Soğuk bir sonbahar gecesiydi. Saat ise gecenin üçü idi. Dışarıda sağanak yağmur vardı. Yağmur damlaları evin camına o kadar sert çarpıyordu ki koltukta uyuyan Selim bu sesten rahatsız olmuştu. Uykusundan yavaşça uyanan Selim çalışma masasındaki cılız bir ışığa tutulmuştu bile. Unuttuğu bir şey vardı ve bir anda ayağa kalkıp telefonundan saati kontrol etti. Selim'in bir sonraki güne yetiştirmesi gereken yazıları vardı ancak o koltuğunda uyuyakalmıştı. Selim derin bir nefes alıp “Şaka gibisin be abi, nasıl uyuyakalırım!” diye mırıldanıyordu. Selim yavaş adımlarla mutfağına gitti ve güzel bir kahve demlemeye başladı. Kahvesi demlendikten sonra yavaşça sandalyesini çekti ve cılız ışıkla aydınlanan çalışma masasına oturdu. Çekmecesinden kağıtlarını ve kalemlerini çıkardı ve yazmaya başladı yetiştirmesi gereken yazısını. 

  Saat sabahın yedisi olmuştu bile yağmur hızını kesmeden yağmaya devam ediyordu. Selim ise dördüncü kahvesinden son yudumunu alıp yazısının son bölümünü yazmaya başladı ve “Beni kalbimden vurmalısın çünkü artık sırtımda yer kalmadı.” diye bitirip kalemini kenara bıraktı.

 

Selim 23 yaşında genç bir yazar, hayatını yazarlıktan gelen para ile zar zor geçindiren genç bir adamdı. Kendisi Kadıköy Yel değirmeni İskele sokakta yaşıyordu. Selim uzun boylu, yakışıklı bir delikanlıydı ancak bir kusuru vardı, yazılarında artık anlatmak istediğini değil de yaşamak istediklerini yazıyordu ve bu yüzden yazarlık yaptığı dergiden her zaman ret yiyip yazısını tekrar ve tekrar yazıyordu. Ama bu kez kendine güvenerek bitirmişti yazısını. Telefonunu açıp en yakın arkadaşı Turgut’u aradı belki uyanıktır diye çünkü teslim etmesi gereken saatten çok ve çok erken uyanmıştı. Turgut telefonu,

