Paradoksun terminolojisi üzerinden açıklamasını yapamayacağım için orijinal adını değiştirmeye tenezzül etmedim. Bunun üzerine örnekler ile açıklama yapmak paradoksu göz önüne getirebilmek ve iyice kavrayabilmek açısından daha iyi olur diye düşündüm. Geçenlerde Joe Rogan Experience isimli podcast’in bir bölümünde duyduğum bu paradoks gerçekten çok ilgimi çekti. Ben de hemen orijinal makalesini ve teorinin üzerine yazılmış birkaç tane de fikir yazısı okuduktan sonra kendi düşüncelerimi yazmak istedim. Peki nedir bu paradoks, gelin inceleyelim.


Hemen bir örnekle başlayalım. Siz olsaydınız sizi; a) Sabah işe gitmek için beklediğiniz asansörün çok yavaş gelmesi mi, ya da b) Partnerinizin sizi aldattığını öğrenmeniz mi daha çok üzerdi? Muhtemelen ikincisi değil mi? Peki, yukarıda verilen durumlardan sizin için hangisini atlatmak ya da atlatmak için bir şeyler yapmak daha kolay? Sanırım bu noktada daha farklı cevaplar olacaktır ama Daniel Gilbert makalenin diğer yazarlarının yürüttükleri deneye katılanların verdikleri cevaplara göre genelde, asansörü beklemenin çok da sıkıntı yaratmayacağı cevabı verilmiş. Dolayısıyla asansörün yavaşlığının size vereceği sıkıntı katsayısının üstesinden gelmek de daha kolay olarak yorumlanmış. Şöyle bir baktığınızda hiç de mantıksız değil. Yani bir durumun ya da olayın size vereceği sıkıntı, acı, üzüntü veya öfke gibi duyguların yoğunluğu sizin o duygu durumundan ne kadar çok çıkma ya da çıkmama isteğinizle doğru orantılı. Fakat yapılan deneyin sonucunda tam tersi sonuçlar elde edildiği için bu teori bir paradoksa dönüşmüş.


Harvard Üniversitesi’nin katkılarıyla yapılan bu deneyde aynı bu yazının başında olduğu gibi katılımcılara gerçek yaşantılarında başlarına gelebilecek durumlar verilmiş ve bunların hangisine ne hissettikleri ve ne kadar yoğun hissettikleri sorulmuş. Mesela, bunlardan bazıları şu şekilde: Arkadaşlarınızdan biriyle buluşmak için sözleştikten sonra ekilmek, spor salonunda dolabınızdan eşyalarınızı çalarken suçüstü yakaladığınız bir yabancı, size müşterisi olmadığınız için tuvaleti kullanamayacağınızı söyleyen bir garson vb. Önce bu durumların her birine verecekleri tepkiler sorulmuş ve bunun ölçümü içinde iki uç noktasının Türkçe’ye “Hiç hoşlanmam.” ve “Oldukça hoşuma gider.” gibi çevirebileceğimiz bir skala dizayn edilmiş. Aynı sorular tam 1 hafta sonra katılımcılara tekrar sorulduğunda sonuçlar oldukça şaşırtıcı çünkü gözle görülür bir hissiyat yoğunluğu düşüşü bütün cevaplarda gözlenmesine rağmen, 1 hafta önce partnerinizin sizi aldatması ve dolabınızdan eşya çalmaya çalışan hırsız arasında büyük fark varken (aldatılmak açık ara önde), 1 hafta sonra hırsızı bastığınız andaki duygu yoğunluğu aldatıldığınızı öğrendiğinizdekinden fazla çıkmış. Peki bunun nedeni ne olabilir?

Araştırmadaki hipotezlerden biri şu: İnsanlar içlerindeki bulundukları ya da bulunacakları durumun sonuçlarını tahmin ederek gereksiz acı veya üzüntü gibi duyguları getirebilecek seçimler yapmayarak hayatlarını sürdürüyorlar. Dolayısıyla çok daha az sıkıntı veren durumların üzerine ya çok daha az enerji ve düşünce aktarıyor ya da hiç aktarmayabiliyorlar ve aslında daha az sıkıntı veren durumlar daha uzun sürebiliyor. Tam tersi tarafından bakacak olduğumuzda ise, daha çok sıkıntı vereceğini düşündükleri durumlardan ise mantık ve içgüdüleri üzerinden bir seçim yapıyor ve bu durumlardan kaçınmaya çalışıyorlar. Buradaki anahtar kelime aslında mantık. Çünkü makaleye göre, partnerinizin sizi aldatmasını belli mantıksal zeminlere oturtmak onunla baş etmeyi daha da kolaylaştırıyor gibi görünüyor. Ama bir asansörün yavaş gelmesini beklerken onun yavaşlığının herhangi bir mantığa oturan tarafı yok. Mesela aldatılmanızın üzerine “Tek seferlik bir şey olsa gerek.” (linçlerinizi bana değil yazarlara yapın lütfen) gibi bir telkinde bulunmanız sizi rahatlatabilir ama aynı mantıksal örgüyü örneğin partnerinizin çoraplarını kahve sehpasına koyması üzerinde “Bu çorapları buraya bir kereliğine koymuştur.” şeklinde kuramazsınız. Bu yoldan giderek araştırma sıkıntı katsayısı daha az olan durumların daha uzun sürdüğü çünkü bizim için aslında o kadar da sıkıntılı olmadığı düşüncesi ile vurgulanıyor. Aynı mantıkla, daha büyük sıkıntı yaratan ya da yaratabilecek durumlardan, sıkıntının katsayısıyla ters orantılı olarak, daha kısa sürede çıkılabileceğini savunan bir argüman da var.


