Bu üç katlı, sekiz odalı, her odasına güneş dolan, bir gelin gibi süslü ve bembeyaz, bereketli ve yeşil bahçesinde gelinciklerin, kırmızı ve beyaz güllerin, lalelerin, sardunyaların; kayısı, kiraz ve elma ağaçlarının yetiştiği, pencere pervazları işlemeli, antika eşyalarla dayalı döşeli, salonu camekanlı, manzarası denizli bu aydınlık, huzurlu evin duvarları ne karanlık sırları saklıyordu. Ben bunların hemen hemen hepsini bilirim. Bilmesine bilirim ama sadık bir hizmetkâr gibi hepsini kafamda kilitli tutarım.

 

Bu evde Firuze Hanım’ı benden iyi tanıyan yoktur. Firuze Hanım bu eve geldiğinde ben henüz çok küçüktüm. Daha o zamanlardan bana duyduğu tiksintiyi hemen sezmiştim. Bu sevgisizlik ve iğrenme hali devam eden yıllarda da hep sürdü.

Firuze Hanım, ben yanına gelir gelmez fistanının uzun eteğini kaldırıp yüksek ökçeli ayakkabılarıyla sık ve minicik adımlar atarak benden hızla uzaklaşırdı.


Elindeki yelpazeyi de sanki beni korkutmak ister gibi üzerime doğru sallardı. Ben ise bunların hepsini bir oyun zannedip daha çok hoplayıp zıplayarak onun eteklerine dolanır; öfkeden deliye dönmesine, ciyak ciyak bağırmasına neden olurdum. Nihayet bir hizmetçi veya evin bahçıvanı, kadının tiz sesini duyup yardıma koşar; beni ondan ayırıp evin başka bir köşesine götürürdü.

 

Bahçedeki bir meşenin gölgesine kurulu, rahat koltukta önceleri İhsan Bey ile hoş sohbetler ederler iken artık savaş dolayısıyla cephede doktorluk yapan İhsan Bey eve neredeyse hiç uğrayamıyordu. Bu sebeple Firuze Hanım tek başına oturup kitap okuyor veya nakış işliyordu.

 

Yirmi bir yaşındaki genç ve güzel kadına yalnız kalmak yaramamış, kısa zamanda hasta düşmüştü. Saman kağıdı gibi sararmıştı Firuze'nin yüzü. Dayanılmaz bulantılar içinde kıvranıyordu. Hummalı bir hastalığa tutulmuş gibiydi. Buna rağmen hiç ses etmiyor, çocukça bir şımarıklık ve inatçılıkla genellikle eve gelemeyen, geldiği vakit de karıcığının çoktan yatağın bir köşesinde kıvrılıp mışıl mışıl uyuduğunu gören İhsan Bey’in hastalığını fark etmesini bekliyordu.

 

En nihayetinde hastalığının sebebi ortaya çıktı: Firuze Hanım gebeydi. Savaşın en koyu zamanında bir çocuk doğurup büyütmek çok zor olduğundan Firuze Hanım bu duruma günlerce ağladı. Zorlu bir hamileliğin ardından ak tenli, sarı saçlı, ayçiçeği gibi bir kız dünyaya geldi. Firuze Hanım ve İhsan Bey bu ay parçası kızlarının adını Sema koydular.

 

Firuze Hanım kızı olduktan sonra değişti, toparladı kendini. Solgun yüzüne kan geldi, can geldi, çehresi analığın ılık sevgisiyle aydınlanıverdi. Artık yirmi bir yaşında toy bir kız değil, bebeğine süt veren, ninniler söyleyen bir anneydi. Firuze Hanım kızına çok çok iyi baktı. Memesindeki süt yetmediğinden süt anneler tutuldu, en güzel kumaşlardan fistanlar dikildi, en güzel beşiklerde sallandı bebeği. Annesinin tüm ilgisi küçük kızının üzerindeydi.

 

Zaman geçti, Sema bebek büyüdü. Ben de büyüdüm. Firuze Hanım her ne kadar istemese de Sema bebek benimle oynamayı çok severdi. Bahçede bir oraya bir buraya koşturur, yeni ekilmiş çiçek tohumlarını yanlışlıkla ezer ya da yığılmış yaprakları dağıtarak bahçıvanı kızdırırdık.

 

Arka bahçeye gitmemiz yasaktı. Oraya gitmek için kilitli, demir bir kapıdan geçiliyordu. Ancak ben elbette oraya defalarca gitmiştim ve neden yasak olduğunu da biliyordum: Orada geniş, derin ve yeşil bir göl vardı. Küçük Sema'nın göle düşme ihtimalinden ötürü arka bahçeye açılan kapı hep sıkı sıkı kapalı tutulurdu. Evin arka bahçeye açılan odası bile iyice kilitlenirdi. Ancak arka bahçeye çıkma yasağının sebebi yalnızca bu değildi. 

