Birkaç gündür Yaşar Kemal ile Tilda Kemal’in “aşk”ı içinde kaybolmalar yaşıyorum.

‪Ve her kayboluşun bir nebze de olsa kendini bulmak olduğundan bu mesele feyze dönüşüveriyor. Öncelikle mevzu ettiğim “aşk” kavramından kastım, birbirlerini ne çok sevdikleri değil de hayatı birbirleri için ne kadar “anlamlı kıldıkları”.‬

Aşk iki insanın birlikteliğinde bir eşiktir, evet fakat birçoğumuz bu eşiğe basmanın hayat arkadaşlığı için kâfi olmadığının bilincinde değiliz ne yazık ki. 

Ne yazık ki diyorum çünkü bu bilincin yokluğu iki insandan da çok şey götürünce anlamlanıyor. Hayat arkadaşlığı için aşkın varlığı gerekli tüm şartları sağlamış gibi görünür fakat birçok şeyi de unutturur. Özellikle de “Ne kadar ne paylaşabileceğiz?” sorusunu unutturur. “Bir şey paylaşmak zorunda mıyız yahu? Seviyoruz birbirimizi, daha ne olsun?” diyebiliriz ama bence aşk eninde sonunda bir şeyler paylaşmaktan ve birbirimize katmaktan geçer. Bir ilişkinin eşiğindeyken hangi odaya ne dizeceğimizi konuştuğumuz kadar hangi odada ne paylaşacağızı konuşmak da olağanlaşmalı artık. Birbirimizden beklentilerimiz, çıkarlarımız olmalı. Tabii bahsettiğimiz çıkarlar tüm madde ve maddiyat konularından tenzih ettiğimiz arındırılmış çıkarlardır. 

Bu düşüncelerimi, sebeplerimi sunmadan sesli söylediğimde herhalde ben de kendime “ne kadar menfaatçi” sıfatını yapıştırır arkasından da “İnsan ilişkisine de bu kadar faydacı yaklaşmaz” yargısını iliştirirdim ama bazen bazı sıfatlar makulleşebilir, sıkıştığı manadan çıkabilir ve çıksın da. Kelimelerde bile sınırlarımız olmasın istiyorum ve asıl konuma doğru adımlanıyorum. 

Hemen hepimizin kafasında çıkar kelimesi kötü çağrışımları beraberinde getirse de çok faydalı hale getirebileceğimiz bir kavram olarak bakıyorum. Zaten hepimiz her konuda menfaatlerimizin peşinde olan çıkarcı bireyleriz. Biz beşeriz ve beşerin fıtratında bunun varlığı sadece normaldir fakat ne hikmetse bunu sesli söylemek, kabullenmemek bize kendimizi kötü niyetli bir insan gibi hissettiriyor ve çıkarcılığımızı gizlemek hatta çaktırmamak için uğraşma çabalarına girmemize vesile oluyor. 

Biraz mülahaza edince menfaatlerimizi gizleme çabası, onları belli etmekten daha ürkütücü değil mi? Ve hatta iki insan birbirini tanırken var olan beklentimizi içimizde gizlemek, aman hakkımda menfaatçi bir insan olduğumu düşünmesin, diye içten hesaplar yapmak dürüstlüğümüzü lekelerken üstüne de kurmaya çalıştığımız o güzel ilişkinin temelini sarmaz mı? 

Bu sebepten ben her türlü ilişkide çıkarlarımı önemsediğimi, bunları önemsememin kendimi önemsemek demek olduğunu ve kendine değer vermeyen insanın zaten bir başkasına hakkıyla değer veremeyeceğini seslice söyleyerek kendimi ortaya atma cesurluğunu göstermiş bulunayım. 


Kültürsüz, paylaşımsız, aktarımsız bir aşk da elbet mümkün. Çevremizde çokça rastlıyoruz da üstelik fakat şunu merak ediyorum: İki insan aşk duygusu çerçevesinde harika bir birlikteliğe adım atabilir, kabul. Peki salt sevgi bir ömre yetecek vaadi verir mi bize? ‬Kendime bu soruyu sorduğumda “yeter” diyemiyorum ben. Sevgi muhabbetten geçer, muhabbetse bilmekten ve paylaşmaktan. Bu da bilgide ve öğrenmekte çıkarcı olmayı gayet normal kılar çünkü paylaşmak bazen biz farkında olmadan ucunda karşılık bekleyen bir eylem‬e dönüşebilir ve bu gerçekten çok normal bir beklentidir. Bir insanla geçireceğimiz bir günden hatta bir saatten acaba kendime ne katacağım beklentisine girebiliriz ve hatta girmeliyiz. 

İşte benim bu beklentilerimin tezahürü olan bir birlikteliği okuyorum birkaç gündür. “Tam olarak düşüncelerimin somutlanmış ilişkisi” diyorum okudukça. 

Tilda Hanım ve Yaşar Kemal...

Tam olarak böyle kaliteli bir muhabbetle tüketmişler bir ömrü ya da yeşertmişler desem daha doğru bir seçim olur. 

