Rıfık öldüğünde gençti, henüz yirmisini görmemişti, reşit bile değildi. Ben on üç yaşındaydım. Uğursuz bir rakamsa da, çocukluğumun en aktif dönemindeydim. Her hafta sonu babamın arkadaşlarıyla halı saha yapıyorduk. Koskoca adamların yanında işin ne diyebilirsiniz, nasıl oynadığımı bilmediğiniz için. Topla adeta dans ederdim, kısa boyum avantajım olurdu, sahada görünmezdim, hızlı koşardım, tüm kritik paslar bana atılırdı. Babamın gururuydum, arkadaşlarının kıskandığı yetenekli çocuk. Bir gün dokuz gol atmışım, iki asist vermişim. Babam mutluluk sarhoşu, bana hülyalı bakışlar atıyor. Topa düzgün vurabildiği yok, daha çok görüntü. Benim sayemde bu sahaya girebildiğinin farkında. Çıkışta, soyunma odasında kıyamet kopuyor. Irkçı bir abinin omzuna çıkarılmışım, diğerleri şakşakçılık yapıyor. Babam köşeden ıslık çalıyor. Devlerin neşesi egomu tatmin ediyor, küçümsüyorum gülerek.  

Ve sonra dans vardı. Annem tangoya yazdırmıştı. Kabalaşmamdan korkuyordu. Çantamın içine tayt koyardık, yolda itibarım zedelenmesin diye. Doğrusu pek esnek değildim, ama çabuk kapıyordum. Partnerimle uyumluyduk. Kurs yıl sonu için bir okulla anlaşmıştı. Karnemi almaya babam gidecekti, ben o sırada tango yapacaktım. Annem duygulanacak ve daha dans bitmeden alkışlamaya başlayacaktı.  

Okulumda da sevilirdim. Zeki bir öğrenci olsam da derslerim iyi değildi. Ama beden hocamız beni tutardı, öğretmenler odasındaki övgüleriyle itibarımı inşa etmişti. Kanaat notları sayesinde sınıfı geçiyordum. Beden dersinde haylazlık yapmayı severdim, öğretmen buna göz yumardı. Çünkü babamın eski bir arkadaşıydı, derste top sektirir dururdu, halı saha rutinlerine bir kez çağrıldı, felaketti. Top ayağına bir kere gelmiş, ki o pas vuruşu bozuk babamdandı, onları seyirci banklarından izliyordum, karşılık bile verememiş, poposunun üzerine düşmüştü. Ne de olsa hocamdı, gülmemi bastırmaya çalışıyordum ama o duymuştu bir kere, hafifçe gülümseyerek bana bakmış ve ayaklanmıştı. Sonra da apar topar gitti, maçı bitirmedi. Kadro eksik kalınca sahaya ben girdim. Giriş o giriş...

Onun gözünde kurtarıcıydım, sonraki gün okula geldiğimde fark etmiştim. Beni yanına çağırtmış, maç hakkında bilgi almıştı. O gittikten sonra attığım gollere kendi atmış gibi sevinmişti. Diğer arkadaşlarını çekiştirmiş, herkesin kendisi gibi olduğunu ama şanslarının yüzüne güldüğünü söylemişti. Onu destekledim ve her hafta bu rutin devam etti. Tatilden döndüğümüz okul günü bahçede buluşur, dedikodu yapar ve derslerimize çekilirdik. Bir daha kimse çağırmadı onu, gizli seyirci olarak beni tutmuştu, merakını gideriyordum. Dublörü olduğumu söylüyordu, zedelenen itibarını kurtarmıştım, melek gibi düşmüştüm sahaya ve onun olması gereken mevkide büyük işler yapıyordum. Ödevlerin fazla olduğu haftalar gitmeyeceğimi söylediğimde kızıyor, gitmek zorundasın diyordu. Bunun için bana para vermeyi bile teklif etti. Ödevlerimi yapması karşılığında anlaştık.      

Bir gün müdür sınıfımıza geldi, yanında Rıfık, ensesinden tutmuş, artık sizin öğrenciniz diyerek hocaya teslim etti. Rıfık kürsüye çıkarıldı, kendini tanıtmasını istendi. İsmini ve yaşını söyledi, yaşı kalmamış aklımda. Hemen önümdeki boş sıraya oturtuldu. İlk iletişimimiz uzun saçları sayesinde oldu. Annesi tepeden bir at kuyruğu yapmıştı. Ensesindeki kısa saçları için iki tel toka tutturmuştu. Birini çıkardım, ses etmedi. Diğerini de çıkardım. Yine dönmedi, bu sefer lastik tokasını çektim. Saçları omzundan aşağı döküldü. Düzdü ve tahminimden uzun çıktı saçları. Kafasını bana çevirdi ve gülümsedi. Kaşlarımı çattım, önüne döndü ve bir daha iletişim kurmadık.  

