Klasik anlatılarda ve pre-modern hayatta bilgi, daha standart, daha kontrol edilen, daha denetlenebilen bir üründü. Otoriteler bilgi üstünde de kurabiliyorlardı tahakkümlerini. İlk Çağ'da sözlü iletişim, hafızaya dayalı arşivleme, kil tabletler, taşlar iş gördü. Özellikle Doğu toplumlarında sözlü bilgi aktarımı yüzyıllar boyunca korudu saltanatını. Orta Çağ'a gelindiğinde kitaplar, el yazmaları şeklinde kopyalanır oldu fakat erişim yine çok zordu. Matbaanın yarattığı çığ, bilgiye ulaşma sorununda tarihin en büyük iki devriminden birini yaptı belki de internetten önce. Artık kitaplar rahatça basılabiliyor, bilgiye erişim birçok insan için kolaylaşıyordu. Aydınlanma Çağı'nda basılan kitaplar ve bilimsel makaleler, görülmemiş bir dönüşümü yarattı. Daha sonra, endüstri devrimini de arkasına alan basın, bilgiye günlük ulaşım imkanı sağladı. Radyo ve televizyon bunu da aştı, anlık haberlere eriştirdi insanlığı. Buraya kadar olan biten her şeyde iktidarların, güç unsurlarının gözü kulağı vardı. Onların bu baskınlığını yıkan ise, şüphesiz, internet oldu.
Bilgiye anında ulaşabilme, dünyanın her yerinden insanların biraradaymış gibi kolektif bir şekilde haraket etmesi olayı, rüzgarı arkasına aldığı gibi kopup gitti. İktidarlar medya üzerinde uyguladıkları sansürü sosyal medya üzerinde de uygulamayı denedi elbet, fakat bu toplumsal dalgayı durdurmak pek mümkün olmadı. Her kesimden insanın talep ettiği, istediğine bakıp istediğini dinleyen, görmeyi arzuladığı haberi yalan dahi olsa kendisi seçerek önüne koyan insan, bu konforunu kaptırmak konusunda niyetli olmadığını gösterdi.
Dünyanın en uzak köşesinden anlık haberler alabilmek, hatta dediğimiz gibi, bu haberleri kendimiz seçebiliyor olmamız tabii ki muhteşem bir imkan. Hem hiçbir gelişmeden geri kalmıyoruz, hem istediğimiz insanla iletişime geçerek gündemi yorumlayabiliyor ya da ortak bir aktivizmde bulunabiliyoruz, hem de yalnızca görmek istediğimiz haber kaynaklarını koyuyoruz karşımıza. Ancak işler bununla sınırlı kalmıyor.
Herkesin her şeyi istediği gibi yayımlayabildiği bir ortamda sahte işlerle karşılaşmamak mucize olurdu, olmuyor.
Haberleşme üzerinden devam edelim. Ülkenin birinde bir terör paniği olsun. Bir canlı bomba ihbarının bütün ülkeyi ayağa kaldırmasını, sosyal medya üzerinden bunun müthiş bir hızla yayılmasını, belki o sırada masum insanların linç edilmesini, sonrasında ise haberin gerçek dışı olduğunun anlaşılmasını kim ister? Ya da bir doğal afette, bilginin en önemli, en hassas zamanlarında yanlış şeyler duyurulması, isteyerek veya istemeyerek dezenformasyona sebep olunmasını hoş karşılayacak olanımız var mı? Ya da hemen her gün, bir siyasetçinin verdiği haber ışık hızıyla başka bir siyasetçi tarafından yalanlanabiliyor artık.
Peki bunlar olurken, toplum içindeki gerilimde, taraflardan birini ya da birkaçını zan altında bırakan yanlış enformasyonların yayılmasını nasıl tolere edebiliriz? Kutuplaşmanın birçok sebeple yüksek seviyede olduğu toplumlarda hele, bunun etkisini kim durdurabilir ya da kim azaltabilir bu kutuplaştırıcı etkiyi?
