Ankara’nın soğuk bir akşamı, 14 Ekim 1984’te daha doğarken ilk talihsizliği yaşamıştı Rıfat. Doğuştan bir ayağı kısa olarak dünyaya gelmişti. İlk dışlanmayı da o zaman yaşamıştı babası Remzi tarafından. “Benim oğlum aslan parçası gibi olmalı, öyle bir tarafı sorunlu olan bir oğul benim olamaz” diyerek daha bebekken sevgisizliğini gösterdi oğluna. Rıfat, çok güçsüzdü, bedeni çok zayıftı. “Çok fazla dayanmaz bu bebenin yüreği” dedi Fehime ebe… Bir ayağı kısaydı, güçsüzdü ama kocaman gözlerle bakıyordu ona yaşamı boyunca bakacak tek insanın gözlerine, Annesi Fadime teyzeye. Fadime sımsıkı sarmıştı evladını, bağrına basmıştı. Rıfat, masumca doğduğu geceyi izliyordu. Sevgi dolu bakıyordu gözleri… Kimse bilemezdi bu sevgi dolu gözlerin bir gün söneceğini. Kimse bilmez hayatın ona sunacaklarını. Yaşayarak tamamlanır insan! Bizim Rıfat da yaşayarak tamamlanacaktı. İyisini, kötüsünü bilmeden mutlu olacak, üzülecek, şaşıracak, öğrenecek. Bebekliğinde hiçbir şeyden habersiz, annesinin koruyup kollamasıyla okul çağına gelmişti...


12 Eylül 1990, Rıfat ilkokul çağına geldi. Rıfat çok heyecanlıydı. Okula gidecek, arkadaşlarıyla tanışacaktı. Rıfat’ın bu yaşına kadar köpekleri Karabaş ve Boncukʼtan başka hiç arkadaşı olmamıştı. Evleri diğer evlerden uzak olduğu için annesi bahçeden çıkmasına izin vermiyordu. Bu yüzden okul onun için ayrıca çok önemliydi. Annesinin ütüleyip yatağının baş ucuna koyduğu siyah önlüğünü giyerek kapıda beklemeye başladı. Annesi Fadime beslenmesini hazırlıyordu. Rıfat “Hadi anne, daha ilk günden geç kalamam” diye seslendi annesine. Heyecandan kalbi yerinden fırlayacaktı. Fadime kapıya çıktı. Beslenmesini boynuna astı ve elinden tutarak okulun yolunu tutmaya başladılar. Yollar çamurluydu. Rıfat, yolda gördüğü her su birikintisinde ayakkabılarını o küçücük elleriyle temizlemeye çalışarak ilerliyordu. Sonunda okula ulaşmışlardı. Annesi, Rıfat’ın yanaklarını öperek onu bahçeden içeri bıraktı. Arkasından, “Okul çıkışında baban seni almaya gelecek, dikkatli ol oğlum” diye seslendi. “Tamam anne, sen hiç merak etme.” dedi. Bir yandan annesine el sallayarak, bir yandan topal ayağına aldırış etmeden okula doğru koşmaya çalışıyordu. Sınıfa girdi, en öne oturdu. Öğretmen geldiğinde ne yapılacağını bilmiyordu. Herkes hızla ayağa kalktı. Rıfat şaşkın bir şekilde kalakalmıştı. Utandı… Öğretmeni, Rıfat’ın başını okşadı, ona ne yapması gerektiğini anlattı. İlk ders tanışma dersi olduğu için zaman nasıl geçti anlaşılmamıştı. Zil çaldı. Öğrenciler birbirlerini ezercesine bahçeye koştular. Rıfat en sona kalmıştı. Bahçeye çıktığında, herkes gruplar oluşturup farklı oyunlar oynamaya başlamışlardı bile. Rıfat için asıl zorluk şimdi başlayacaktı. Çünkü hep hayalini kurduğu arkadaşlarından nasıl tepki alacağını bilmiyordu. Önce, ezilmiş teneke kutusuyla oynayan grubun yanına gitti. “Arkadaşlar ben de sizinle oynayabilir miyim?” dedi. Sanki anlaşmışlar gibi, Rıfat’a bakıp hep bir ağızdan gülmeye başladılar. Onunla alay ettiler. İçlerinden biri “Sen bu ayakla nasıl oynayacaksın? Git başımızdan” diyerek kovmuştu onu. Rıfat, başı önde eğik oradan ayrıldı. Sonra dedi ki kendi kendine: “Haklılar, ben bu ayakla nasıl oynayayım ki!” Az ileride ebe oyunu oynayan başka bir grup gördü. Onların yanına giderek onlarla oynamak istedi. Rıfat, onlardan da aynı tepkiyi görünce, tek başına bir köşede oturarak teneffüsün bitmesini bekledi. İlk günü hayal ettiği gibi geçmiyordu. Okuluun ilk günü bitmişti. Çocuklar son ders zili çaldığında koşturarak dışarı çıktılar. Hepsinin ailesi bahçedeydi, çocuklarını almaya gelmişlerdi. Rıfat, bahçeye çıktı aynı heyecanla... Herkes, birer ikişer okuldan uzaklaşıyordu. Bir süre sonra kimse kalmadı. Babası gelmemişti. Rıfat korkmaya başlamıştı. Biraz daha bekledikten sonra, kendi başına eve gitmeye başladı. Eve vardığında bitkin bir şekilde kendisini koltuğun üstüne attı. Annesi Fadime, o kadar yolu tek başına gelmiş olduğunu anladığında çok sinirlendi. Çok geçmeden Remzi geldi. “Sen beni niye beklemiyorsun lan! Kendi başına niye iş yapıyorsun oğlum!” diyerek Rıfat’ı hırpalamaya başladı. Fadime, Rıfat’ı Remziʼnin kollarından alarak odasına götürdü. Rıfat’ın hiç de yabancı olmadığı bir durum… Annesiyle babası yine kavga etmeye başlamıştı. Babasını çok sevmesine rağmen ona karşı bir yandan da öfke biriktirmeye başlamıştı. Rıfat, hayatı biraz daha anlayabildiği bu yaşında üzüntüden başka hiçbir duyguyla tanışmamıştı. Beşinci sınıfa kadar annesinin zoruyla güç bela geldi. Rıfat için okul hayatı artık bitmişti.