‪Yolları hep “katmak”tan geçmiş. Öğrenciye katmak, arkadaşa katmak, komşuya katmak ve günün sonunda en çok birbirine katmak...

Şimdi biraz tanıyalım bu güzel insanları. Ben bu insanların güzel muhabbetine ilk olarak İlber Ortaylı’nın “Bir Ömür Nasıl Yaşanır?” kitabında rast geldim. 

‪Tilda Hanım, Padişah Abdülhamit’in baş katibi Jak Mandil Paşa’nın torunu. Babası Osmanlı Bankası'nın genel müdürü.‬

Annesi yine aynı bankada o yılların şartlarına rağmen çalışan bir kadın. İspanyolca, Fransızca ve İngilizceyi ana dili gibi konuşan ve anlatılanlara göre tüm bunların yanında zarafeti ve mütevazılığı ile de kendisine hayran bırakan bir kadın. Aynı zamanda soylu, eğitimli ve Yahudi asıllı bir aileye mensup kendisi.

Yaşar Kemal ise Adana’nın bir köyüne göçle gelmiş Kürt bir ailenin çocuğu.‬

‪3-4 yaşlarında iken kurban kesimi sırasında sağ gözünü kaybetmiş, babası 4 yaşındayken gözleri önünde öldürülünce kekeme olmuş ve ancak 12 yaşında tam olarak konuşmaya başlamış. Kendi hayatının her anını ‪mücadele ederek kazanmış, edebiyatımızın dev isimlerinden.‬

‪Hayatlarına dair detay verdim çünkü ne birbirlerinin memleketini bilen ne de adet, gelenek yolunda kesişmeyen iki bambaşka kültür.‬

‪Bir Yahudi, bir Kürt.‬

‪Onları birleştiren noktaysa sevgiyi hariç tutarsak “kültür ve bilgi paylaşmak”.‬

Yaşar Kemal iyi eğitim alıp iyi okullarda okumamış olsa da çocukluğu boyunca okuduğu eserlerle kendi kimliğini ve yazarlığını inşa eden etkileyici bir örnek.‬

‪Onları aynı noktada buluşturansa bence “İlim aşkı”. ‬

Beraber oldukları vakitlerde Yaşar Kemal yazmış, Tilda Hanım yabancı dillere çevirmiş. Yaşar Kemal yazmış, Tilda Hanım editlemiş. Yaşar Kemal yazmış, ‬

‪Tilda Hanım eleştirmiş. ‬

‪Tilda Hanım anlatmış, Yaşar Kemal “dinlemiş”. Derkennn, geçmiş bir hayat... :)‬

‪Tilda Hanım çok okurmuş,‬ okudukça Yaşar Bey’e anlatırmış. O anlattıkça Yaşar Kemal’in ufku genişlermiş ve ona sınır olan çerçevelerden sıyrılırmış. ‬

‪(Zaten Yaşar Kemail’in eserlerinin dünyaya açılmasında en büyük etken yaptığı çevirilerle şüphesiz Tilda Hanımdır.)‬

‪Aralarındaki muhabbet zihnimde şöyle tasavvur buluyor:‬

Yaşar Kemal bina dikermiş, Tilda Hanım boyarmış. Yaşar Kemal boyarsa Tilda Hanım balkona çiçekler koyarmış. Yani Tilda Hanım muhakkak “dokunurmuş”. Birbirlerine tesirleri öyle güzel ki hayatlarına tesadüf etmiş hemen her insan okuduğumuz kaynaklarda onlardan gıpta ile bahsediyor. 

‬Yani bahsettiğim hayat arkadaşlığı noktasında, herkesin imrenerek baktığı (İmrenerek diyorum çünkü herkesin kaliteli ilişki anlayışında bir miktar da olsa bu şekilde birlikteliklerden örnekler mevcuttur diye düşünüyorum.) böyle güzel birliktelik örnekleri ilişkide beklenti içerisine girmemiz konusunu bizde normalleştirme noktasında örnek olmalı. Başta da dediğim gibi biz kabul etmesek de fıtratımızda var olan çıkarcılığımız aşk ve sevgi ortadan kalktığında ilişkimizi kemirmeye başlayacaktır. İlişkilerimizi diri tutmaksa kültür aktarımından, ömür boyu birlikte öğrenmekten, bazen birlikte durulmaktan geçmeli. 

Benim yaşadığım şu dönemden beklentimse “Eşimizle birlikte bir irfan bahçesi kurmak.” hayalinin, çeyiz kurmak kadar normal olması gerektiği. Pragmatik birliktelikler hem arkadaşlıklarda hem ilişkilerde normal olmalı ve bunun için kendimizi kötü hissetmemeliyiz. Bu bizim kendimiz için yapabileceğimiz sıradan bir iyilik olsun. 

Elbet de “Aşkımız akademik olsun sevgilim.” edebiyatında değiliz‬ fakat en azından “Dünyanın irfan bahçelerinde birlikte gezmek.” olsun çünkü 3+1 hayallere 21. yüzyılda sığmak çok zor...