 

Firuze Hanım her öğleden sonra güzelce süslenir, takıp takıştırır, yüzündeki analığı kat kat sürdüğü kokulu pudraların altında gizlerdi. Artık üzerine dar gelen kızlık kıyafetlerinin içinde olgun bir meyve gibi salınır, sürmeler çektiği ela gözlerini süze süze arka bahçeye oturup nakış işlerdi. Evlenmeden önceki hayatına, eski Fransız yaşamına, adının Mathilde olduğu zamanlara özleminden midir bilinmez, Fransız subayının yaşadığı karşıdaki eve uzun uzun bakar, kendisinden birkaç yaş büyük olan geniş omuzlu, yakışıklı subay terasa yahut sundurmaya çıktığında telaşla nakış iğnesini eline batırır; kan damlayan parmağını çeşitli hülyalar içinde dudaklarına götürüp emerdi.

 

Zaman içinde Fransız subayı ile Firuze Hanım ahbap oldular. Subay ile selamlaşıyor, Fransızca konuşuyorlardı. Kısa zaman içinde ahbaplıkları ilerledi, başka boyutlara ulaştı. Artık Firuze Hanım, subayı kısa bir selamlamadan sonra hemencecik içeri alıyor; kimse görmesin diye telaşlı gözlerle etrafı kolaçan ediyordu. Bazen beni onları izlerken görür ve sanki suçunu ortaya çıkarabilecekmişim gibi telaşa kapılır, yelpazesini ya da ayakkabısını üzerime fırlatarak kovalardı.

  

Bir gün her nasılsa arka bahçeye çıkan odanın kapısı aralık kalmıştı. Güneşin sıcaktan pekmez gibi aktığı bir Ağustos öğleninde arka odadan gelen bir ağlama sesi duydum. Sema'nın sesiydi. Gittiğimde ise gördüğüm, yarı çıplak vücuduyla orada dikilen Firuze Hanım ve ayaklarının dibinde ağlamaktan kıpkırmızı olmuş küçük kızıydı. Sema'nın ne görmüş olduğunu az çok tahmin edebiliyorum. Zavallı, korkudan tir tir titriyordu.

 

O günün ardından öğleden sonraları yahut günün herhangi bir vaktinde Firuze Hanım hiç arka bahçeye çıkmadı. İhsan Bey eve geldiğinde Firuze Hanım kızını ya uyutuyor ya da odaya kapatıp hasta olduğunu, istirahat etmesi gerektiğini söylüyordu.

 

Firuze Hanım korkunun azabıyla kıvranıyordu. İyiden iyiye zayıflamış, bir çiçek gibi solmuştu. İnce hastalığa yakalanmış gibiydi. İçini kemiren korku gülmesine, yemesine hatta kızını sevmesine bile engel oluyordu. Bu korku öyle bir hal aldı ki Firuze Hanım ondan kurtulmanın bir çaresine bakmak zorunda kaldı. Ya kendini ya da sürekli saatli bir bomba gibi duran kızını öldürecekti.

 

Bir gün küçük kızını şimdiye değin hep yasaklı olan gölün oraya götürdü, öptü, okşadı, sevdi, eline kâğıttan gemiler verdi. Küçük kızı gemileri gölde yüzdürürken, ona süt verdiği, aş verdiği, beşikte salladığı ve saçlarını taradığı elleriyle göle itiverdi. Sonra bir çığlık atarak içeri koştu. Artık sırrını kimse öğrenemeyecekti.

 

O gün göle atlayıp Sema'yı kurtardım. Sema korkudan ödü kopmuş, yarı nefessiz bir haldeydi. Firuze Hanım müthiş bir pişmanlık içinde geldi, kızının yuttuğu suları çıkardı, onu bağrına bastı.

 

İşte bu evin bildiğim karanlık sırlarından biri. Köpekler böyledir, birçok sırrı görür ve bilirler ancak sadıktırlar. 



Not: Bu öyküyü uzun zaman önce yazdım. Bir dergi bir öykü yarışması düzenlemişti. Bir resim paylaşmıştı ve ''bu resmin öyküsünü yazın'' demişti. (Fotoğraf değil, resimdi evet.) adının ''resmin öyküsü'' olmasının nedeni budur. Dergide kabul edilmemişti, burada yayınlamak istedim. Ancak maalesef resmi bulamadım ve ismini de hatırlamıyorum...