Rastlantının ikincisi, birincisinden daha ağırdır. İlk rastlantının sabitlenememesi, onun güzelliğini savurur, boşlukta salınmasına yol açar ve her hareketinde geçmişten bir parça koparır. İkincide, hatıranın pençesi boğazımızdadır. Arayışın, çabanın ve elbette merakın durdurulamaz güdüsü ölüm ile yaşam, geçmiş ile gelecek, süreklilik ile kopuş arasındaki cambaz ipinde sallandırır insanı. Bu yüzdendir; ikinci rastlantıların ilkinden ölümcül olması. Aşksız bir çağın aşktan başka konuşacak bir şey bulamayan insanlarıyla, tesadüfün artık yer bulamadığı bu dünyada rastlantıları konuşuyor olmak da bir hayli garip. Geri döndüğümüz yerde, bir zamanlar geride bıraktığımız yabanlıkları bir kez daha deneyimleme itkisiyle yola koyulduğumuzda, önce, payımıza neyin düşeceğinin belirsizliğiyle karşılaşırız. Hatıralar, kanayan yarasıyla pençelerini geçirebilir boğazımıza veya sol göğsümüzde küçük bir iz bırakarak yeni başlangıçlara da sebebiyet verebilir. “Belki!”, bu ikiliğin her iki yakasındaki tek açıklamasıdır.



Rastlantının ikincisini ilkinden ayıran özellik günah olmasıdır. Geriye dönüp aynı gözlere bakmak artık bir çocuğun ürkek heyecanıyla değil, ya yok oluşun ya da yeniden doğuşun tedirginliğiyle gerçekleşir. İkinci rastlantı, çoğunlukla bir bedel olarak deneyimlenir. İlkin temizliğinin ve saflığının yanında ikincinin günahı, ilkten ikinciye uzanan sürecin varlığıdır. İlk karşılaşmanın veya ilk tanışmanın “gelecek”le büyülendiği anı, ikinci karşılaşma geçmişimizle hapseder. Ve bu nedenledir ki; ikinci, bir kere ortaya çıktığında ilkin hatırasını da bir bedel olarak taşır. Bu aynı zamanda bir göze almadır. Geçmişin dehlizlerinde kendini saklamaktan vazgeçip pençelerini çıkarmakta bir an olsun tereddüt etmeyen keskin gözlerin önüne atlamaktır. Belki de bu, vahşice yaşanan hikâyenin tekrar bir parçası olmak için aynı vahşeti gösterecek cesareti kendinde bulmakla ilgilidir. Neyi niçin yaptığımızı bilmesek de, ikinci rastlantı, hafıza ile düşkünlüğün, hatıra ile unutmanın iç içe geçtiği anda ortaya çıkar. Ve o an; sessizliğe gömülmek istemekle çığlık atmak mecburiyetinin arasındaki çizginin silikleştiği andır.



Geriye dönmenin, eski tanıdık yüzlerde ışığımızı aramanın, gözlerde bir parıltı, sözlerde bir yoldaş bulma çabamızın bedeli boğazımıza saplanan leopar pençesi olabilir. Ama... Hiç olmadığı kadar savaştan zaferle çıkmış bir haykırışın gururu da yaşanabilir. Bu iki çizginin arasını silen, sonuçta tek bir sebeple bizi kuytu yuvamıza döndüren, şimdiki zamanı esir alan ve geleceği yıkan o şey; “Belki”dir. Belkinin anlamı değil miydi zaten yasak elmayı yediren?



Rastlantının ikincisi, konuşmaktan çok susmayı, anlatmaktan çok bilinmeyi, ellerden çok gözleri ister. Geçmişin kanayan yarasını arzular. Bir zamanlar öldürdüğümüz aşkları yeniden diriltmenin çabasına gireriz. Geriye dönüp yitik hikayeye dahil olmaya çalışırız. Ortaklığın, yoldaşlığın, aynı hikayenin aynı çukurunda göz göze olmanın korkaklığını, ama bunu göze almanın da cesaretini içselleştiririz. Gücümüzün zerresi kalmamışken, son bir nefes ve iç çekişle, varlığımızı tüm günahlardan süzerek, kaçışın değil, arayışın ve yakalayışın son hamlesini yaparız. Sonunda hesabımıza ne çıkar bilinmez. Zaten bu hesabı ödemek, sonunda bize kesilen bedelle değil, rastlantının ikincisiyle açığa çıkmıştır. Bu yitik hikayenin süzgecinden geçmeyi başaran tek gerçeklik ise bir boyun eğiştir.