İmparator Konstantin’in kendi adını yaşatmak için kurduğu Roma’nın kardeşi olan mermerden bir şehir, Konstantinopolis. Konstantin’in başkenti kurduğu şehre taşımasıyla Konstantinopolis büyümeye devam etti. Konstantin’in halefleri tarafından geliştirildi ve evrildi. O kadar büyük bir ihtişama erişti ki Orta Çağ'da onun muadili ancak Bağdat olabilirdi. Dünyanın dört bir yanından bu şehri ve içindekileri görmeye binlerce seyyah geldi. Bazılarının bıraktığı notlar ve kitaplarla ilgili birçok araştırma yapıldı. Ülkemizin önemli Bizantologlarından biri olan Semavi Eyice’nin “Yabancıların Gözünden Bizans İstanbul’u” adlı kitap da bunlardan sadece biri olmakla beraber. İstanbul’un Roma yıllarına ait görünümünü yabancı seyyahların notları üzerinden aydınlatma amacı gütmektedir.
Seyyahların birçoğu Arap, Rus ve Latin kökenli kimseler olup Hristiyan olanları şehrin kutsal emanetleri ve kiliseleri ile çok fazla bilgi vermekle beraber Müslüman Araplar ise daha çok şehrin mermer sütunlarına hayran kalmışlardır. Günümüzde var olmayan Justinian sütunu ile sadece temel taşının kaldığı Arcadius sütunu çok fazla övülür. Hipodromda çok fazla övülen yerlerin başında gelmekle beraber en çok övülen yapı Ayasofya’dır. Kapıları ve ikonları öve öve bitirilemez. Kubbesi ise sadece nefes kesicidir. Zamanın en ileri gelen mimari eseri olduğu şüphesizdir. ,
Hipodromun arena kısmında yer alan sütunlar ve hipodromun hemen yanındaki imparatorluk sarayı, onun karşısında Ayasofya ve Justinian’ın sütunu, onların hemen gerilerinde Basilica sarnıcı, Sarayburnu’nda bulunan -bugün var olmayan- Meryem Ana Kilisesi gibi yapılar seyyahlar tarafından hiçbir şehrin bu kadar küçük bir alanda bu kadar çok mimari eser içermemesi yönünden çok fazla övgüye tâbi tutulmuştur.
Bugünkü Koca Mustafa Paşa Mahallesi tarafında bulunan ve Marmara denizine doğru bakan, gemilerce görülebilen Arcadius’un sütunu, Konstantinopolis’e Marmara’dan gelenler tarafından görülen ilk yapı olması bakımından bazı seyyahlar tarafından Rodos Heykeli ve İskenderiye Feneri ile kıyaslanmış ve üstün bulunmuştur. Bu da klasik çağın son zamanlarında kurulan Konstantinopolis’in, selefleri olan büyük şehirleri ihtişam açısından geride bıraktığı olarak yorumlanabilir.
Diğer bir dikkat çeken özellik ise Haliç’in, Aziz George Denizi, şehre sağladığı büyük savunmaya avantajından dolayı övülmesidir. Çoğu seyyah şehrin doğal ve yapay savunmaları ile beraber asla alınamayacağını düşünmüşlerdir.
Tüm bu saydıklarımız dışında Pera, İstanbul’a yarı bağımlı şekilde var olmuştur. İmparator’un ava çıkmaya buradan geçerek gittiği ve burada da bir Av Köşkü bulunduğu sıkça dile getirilir. Galata sözcüğünün ise Pera’dan İstanbul’a çok fazla süt (Gala) satışı yapılmasından geldiği çok fazla kaynakta geçmekle beraber ilginçtir ki hiçbir seyyah Galata Kulesi'ne değinmez.
Kadıköy ve Üsküdar ise İstanbul’un banliyöleri olarak geçer. Şehrin Yahudilerinin buralarda yaşadığına değinilir ve tabii onlara yapılan “kötü” muameleler de seyyahların notları arasında yer alır. Ancak her ne kadar buralar İstanbul’a ait banliyöler olsalar da İstanbul’un bir parçası olarak görülmezler.
Şehrin verdiği en zor sınavlardan birisi olan Latin istilası zamanında Haçlı askerlerinin tuttukları günlükler vasıtasıyla şehrin acı verici durumuna yakından tanık olabiliyoruz. Şehirde Haçlılar tarafından çıkarılan yangın sonucunda şehrin büyük çoğunluğu yandı. Bir zamanlar mermerden bir şehir olan Konstantinopolis, 65 yıllık yağmadan sonra geri alındığında küllerden bir şehirdi. Şehrin Türklerce fethinden önceki seyyahlara göre bir zamanlar beş yüz bin dolaylarında olan nüfusu fetihten hemen önce sadece elli bin olmakla beraber bu sayının da çoğu din adamıydı.
Bu büyük yağma periyodunun bıraktığı izler, şehri ışıldayan bir dünya harikası olmaktan çıkarıp bir harabe hâline getirdi ki hâlâ bu istilanın izleri silinebilmiş değil. Bir zamanlar yüz elli bin kişi kapasiteli hipodromdan geriye sadece bir duvar kaldı. İmparatorluk sarayı harabe haline geldi ve kullanılmaz oldu. Sütunların bakır, altın, bronz ve gümüş sikke basmak için eritildi. Değerli mozaikler ve ikonlar yok oldu. Böyle bir yağma daha önce hiçbir yerde görülmemişti, bir devletin değil aynı zamanda bir medeniyetin de sonunu getiren bu yağmadan sonra imparatorluğun bin yıllık başkenti asla toparlanamadı.
Şehrin verdiği ikinci büyük sınav olan Fetih zamanında şehirde olan seyyahlar tarafından verilen bilgilere göre Türklerin şehre girdikten sonra yaptıkları yağmaya da değinilmiştir. Şehir bazı kaynaklara göre bir, bazı kaynaklara göre üç gün sürece yağmalanmıştır. Bu yağmayla beraber de kutsal eşyalar ve binalar tahrip olmuşsa da sonradan tamir edilme çabaları gösterilmiştir. Diğer binalara rağmen Ayasofya, Latin istilasındaki gibi tahrip edilmemiş, bununla beraber ikonların üstüne çekilen sıva hem ikonların hem binanın hasar görmesine neden olmuştur. Ayasofya, yağmalanamamasına rağmen dini amaçlar açısından bir camiye çevrilmiş ve binanın ana kompleksine yıllar geçtikçe daha fazla ekleme yapılmıştır. Bu da binanın görünüşünün orijinalliğini etkilemiştir.
İki yüz yıl içerisinde yaşadığı hızlı düşüşten hiç kurtulamayan Konstantinopolis, baskın Romalı kimliğini çok uzun süre koruyamadı. Fetihle beraber başlatılan imar çalışmaları ile şehir İslam şehri olarak yeniden kimlik kazandı.