Rıfık sonraki günlerde saçları açık okula geldi. Bazı günler maşalı geliyordu, bazen ufak bir tokayla perçemlerini tutturmuş oluyordu. Rıfık okula çantasız, elinde bir defter, cebinde tüylü pembe kalemiyle gelirdi. Siyah converseleri vardı, her gün farklı renkte bir bağcık takıp gelirdi. Kızların çok ilgisini çekerdi bu çocuk. Her teneffüs önümdeki sıra kalabalıklaşır, çember içine kalırdı. Zil çalar çalmaz bahçeye fırlayan ben, yerimden kalkmaz olmuştum. Ucu sivri kalemlerimi tıraşlar ve onları dinlerdim. Rıfık pek konuşmazdı, kızlar çok soru sorardı.  

Bir gün onu halı sahaya davet ettim. Okul çıkışında benimle gelir misin dedim. Akşam maçımız var, bu yalandı, seninle antrenman yapalım. Kabul etti, saha kilitliydi tırmanarak girdik içeriye. Top ve formanın olduğu kulübe de kapalıydı, tişörtlerimizi çıkardık ve top haline getirdik. Üstünde atleti kalmıştı, ben çıplaktım, atletleri hiç sevmedim. Kaleye geçtim, bana hünerlerini göster dedim. Topu eline alıp üzerime doğru koşmaya başladı. Saçları yarattığı rüzgarla geriye savruluyordu, iki üç adım kalmıştı ki sıçradı ve fırlattı topu. Top kafama çarptı ve şeklini kaybederek yere düştü. Bunun berbat bir hamle olduğunu söyleyeceğim sırada halı sahanın bekçisinin sesini duyduk. Çıkın haylazlar diyerek yanımıza koşuyordu. Rıfık elimden tuttu, nefes nefese tırmandık tepeye varmıştık ki, bekçi altımızda belirdi. Hadi şimdi inin der gibi bakıyordu. Adamın eli copluydu korktuğumuz için inmedik. Bekçi saatlerce pes etmeden dikildi ve gözlerini bizden ayırmadı. Artık gitmesi gerektiğini, evdeki öksüz çocuklarının onu beklediğini söyleyerek yalvardı, lütfen inin çocuklar, söz veriyorum size dokunmayacağım. Rıfık eve giderse ineceğimizi söyledi. Bizim de ailemiz var ve uykumuz geldi. Adam onayladı, inanmaya mecbur olduğunu biliyordu. Arkasına baka baka evinin yolunu tuttu. Henüz uykumun olmadığını söyledim, Rıfık’ın da uykusu yokmuş yalan söylemiş. Yeniden sahaya indik, ve ona topa nasıl vurulacağını öğrettim. Sabaha karşı eve döndük, yorulmuştuk, terlemiştik ve eğlenmiştik. Rıfık neden maç yalanını uydurduğumu anlamıyordu, dönüş yolunda söyledi bunu bana. Ben de seni anlamıyorum diyerek tersledim onu, üstelemedi, babasından korktuğu için onu evime getirdim. Kapıyı babam açtı, hiçbir şey sormasına izin vermedim, iyi geceler dileyerek odama çıktık. Aynı yatakta uyuduk. Kafasını koyduğu yere ayaklarımı uzattım ve o da aynısını yaptı.  

Kahvaltıda babama olanları anlatırken hep bir ağızdan gülüyorduk. Babam yeniden gurur duymuştu benimle. Rıfık da gururdan payını aldı, söylediği yalan evde ona bir saygınlık kazandırmıştı. Her gece halı sahaya gitmeye ve aynı yatağı paylaşmaya devam ettik. Hafta sonu geldiğinde işim olduğunu söyleyerek onu evine gönderiyor ve babamın arkadaşlarını eğlendiriyordum. Babam neden Rıfık’ı getirmediğimi soruyordu, onun burada yeri yok diye cevap veriyordum, istersen sen çık. Babam hızla reddediyor ve yanımdan uzaklaşıyordu. Aslında yedek oyuncu veya seyirci olabilirdi. Ama dikkatleri üzerine çekmesinden korkuyordum. Saçları uzun, bağcıkları renkliydi. Babamın arkadaşları kaba insanlardı onu rahatsız edebilirdi. 

Artık dans kursuna gitmeyi bırakmıştım, öğrendiğim temel hareketleri Rıfık ile evde deniyorduk. Esnek olmasına rağmen, çabuk algılayabilen birisi değildi, provalarımızın sonu gelmiyordu. Üstelik çok çabuk sıkılıyordu, daha yemek hazır bile değilken halı sahaya gitmeyi teklif ediyordu. Onu kıramıyordum, zayıf noktam olmuştu. Mutfağa sızıp ekmek arası sandviç hazırlıyor ve sahanın yolunu tutuyorduk. Artık topumuz daha büyüktü babamın kıyafetlerinden çalmış ve kendimize nispeten daha iyi olan bir top yapmıştık. Birkaç saat boyunca dinlenmeksizin maç yapıyorduk, tek kaleydi, ama rakiptik, hep o kazandı. Boynuz kulağı geçmişti, eserimle gurur duyuyordum. Rıfık sıkılmaya başlayınca çimlere uzanıp yıldızları izliyor, sandviçlerimizi kemiriyorduk. Bekçi halı sahanın yanından geçerken, bizi fark etmemiş gibi devriyesine devam ediyordu. Biz de bu sırada ses tonumuzu yükseltiyorduk, kahkahalarımız daha gür çıkıyordu. Bekçi adımlarını hızlandırıp ıslık çalmaya başlıyordu.  