“25 Mayıs 1995”, Rıfat’ın hayatının dönüm noktası belki de… Annesinin hazırladığı sefer tasını alarak evden çıktı. Babasının yanına, nalbur dükkânına doğru gidiyordu. Dükkâna yaklaşmıştı. Nalbur dükkânının önünde babasının iki kişiyle tartıştığını gördü. Biraz daha hızlandı ama ayağı ona engel olmaya devam ediyordu. Babasının tartıştığı kişilerden biri belinden tabancasını çıkartarak Remzi’yi vurdu. Büyük bir patlama… Silah patladığında, Rıfat olduğu yerde dondu kaldı. Esnaf Remziʼnin başına koşturuyordu. Bir gürültü hâkimdi etrafta ama Rıfat hiçbirini duymuyordu. Gözlerini kırpmadan seyrediyordu. Donup kalmıştı. Babasına birikmiş bir öfkesi olsa da, gözleri önünde vurulan babasıydı. Rıfat, yaşadığı sarsıntıdan dolayı hastaneye yatırıldı.


“18 Şubat 2000”, uzun bir süre. Rıfat, hastaneden çıkmıştı. Annesi hastanenin kapısının önünde bekliyordu. Fadime Hanım, oğlunu görünce ağlamaya başladı…


Eve gittikleri sırada, Rıfat başka bir yöne gittiklerini fark eder. “Nereye gidiyoruz anne? Bizim evimiz bu tarafta değil ki!” der. “Taşındım oğlum. Orada yapamadım. Babanın hatırasının olduğu o yerde yapamadım.” Sessiz bir şekilde yeni evlerinin yolunu tutarlar. Rıfat, artık 15 yaşında bir delikanlıdır. Annesine bakacağının farkındadır. Babasının nalbur dükkânını yeniden açmaya karar verir. Yeni taşındıkları yer nalbur dükkânına uzak olsa da her sabah erkenden kalkıp nalbur dükkânının yolunu tutar.