“Sabah sabah bir olay mı oldu ki niye arıyorsun?” diye sorarak açtı. Selim ona erken uyandığını ve bir şeyler içmeye gidelim mi diye sormak için aradığını söyledi. Turgut ise bunu istemese bile erken uyandığı için kabul etti. Güneş yavaş yavaş Selim'in camından evin içine girmeye başlamıştı. Selim o kadar yorgun ki etrafın ne kadar dağınık olduğunu evin camından giren ışıkla fark etmişti. Bir anda dikkatini yerdeki parçalanmış cam parçacıkları çekmişti. Selim yavaş yavaş ne olduğunu anlamak için bakmaya giderken cam parçacıklarının arasında bir kağıt olduğunu fark etti. Cam kırıklarının sebebi bir bardak idi ve orada bir kağıt bulmayı beklemiyordu. Kağıt eski bir kitaptan kopartılmış, kenarları yıpranmış bir sayfa idi ve kağıdın üzerinde siyah mürekkepli bir kalemle “Aşık oldum celladıma” yazıyordu. Bunu anlamlandıramıyordu Selim ama yine de yerdeki kağıdı alıp cebine koydu. Etrafı temizleyip, kıyafetlerini giyip ve çantasına yazdığı yazının taslaklarını koyup dışarı çıktı. Turgut ile Kadıköy eski tiyatronun orada buluşacakları için oraya doğru yavaş adımlarla yürümeye başladı. Turgut'la buluştuktan sonra en yakın kahve dükkânına oturup yazı üzerine konuşmaya başladılar. Ancak bu konuşma düşündükleri kadar uzun sürmedi çünkü Turgut'a gelen telefondan sonra Turgut kız arkadaşının yani Deniz'in yanına gitmesi gerektiği bahanesiyle kalkıp gitmişti bile. Selim yazısını tekrar okuma başlamışken, tanımadığı bir ses ona “Yazdığın sen misin yoksa yazacaklarımın nedeni sensizliğin mi?” diye sormuştu. Selim etrafına baktı ancak sabahın erken saatlerine o kahve dükkanında kendisi dışında kimsecikler yok idi ve yazısını okumaya devam etti. Yine aynı ses “Sonucunun hüsran olduğunu bilsen bile katlanır mıydın o rengini kaybetmiş gözlere?” Selim yine etrafını kontrol etti ancak kimsecikler yoktu. Selim hızlı bir şekilde kağıtlarını toparlayıp çalıştığı derginin yolunu tuttu ancak o yazısını okurken konuşan adamın kim olduğunu merak ediyordu. Çalıştığı mekan oturduğu kahve dükkanından çok da uzak değildi, bu yüzden hızlı bir şekilde iş yerine gitti. Patronuna okuması için kağıtlarını çantadan çıkarıp verdi. Patronu Selim'in yazdığı o yazıyı dikkatlice okuyor gibiydi ancak arada bir Selim'in gözlerinin içine bakıyordu. O da mı fark etmişti bu yazının farklı olduğunu? Yazıyı bitirip Selim'e geri uzattı kağıtlarını. Sert ve kalın bir ses tonuyla “Yine aynı, yine kaçışlarını bize anlatmaya çalışan Selim'in yazıları ancak Selim biz senden bunu istemedik. Özellikle şu son cümlenin anlamını senden öğrenmek istiyorum.” dedi. Selim ise yazdığı son cümleye baktığında yazdığı yazıdan farklı olduğunu fark etti. Yazının sonunda o garipten sesin söylediği cümleler duruyordu. Bir diğer garip olan şey ise sonda Selim'in imzası ve adı olması gereken yerde "Nazım" yazıyordu. Kim idi bu "Nazım?" 


Selim patronundan birkaç gün daha izin alıp yazısını yetiştireceğini belirtip çıktı. Selim bu kez evine daha hızlı adımla gidiyordu. Ancak yağmur sağanağa dönmüştü bile ve kağıtlarının ıslanmaması için bir yer bulması gerekiyordu. Kadıköy'deki boğanın oradaki bir ara sokakta bulunan bir dükkanın içine girdi. Girdiği dükkan ikinci el kitapların satıldığı bir dükkan idi. Yaşlı bir adam kafasını kitap yığının arkasından uzatıp “Yağmur seni doğru yola getirmiş.” dedi. Selim’e bir kitap uzattı o yaşlı adam ve sakin bir dille “Al bakalım delikanlı, bu da senin kısmetinmiş.” dedi. Selim kitabı aldı ancak ne bir adı vardı ne de bir kapağı sadece kitabın sağ alt köşesinde "Özdemir Asaf" yazıyordu. Selim teşekkür edip o dükkandan çıktı. Telaşla evine giderken yanlış sollama yapan bir araç Selim'e hızlı bir şekilde çaptı. Selim artık kanlar içinde yatıyordu. Elindeki kitap kanlar içindeydi ancak bırakmıyordu kitabı ve oracıkta dünyaya gözlerini yumdu Selim. Olay yerini araştıran polisler Selim'in cebindeki o kağıdı buldu ancak bu kez o kağıtta “Sonsuz olan tek şey sevdiklerini kaybettiğinde yaşadığın acı.” yazıyordu. Selim bir anda sıçrayarak uyandı ve bunların hepsinin bir rüya olduğu fark etti. 


(Selim'in yattığı yerin hemen yanında bir komodin bulunuyordu. Komodinin üstünde ise bir fotoğraf var idi. Fotoğrafın üstünde “Belki ölürüm, belki de ayrılır günlerimiz ama üzülme sonsuz olan tek şey sana olan sevgim. -Yağmur” yazıyordu.)