Sanat eserlerinin yazma serüvenine başladığım zamanlardan beri ilham verici ve besleyici oluşu, bana son derece büyüleyici gelmiştir. Tıpkı duyduğum bir melodiden sonra zihnimde ve kalbimde bir anlatma isteğinin uyanışı gibi, gördüğüm bir eserin de beni benzer şekilde tetikliyor olması inanılmaz keyifli. 


Yüzyıllar evvelinde başka bir zihin ve kalpten fırçaya, fırçadan da tuvale akan birtakım duygu ve yeteneklerin, asırlar sonrasında başka bir ruha ilham olup kağıda dökülen sözcüklere rehberlik ediyor olması olağanüstü bir haz veriyor ruha. 


Yüzyıllar sonra sözcüklerle kağıda akıtılan bir izdüşüm gibi, öyle değil mi? Yazarın duygularını ifade ederken etkilendiği resimden kağıda mühürledikleri, olabildiğince subjektif bir dayanışma gibi sanki. Çok zaman öncesine dokunmak, renklerin ve dokuların nostaljik sokaklarında meraklı bir gezinti yapmak gibi.


İnsanın karanlık tarafını anımsattı bana bu eser. Yaradılışın mucizevi kısımlarından biri de bu bence. En azından karanlık bir taraflarımızın olması, içimizdeki merak duygusunu da tetiklediği için daha yaşanılası, belki de daha katlanılası hale getiriyor dünyadaki yazgımızı. Her şeyin tıkır tıkır ilerlediği, tüm sorularımızın yanıtının ceplerimize bırakıldığı bir dünya, inanılmaz sıkıcı ve heyecansız olurdu eminim. 


Anne karnından ömrün sonuna dek sürekli bir dönüşüm ve değişim, aynı zamanda evrilme ve erginleşme halinde olduğumuzdan, tempomuz durağan olamıyor. Dünyanın dönüşü gibi bizler de sürekli hareket halinde ilerliyoruz. İşin yorucu kısmı da bu. Fakat deliler gibi yorulduğumuz bir günün gecesinde uyunan uykunun verdiği keyif de hiçbir şeyde yok.


Dönem dönem sıkışmışlık içine girip isyan bayraklarını çeksek de rahatlatıcı bir zihin mastürbasyonu olarak eyleme döktüğümüz şeylerin, aslında insan olduğumuzu hissettirdiği fikrine sımsıkı tutunurum. İnsan ruhunun bu karanlık köşelerine de her daim eğlenceli gözüyle de bakacak değiliz çünkü.


Karanlıktan bir noktada aydınlığa çıkmadığımızda, bir süre sonra gücümüz kesileceğinden ufacık da olsa bir gün ışığı kırıntısı gördüğümüzde koşar adım gideriz. Kimi insan içindeki kötücül yanlarından beslendiği için karanlığa çekilmeyi sever. Kendine ve dahası başkalarına acı çektirmekten hoşlanan, sırf kendilerine biçtikleri değer duygusunu korumak adına veyahut içlerindeki değersizlik hissini bastırabilmek için aydınlığa koşarken ardına bir sonraki için çiviler ve gardlar bırakan bencil ve kibirli insanlar, çevrelerindekileri de bu karanlığa sürüklemekten müthiş bir haz alırlar. Yalnızca kendi duygularına karşı duyarlılık geliştirebilmiş fakat karşısındakinin duygularına karşı olabildiğince duyarsız ve gaddar olan pek çok insan tanıdım. 


Düşünsenize;

Sizi incitmekten imtina eden, duygularınıza kıymet verip varlığınıza değer yükleyen, aynı zamanda karanlıktan aydınlığa yol alırken belki, katıksız ve saf bir teslimiyet hissi içinde kolunuza girmiş olan birini, ardınızda bırakıyor oluşunuzdan öte, nasıl bırakıyor olduğunuz çok can alıcı bir noktadır. İnsani vasfınızın ve hayata karşı duruşunuzun apaçık ve çırılçıplak halidir. 