Çalışa çalışa ömrü geçiyordu. Hayatı sadece iş-ev arasında geçiyordu. Ne bir sosyal hayatı ne bir uğraştığı başka bir şey… Esnafla pek diyalog kurmadan geçiriyordu günlerini. Annesi iyice yaşlanmış, yatalak olmuştu. Ona bakmak zorundaydı. Yaşamak istiyordu. Evlenmek, çoluk çocuğa karışmak ama nasıl? Hoşlandığı bir kız da vardı hatta. İki yan dükkândaki terzide çalışan Şükran. Kendi kendine hayaller kuruyordu. İşleri seyrek olduğu için sürekli hayaller kurmasına zaman vardı. “Gözlerini benden alsa mavi boncuk, saçlarını annesinden alsın altın sarısı, güzelliğini de annesinden alsın. Bana benzemesin.” Rıfat, sürekli açılmak için terziye girdiğinde konuşamadan çıkardı. Daha iki kelime dahi edemeden Şükran gülmeye başlar, bizimkisi de bir heyecanla kendini dışarıda bulurdu. Şükranın karşısında dili tutuluyordu. Heyecanlandığı zaman Rıfat konuşamaz, terlemeye başlardı. Dükkana geri döner sinirden kendine kızardı. 


Talihsiz son, “05 Kasım 2001”. Rıfat’ın Şükranʼa olan ilgisini bilen Mehmet dükkâna girer: “Hadi lan! Düş önüme, kafaları dağıtacağız.” Rıfat istemez önce. Mehmet’in ısrarı sürünce mecbur kalır. Belki de hayatında yaşayacağı ilk sosyal bir olay. Onun da ucu yine Şükranʼa dokunuyor. Mehmet, sıklıkla gittiği Ulusʼtaki bir pavyona götürdü Rıfat’ı…  Rıfat çekinerek girdi mekâna. Mehmet, garsona masayı donatması için işaret etti. Yüzlük bir rakı geldi. Kokusundan bile hoşlanmamıştı Rıfat ama Mehmet’in zoruyla içmeye başlamıştı. İçtikçe açılıyordu bizimki… İçtikçe dili çözülmüştü. Anlatıyor da anlatıyor. Şükran aşkını anlatıyor. Mehmet çok oralı değil tabii. Mehmet’in derdi zaten Rıfat’ı oraya getirip hesabın ödenmesini sağlamaktı. Rıfat içtikçe bir gözü seğirmeye başladı. Farkında olmadan dik dik karşı masaya bakıyordu. Bunu fark eden kadın, yanındaki adamlara durumu söyleyince adamlar bizimkilerin masasına doğru gelmeye başladılar. Mehmet olay yerinden kaçtı. Bizim Rıfat, yarı baygın, gülümser bir şekilde adamın yüzüne bakıyordu. Gözü seğirmeye devam ediyordu. “Lan sen bana da mı iş atıyorsun lavuk” diyerek adam Rıfat’a kafa attı. Ayırmaya gelen diğer masalar olaya karışınca; sen baktın, ben baktım… Mekânda kavga başladı. Rıfat’ın karnına bıçağı sapladılar. Rıfat’ın gözleri doğarken kocaman olmuştu bir tek… Kocaman gözleri yaşarmaya başladı. Babası geldi gözünün önüne, annesi geldi daha sonra, Şükran geldi… Hayalini kurduğu hayat geldi gözünün önüne. Acılar içinde yere yığıldı. Nefes alış verişi zorlanmıştı. Kimse Rıfat’ın bıçaklanmasıyla ilgilenmiyordu. Herkes kaçmanın derdindeydi. Rıfat, yardım istemeye çalışıyordu ama konuşamıyordu. Harfler, hece olamıyordu; kelimeye dönüşemiyordu dudaklarından çıkan tını. Sessizleşti… Karanlık oldu…