Günler kopan kolyenin incileri gibi çabucak dağıldı ve gözden kayboldu. Zıplarken çıkardığı sesleri hala duyuyordum, bazıları arabaların tekerlerine kurban gitti, bazıları bir yolculuğa çıktı, birkaçını çocuklar almıştır. Halı sahaya gitmeyi, beden öğretmenimle sohbet etmeyi bırakmıştım. Babam benimle gurur duymuyordu. Tango hareketlerini unutmuştum. Bu süreyi sadece Rıfık’a ayırdım. Halı sahaya gittik ve yıldızları seyrettik, babam kıyafetlerinin eksildiğini fark etmiş dolabına kilit vurmuştu. Rıfık da toptan sıkıldığını söyleyip duruyordu, ona uymak zorunda kaldım.   

Bir gün yatağımda yalnız uyandım. Bugün karne verilecekti. Kahvaltıya indim, babamgil Rıfık’ı görmediğini söyledi. Okula gittim, önümdeki sıra boştu. Hoca yoklama alırken Rıfık’ın ismini atladı. Teneffüste müdürün odasına çıktım. Masada yığınla karne vardı, seçtiği kağıtları kontrol ediyor beğenmediği notları daksille silip yenilerini yazıyordu. Ben gelince işini bıraktı. Rıfık’ın kim olduğunu öğrenmek istiyordum. Müdür keldi, kafasına küçük, siyah bir şapka geçirmişti, gözlerinde güneş gözlüğü vardı. Rıfık’ın çocuğu olduğunu söyledi. Gecenin bir yarısı kapı çalınmış. Rıfık gelmiş, çok sinirliymiş, gözleri kıpkırmızıymış. Artık çok sıkıldığını ve uykusunun kaçtığını söylemiş babasına. Kel adam ne yapacağını bilememiş. Uyurgezer olduğunu düşünerek ses çıkarmamış, kucağına alıp yatağına götürmüş. Rıfık babasından masal uydurmasını istemiş. Ama önce şu kafanı ört. Çekmecesinden şapka çıkarıp babasına vermiş. Müdür bir masal uydurmayı becerememiş. Uzunca bakışmışlar, kimse ağzını açmamış. Bunu anlattığı sırada ağlamaya başladı. Gözlerini göremiyordum ama burnunun kenarından ağzına yaşlar süzülüyordu. Ben müdürüm, masalcı değil diyerek kendini savunmaya girişmişti ki elimi kaldırarak onu susturdum. Rıfık nerede dedim ona. Gözlüklerini çıkarıp, elinin tersiyle gözlerini kuruladı. Halı sahaya gittiğini söyledi. Yerimden fırladığım gibi koşmaya başladım. Koridordan geçerken gözlerim sınıf arkadaşlarıma denk geliyordu, herkes korkuyla bakıyordu bana. Çıkışa geldiğimde hızımı arttırdım. Güvenlik şaşkınca bakakalmış, yerinden kıpırdayamamıştı. Müdür bağırarak peşimden geliyordu. Ne dediğini duyamıyordum, aklım fikrim Rıfık’tı. Hesap sormak istiyordum.   

Nihayet halı sahaya geldim. Kalbim çok hızlı atıyordu. Cüsseme kıyasla fazla efor sarf etmiştim. Dizlerimin üstüne yıkıldım. Müdür bağırmayı kesti, yanıma geldiğinde durdu, Rıfık’ı gördü. Çocuk halı sahanın ortasında dikilmişti, saçlarını sıkı bir at kuyruğu yapmış, yüzünü seyircilere çevirmişti. Biz arkasında kalmıştık. Karşısında babamın arkadaşları vardı. Hepsinin üstü formalıydı, saçları terden alınlarına yapışmıştı, bu fanatik gurubun maçın ortasında, bir çocuk tarafından çekilip alındığına inanmak güçtü. Babam yoktu, benim yokluğumda takımdan ihraç edilmişti. Rıfık'ın yanında beden öğretmenimiz vardı. Bir elini çocuğun omzuna koymuştu. Burada neden toplandığımızı sadece ben ve öğretmenim anlamıştık. Müdür ağlamaya başladı, elimi dizine yasladım, güç vermek istedim. Çocuktum, on üç yaşında bir çocuk. Nasıl teselli edileceğini bilemezdim.  

Çöktüğüm yerden kalkmadım, müdür sürekli ağlamadı, ara ara sustu, nefeslendi. Rıfık’ın tabutunu öğretmenim ve arkadaşları taşıdı. Onu kalenin içine gömdüler. Güneş batmak üzereydi, bekçi geldi. Beni ve müdürü halı sahaya soktu. Rıfık için dua ettiler, ırkına övgüler dizildi. Arkalarında durup gitmelerini bekledim. Gece çökmüştü, yalnız kalmıştım. Mezarın üstüne oturdum.  

-Nereden başlayacağımı bilemiyorum.