Haberlerin gerçek bir bilgi kaynağına, bir hakikate değil de öznel arzulara dayanması, duyguların, bireysel düşüncelerin hakikati saf dışı bırakarak haber vermedeki (kişisel iletişimlerimizde de olabilir) temeller olması son derece tehlikeli yollara gidebiliyor. Duyguların hakikate göre yönlenmesi, istediklerimizi paylaşmayı gerçekle bağlarımız sağlamken yapma sürekliliği geri gelmeli bir şekilde.
Bu olan bitene, hakikatin öneminin aşağılara düşmesine, gerçekleri baz almayan günlerimize "post-truth" dedik. Oxford Dictionaries, 2016'da yılın kelimesi seçti. "Nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu" şeklinde tanımlanıyor.
Hakikat, tarihte belki hiç olmadığı kadar zayıfladı. Onun da saltanatı sona erdi, yerine kafamıza o anda ne esiyorsa onu koymaya başladık. Tanımda da belirtildiği gibi kamuoyunu belirlemede hakikat, duygulara ve öznel düşüncelere yeniliyor. Gerçeğin değil, gerçek diye sunulan şeyin etki kapasitesinin önemli olduğu günlerdeyiz. Birçok farklı ideolojiden önemli, siyaset tarihine damga vurmuş isimler, yalanın defalarca ve kararlılıkla söylenmesinin işe yarayacağını, bu yolla çok geniş kitlelerin yalanlara ikna edileceğini söylediler. Belki şu an bunun birebir kanıtını yaşamıyoruz ama, yalanın bir kere bile söylenmiş olsa, içinde barındırdığı potansiyele bağlı olarak nelere kadir olabileceğini en net şekilde görebiliyoruz. Buradan bakınca, defalarca söylenen yalanın içinde nasıl bir enerji birikir kim bilir...
Bu girdaptan çıkmak mümkün mü peki? Hakikatin, en azından doğruların daha ağır bastığı bir kamuoyu imkanı var mı? Bunun için yapılabilecek olanlar medya okur-yazarlığını, eleştirel düşünceyi, sorgulamayı geliştirmek için eğitime sarılmak, daha demokratik, güçler ayrılığına dayanan ve bu yolla şeffaf siyasetlerin güdüldüğü politik atmosferlere kavuşmak gibi şeyler elbette. Görünen o ki, başımıza etkisinden en azından uzunca bir süre çıkamayacağımız bir sıkıntı daha peydah oldu.
Antik dönemlerde hemen herkes tarafından bilinen mitlerin farklı versiyonları olmasını, bilgiyle ve gerçekle kurduğumuz ilişki üzerinden anlamaya kalksak neler söyleyebiliriz? Sahiden bilmek mi, gerçeği, hakikati mi istiyoruz; yoksa "The Prestige" filminde söylendiği gibi kandırılmak mı? Buna doğuştan meyilli miyiz? Mitleri dönüştüren ve post-truthu ortaya çıkaran, hakikati çarpıtan ve çarpıttığı haliyle doğru kabul eden, bizim kandırılmak isteyen yanımız mı? Zeus'un, Athena'nın, Poseidon'un maceralarını dinlerken istediğimiz versiyonları dinleyip devam ettirerek yaptığımız işle bugün sosyal medyada arzu ettiğimiz gibi görünen haberi sorgulamadan yayarken yaptığımız işin motivasyonu aynı mı?
İnsanin kendi yorumunu katma konusundaki merakı, en büyük anlatıların bile dilden dile farklılaşmasını, dönüşmesini açıklıyor tabii. Ya da hafızanın yetersiz gelmesiyle birlikte gelen zorunlu değişimler veya başka birtakım doğru aktarılamama problemleri. Bizi mitlerden kurtaran, Thales'in, Milet Okulu'nun aklı devreye sokup sorgulamaya başlaması ve bunu devam ettirmesi oldu. Ya da Orta Çağ'ın karanlık bilgilerinden(!) bizi çekip çıkaran aynı aklımızdı. Ne dersiniz, aklımız bizi bu gerçeklikten kopma meselemizden de sıyırır mi? Eğer her iki dönemde de bilgiyi değiştiren, farklılaştıran motivasyonlarımız aynıysa, gerçeğe ulaşma konusunda bu engelleri yıkmanın aracı da neden ortak olmasın ya da aşılacaklarını görmek neden mümkün olmasın?