiğimiz kişiler oluyor hayatımızda. Bize hissettirdikleriyle alakalı olarak sürekli değişiyor. Aslında yaşantı dediğimiz şey ne yaşadığından ziyade ne hissettiğinle daha alakalı gibi. Bir anısını anlatırken Fakir Baykurt’un kendisinde bıraktığı izlenimi “insan sıcaklığı” diye tanımlıyor Hilmi Yavuz.

“Ben, bu insan sıcaklığını şu ölümlü dünyadan çekip giden Fakir Baykurt’ta buldum.”

Kimdir bize insan sıcaklığını hissettiren? İnsanın kolunun kanadının kırık olduğu, desteğe çokça ihtiyaç duyduğu dönemlerde varlığıyla sarıp sarmalayanlardır şüphesiz. Maddi hiçbir karşılığı bulunmaz bu duygunun. Aynı mekânı, aynı zaman dilimini dahi paylaşmadığınız birinin kurduğu bir cümle dahi aynı hissi yaratabilir. Tıpkı Sabahattin Ali’nin kendisi yeis içindeyken dahi insanlara umut vadeden satırlarının zamanı aşıp yüreklere dokunması gibi… Ne diyordu?

“Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma!”

Hilmi Yavuz’un Fakir Baykurt ile geçirdiği on beş günlük kısa bir zaman dilimini oldukça iz bırakan bir anı olarak olarak anlatması R.W. Emerson’un, “Yaşamın uzunluğu değil, derinliği önemlidir.” sözünü hatırlatıyor. Kendi ifadesiyle, “Bir ömrü dolduracak kadar derin…”

İnsanın hayatının her bir dönemiyle bütünleşen bir eşya, bir giysi bir mekân ya da değer verdiği bir insan olur çoğunlukla. Bunları kaybetmenin insanda yarattığı his o dönemi kaybetmekle eş değer. O döneme ait önemli bir sembolün yitirilmiş olmasının yarattığı boşluk insana çok acı verir. Kitapta Hilmi Yavuz’un, ölümünün ardından “Gençliğimin ölümü” diye ifade ettiği, gençlik dönemine konumlandırdığı kişi olan Oktay Akbal’ı yazdığı bölümde “Ölümle yaşamı birlikte yazıyorum!” diye bir ifadesi var. “Ölümle yaşamı birlikte yazmak da ne ola ki?” derken Akbal’dan yaptığı bir alıntıyı ben de kendi haneme yazarak devam ettim.

“Bir yerde bir şey bitecek. Herkes için bir yerde her şey bitecek! Hep bu korku! Yaşam denilen şey neyse bitecek diye korkmak… Okurken, yazarken, gezerken, konuşurken bir şey giriyor araya; önümüze, tadını kaçırıyor yaşamanın.”

Oktay Akbal’ a dair o bölümden okuduğum, beni etkileyen ve düşündüren diğer bir nokta da gece yarılarına kadar konuştuk, dertleştik dediği bölümlerdi. Gece yarılarına kadar edilen dostane sohbetlerin, hele de usta bir edebiyatçı ile olduğu düşüncesi, kendi dönemimiz için, ben ve birçok genç arkadaşım için, ne kadar yabancısı olduğumuz şeyler diye düşündüm. Evet, şartların, imkânların, ilişki biçimlerinin sınırsız sayıda attığını söylemekle beraber, bir yandan kontrolsüzce çoğalırken ne kadar azaldığımıza acı acı gülümsüyorum bazen. Belki de böyle bir ortamda Ahmet Haşim ve Behçet Necatigil’in izinden gitmenin, Tanpınar’ın onlara dair ifadesiyle “Hayatı kasten daraltmanın” yapıcı ve iyileştirici gücüne sığınmamız, hayatı yüzeyinden alıp derinleştirerek yaşamamız gerekecek gibi görünüyor. Yavuz’un, Behçet Necatigil için, “Dünyaya bir şiiri okuyormuş gibi bakardı.” dediği gibi bakabilir miyiz dünyaya, emin değilim. Ya da Mallarme’den yaptığı alıntıya binaen, “Dünya bir kitap olmak üzere vardır!” Dünyaya okunacak bir kitap gibi mi bakmalıyız?


*Nisan 2021'de Kadran dergide yayımlanmıştır.