Uykuda bir masumu ani bir sesle uyandırmak hoşunuza gider miydi? Ya da yürüdüğünüz yol üzerinde bir sürü karınca yavrusunun olduğunu varsayın; incitmeden azıcık ötede adım atmanın bir yolunu aramaz mıydınız?


Belki de aramazdınız. Ya umursamadığınızdan ya da bundan gizliden gizliye zevk aldığınız için olması muhtemel. İçgörü yeteneği kıymetlidir. Genelde olana bitene önce kendi açımdan sonra diğer tarafa geçip karşımdakinin penceresinden bakmaya özen gösteririm. Çünkü incelikler insani yanımızı besler. 


Özellikle yaşanan bu sancılı dönem mental anlamda büyük yükselişler yaşamaya oldukça uygundu. Kimimiz yükseldi, kimimiz yerinde saydı, kimimiz ise daha da düşüşe geçti ne yazık ki. 


Gelinen noktayı öyle güzel yansıtıyor ki sanatçı; yanı başında üflemeye hazır bir Tuba, diğer köşede yolculuğa hazır bir valiz, nefesi kesilmiş bir insan figürü ve tabii bu serinin olmazsa olmazı; yüzü örtüleyen kumaş parçası. 


Sanki pandeminin, kısıtlama ve kapanmaların o rahatsız edici hissi gibi. Baskılanıyor ve boğuluyormuş hissi ile ''yeter'' diyebilmek için kuvvetle bir Tuba’ya üflemek istedik. Valizimizi alıp uzaklara gitme isteği ile yanıp tutuştuk.


Hepsi geride kalıyor neyse ki...


Geride kalanların aksine yüzleştiğimiz kısmı daha önemli. Akarken gitgide daha da keyifli hale gelen bu örüntü, resimdeki durağanlığın aksine zihnimin içindeki dinamiğe daha da ivme kazandırdı. 


Magritte’in ''Les Amants'' isimli eserinin birincisi, en çarpıcı olanı aslında. İnsanın iç içe geçtiği birinden sakladığı şeyler mutlaka olur. Bu örtülenmenin bende uyandırdığı his, aynen bu şekilde ve fakat bu örtü, insanın gözüne indirdiği bir perde de olabilir. Görmekten ve bilmekten, dolayısıyla anlamaktan erinen insan formunun imgelemi. 


Daha da genişletirsek, belki bir çaresizlik duygusuyla beslenmiş istemsiz uzaklığı da tasvir etmiş olabilir. Eserin genel anlamda karanlık oluşu da bendeki bu hissi kuvvetlendiriyor. 


Serinin ilk eserini sona saklamak istedim. Çünkü başlangıçlar, bizi sonucun sinyalini alma yolunda destekler. Başlangıçlar oldukça güzeldir. İçerdikleri mesajlar da öyle. Fakat tüm bunları, sona vardığımızda ilk resme dönme eylemini gösterebilirsek algılarız. Sonuca odaklanarak yorum yapıyor olmak, sonuca takılı kalarak mümkün. Fakat ilk fırça darbesinde saklı bütün yolculuk. Mesajların tümünü içinde gizleyen ve tüm seriyi kucaklayan ilk dokunuşun o nadide kimliğinde, öyle değil mi? İçinden çıkamadığınız odalar ya da yanıtını bulamadığınız sorularınız olduğunda daima ilk resmi hatırlayın. 


Örtülerden bir an evvel kurtulacağımızın inancı ile bir ateş yakıp sıcağında hem ısınıp hem aydınlanasım geldi. Örtüler inebildiği an perde aralanacak ve sahnede bu defa tutkularınız konuşacak. Sahne arkasına kıstırıp baskıladığınız, es geçip köşe bucak kaçtığınız biricik kimliğiniz. 


Hatırlayın; sahne sizin!