Bilimsel kısmı geride bıraktık. Şimdi gelelim benim tamamen serbest atış kullandığım kısma. Burayı benim düşüncemi merak etmeyenler okumayabilir çünkü sıkılabilirler. Bu paradoksun isminin olduğunu öğrendiğim anda bu yazıyı yazmak istedim aslında çünkü paradoksun anlattığı şey günlük hayatta herkesin çok yaşadığı fakat fark etmediği ama eminim ki zaman zaman üstüne düşündüğü bir durum. Fakat benim ilginç bulduğum nokta kişi bazlı yaşanan bu paradoksun kolektif bir yıkıma yol açtığını fark etmem oldu diyebilirim.


Ülkenin durumu malum hiç de iyi gitmiyor, ekonomik kriz ve hayat pahalılığı gerçekten saçma seviyelere ulaşmışken, hala görüyoruz ki bazı insanlar (tercihlerini eleştirmemekle birlikte) elde ettikleri statüyü korumak için yaşantılarındaki küçük sıkıntılara göz yumarak onların düzelmemesinin de yolunu açmış oluyorlar. Bunun daha büyük bir kitleye olan etkisini bir örnekle açıklayacak olursak: Mesela son zamanlarda en çok gözüme çarpan durumlardan biri iş bulamam kaygısıyla sevmediğin işi yapmaya devam etme. Borç ödemesi gerekenler ve güvencesi olmayanlar için tabii ki anlaşılabilir bir durum fakat benim kendi düşüncem hiçbir materyal değerin kendi akıl sağlımızın üstünde olmadığı. Faturaları ödüyor, borçları kapatıyor “Aman Ali Rıza Bey, tadımız kaçmasın.” derken katlanılan mobbing, stres ve iş yoğunluğu sonucunda insanlıktan çıkmamak elde olmayabiliyor.


Daha kolektif bir pencereden baktığımızda ise, elde olanı korumak bizden sonra gelecek nesil için normalleşmiş gözüküyor. Z kuşağının içinde çok daha farklı düşünen ve hareket edenler kesinlikle vardır fakat bu statükocu yaklaşım, davranışsal bir miras olarak (boomer olan benim ebeveynlerim tarafından) bana ve sonra da daha sonraki nesillere benim içinde bulunduğum jenerasyon tarafından aktarılmaya devam ediyor maalesef. Ülkenin içinde de hayat pahalılığına rağmen bir takım lükslerinden vazgeçmeyen ya da yurt dışında yaşamak için artık şansının kalmadığını düşünen bir kısım insan (belki de haklı olarak) kazandıkları parayı burada iyi şartlarda yaşamak için harcarken, ne yazık ki bu imkanlara sahip ol(a)mayan insanların daha da zor bir hayat sürmesine az da olsa katkıda bulunmuş oluyor. Daha zor şartlarda yaşayanların öyle yaşaması tabii ki daha iyi şartlarda yaşayanların suçu değil ama bazen daha birleştirici bir bilinçle herkes için daha iyisi olabilir miydi sorusu beni çok düşündürüyor. Bu noktada bazı durumlar için inandığım bir görüşle bitirmek uygun geldi. ‘Bazen yukarıya çıkmanın en iyi yolu en dibe inmektir. Çünkü oradan sonra tek yol yukarıdır.’ Bu, biraz faydacı bir yaklaşım gibi dursa da yaşam kalitesinin artması açısından, son zamanların popüler (ve dolayısıyla biraz ayağa düşmüş) söylemi “konfor alanından çıkmak”, bana kalırsa popüler kültürün bir kurbanı olmuş ve kişisel gelişim kitaplarının yüzlerce sayfa yazıyla süslemeye çalıştığı ama esasen son derece yalın bir gerçekliktir. Bütün bunlar beynimin içinde sağa sola çarparken Region - Beta Paradoks’unun varlığını öğrenmem ile birlikte bu yazı halini aldı ve ben de kafamı kurcalayan bazı şeyleri sizlere anlatmak istedim. Umarım beğenmişsinizdir.