Bugün birey dört bir yandan insanla kuşatılmıştır. Bugün, Nietzsche'nin dediği gibi "yığınlar çağı"dır.

Çağımıza öncelikle hepiniz hoş geldiniz, ben hoş bulmadım.


Bugünün dünyasında gerek dijital, gerekse de fiziksel olarak tepkisel bir yaşam tarzı dikte ediliyor. Fotoğraflarınız, yorumlarınız, davranışlarınız vb. her şey tepki almak üzerine kurulu. Tercihen olumlu tepki istenilen. Bir de bilinçli olarak hedef alınan kitleyi kışkırtıcı, olumsuz paylaşımlar var ki onları ayırıyorum. Sosyal medya uygulamaları onaylanma iştihanızı ve reddedilmeye karşı hassasiyetinizi arttırıyor. İlkel beyinleriniz bu çağda milyonlarca insana ulaşabilmenin kolaylığı ve bunun yarattığı baskı karşısında afallıyor. Artık her adımınız eleştiriye uygun vaziyette. Nereye gittiğinizi, ne yediğinizi, kiminle takıldığınızı, hatta hangi ilgi alanlarına sahip olduğunuzu ince eleyip sık dokumanız gerek, aksi takdirde "dislike" yağmuru altında şemsiyesiz kalabilirsiniz.


Otosansüre maruz bırakırsınız karakterinizi. Topluluğun hoşuna gitmeyecek şeyleri refleksif bir biçimde kırpmaya başlarsınız benliğinizden. Dışarıya karşı kendinizi olduğu gibi aktaramamanın çelişkisi ve eksikliğiyle cebelleşmek mecburiyetine düşersiniz.

Etrafınıza bir bakın: aynı saç stilleri, aynı tarz kıyafetler, çantalar... En kötüsü de aynı fikirler. Sanki bütün bu insanlar fabrikadaki seri üretimin bir meyvesi. Kimse çıkıntı durmak istemiyor bu ortamda.

Peki bu yaşam biçimi kötü müdür? Elbette hayır. Yığınlar için bundan daha iyi bir şey olamazdı. Nitekim insanlar seçim yapmak gibi bir durum ile karşılaştığında stresle muhatap olur. Bu rahatsız edici duygu yerine alışkanlıkların konforlu yolundan ilerlemeyi tercih ederler. Hâl böyle iken yığınlar çağı bulunmaz bir nimettir kitle için.


"Moda olan şeye uy, yeter. Gerisini düşünmene gerek yok. Hem vaktin de yok." Böyle der çağın buyurgan sesi.

Sese kulak verir çağın esrik beşeri.


Şimdi, çağımızın insanının biraz berisine bakalım. Çağa ayak uydur(a)mamış insan topluluğuna... Öncelikle bilmeniz gerekir ki bu insanlar toplumun dışında bir yaşayış sürüyor, en azından deniyorlar. İstedikleri şey biraz olsun birey olabilmek. Yığınların kolektif tarzını, kendi iradelerini pasifize edip olduğu gibi benimsememek. Çünkü çoğunluğun aksine kendi fikirlerinin, tarzlarının olması, yani sıra dışı olmak onlar için kötü ve uzak durulması gereken bir konum değil.


Birey olabilmeleri için sorumluluk almaları gerek. Sorumluluk ise yargılanmak tehlikesini beraberinde getirir daima. Bu yüzden insanlar sorumluluk almak yerine kabilesinin beklediği şeyleri yapmaya yönelir. Dışlanma korkusu yok, belirsizlik yok.

Dışlanırsa ne olur? Yalnız kalır. Yalnız kalırsa ne olur? Sürüden ayrılanı kurt kapar. Kime göre kurt kapar? Topluma göre. Hayır pek sevgili yığın, sürüden ayrılanı kurt değil, bireysellik kapar. Bu da senin dağılmana yol açar.

Bundan mütevellit, "sürüden ayrılmak=birey olmak=topluluğun ayrışması=kötü" denklemi hüküm sürer toplum nezdinde. Yığın uğruna birey katledilir. Bunu anlatmaya çalışanlar da "dışlanmış" damgasıyla devam eder yollarına.

Birey olmak neden bu kadar önemlidir? Birey olmak, farklılık gerektirir. Dolayısıyla çeşitliliği sağlar. Birey oluşumunun geliştiği bir yerde fabrikalarda biteviye insan üretiliyor hissiyatına kapılmazsınız. Düşüncelerinizi birisine açtığınızda alacağınız yanıtı ezberleyemezsiniz, kestiremezsiniz. Farklı olanları görüp "çıkıntı" olmaktan sıkılmazsınız.