Zor bir yüzleşme haftasıydı. Duyguları tanımlama aşaması bittiği zaman yeniden mekanik kısmıma geri dönmüştüm. Kendim için doğru kelimeleri aramak zorunda kalmadan yazıyorum bu satırları. Başladığım özgeyle yürümeye devam eden özge aynı kişiler değil artık. Bunun ayrımını yapabiliyorum.

Hayatımda romantik ilişkilerde çözemediğim çok fazla nokta vardı. Sürekli ilişkisi veya uzun ilişkileri olan biri olmadım. Birinin bana bağlanması, kişisel cehennemim haline geliyordu. Çocukluk çağlarımda deneyimlemek istediğim şeyler arasında cinsiyetler arası romantizm bulunmadığı için belki de iyi olabilecek pek çok çocuğa sırtımı döndüm. Lisenin son sınıfına geldiğim zaman etrafımda ki herkes benzer romantik örüntüyü tekrarladığı için bende kendimi açmıştım. İçinde bulunduğum romantik ilişkiye bugün gözlemci etkisiyle baktığımda, geleceğimde oluşturmuş olan tutarsız davranışlardan, duygusal değişimlerden ve çağımızın hastalığı olarak isimlendirdiğim tahammülsüzleşmenin temel taşlarını oluşturduğunu düşünüyorum.

Romantik ilişkiler cinsiyetten bağımsız olsalar da içerisinde toplumun onlara biçtiği rolleri mutlaka üstlenmek istiyorlar. Bu da ne zaman sorumlulukları yerine getirmeye çalışan bireyleri gözlemci etkisiyle dışarıdan evcilik oynanıyormuş hissiyatı veriyor. Aynı duygu durum kendi kurduğum romantik bağlar içinde geçerli. Anlamladırma, bağ kurma çabası olmadan, içi boşaltılmış şekilde çocuklukta oynanan evcilik davranışının büyütülmüş versiyonuna inanılmaz benziyor. Beni en çok hayrete düşüren kısım ise biricikliğinden vazgeçerek bireylerin toplumsal rollere girmeye çabası. Bu toplumsal rolleri, içinde bulundukları topluma uygun şekilde gerçekleştirilmezse taraflardan biri mutlaka sorun çıkartıyor. Çünkü tanımlanmayan bir alanda, konfor alanından çıkartıp onu öğrenmeye itiyor.

Öğrenme açlığı beslemeyen birey yetersizlik hissi ve genel olarak kendini gerçekleştiremediği için taşıdığı komplekslerle birlikte bu romantizmin ona uygun olmadığı kanısına varıyor. Dışarda ki gözlemci etkisiyle açıkça söylemem gerekirse, basit matematiksel doğrular üzerinde kurulmuş ve eğer sonuç hatalı çıkarsa eşleşmenin yanlış olduğuna emin olan çiftler beni hayrete düşürüyor.

Her zaman arkadaşlarıma sorarım, romantik ilişkinde neler yaparsın. Neleri paylaşırsın, kalıplaşmış basit hareketlerin dışına çıkan nadir bir kaç kişi görmüşümdür. Bu kalıpların içine sıkıştırılmış şekilde yaşayan ruhlar elbette ki patlama noktasına gelecektir. Yaşadığımız tüketim çağı, bizi üretmekten alıkoyduğu için bireyler bilinçli ya da bilinçsizce ilişkiyi tüketme eyleminde bulunmaya yöneliyor.

Z ve sonrasında gelen kuşaklar bu romantik ilişkileri çok kısa sürede tüketme eğilimindeler. Özellikle doğum yılı milenyum olarak adlandırdığımız 2000 e denk geliyorsa, bizden önceki nesillerini inşa ettiği bütün kuralları yıkıyorlar. Bu yıkımın sonunda inşa ettikleri benlik, kültür ve algılardan da aynı oranda şikayetçiler. Beni en çok hayrete düşüren durum bu oluyor. Yaptıkları eylemlerin sorumluluklarını almaktan kaçınıyorlar ve mutlaka etrafta üçüncül bir suçlu arıyorlar.

Üst nesile çıktığumız zamanda ise evlilik eğilimleri çok yüksek olan romantik bireylerde özellikle 24-25 yaş skalasında hızlıca alınıp devam ettirilen evlilik kararları gördüm. Yaş, beden ve kişilikle ilgili görüşlerim çok uzun ve hatta belki ciltlerce sürebilir, o yüzden kenarı koyuyorum. 90 neslinde bizden önceki neslin inşa ettiği benlikleri, kültürel olarak yıkma eğilimi olsa bile sebebi hala benim için soru işareti olan inanılmaz derece romantik bağlanma eğilimleri var.

2000 ve öncesi için devam edecektir bu konuşma. Evlilik eğiliminde bulunmayan, romantik ilişkilerinde matematiksel sapmalara sebep olan kişiler ise kendilerini hata olarak görüyorlar. Toplumsal baskıya daha fazla dayanamayıp romantik ilişki kurma arayışına giriyorlar. Eğer denklemde hızlıca doğru cevaplar alınırsa aksiyona geçme süreleri de aynı hızda ilerleyerek kendilerini biçilen rolleri gerçekleştirmek üzere devam ediyorlar.

Gel gelelim ki matematiksel hesaplarında hala yanlış sonuç almaya devam eden kişilere. Burada kişiler biraz ayrışıyor. Kendi kesişim kümemde tanıştığım insanları baz alarak rahatlıkla söyleyebilirim ki: toplumsal romantik rolleri denklemden çıkarttıkları zaman bireylerin kendilerini arayış sürecine girdiklerini rahatlıkla görüyorum.

Belli bir dönemden sonra kronikleşip, bireyin hayatında yaptığı seçimlerin kendine ait olduğunu kabul ederek, ayaklarının yere sağlam basmasına sebep olacaksa kendini arayış dönemini desteklemek bu durumda verilebilecek en ılımlı tutumdur. Böylece birey her şeyi anlamdırma çabası içinde aslında kendini konumlandırmaya çalışıyordur. Ve bu yolculuğun sonunda mutlaka varış noktası olacaktır. Yolculuğa çıkan her birey için, varış noktasının kendisini tanıması tek temennim olacaktır.

Ne yazık ki toplumsal olarak kendini sıyırıp, konumlandıramıyorsa birey bu sefer arayış anlamını kaybedecek ve savrulacaktır. Bu savruluşun doğruluğu veya yanlışlığı tartışmaya açıktır. Yine de eğer birey sürekli kendini aşağı çekiliyor, içine girdiği her durumda sonuç olarak anlamsızlaşma hissiyle eylemlerde bulunuyorsa sorunu net şekilde burada arayabiliriz.

Bütün bu sistematik sınıflandırma da okları kendime doğru çevirecek olursam, günümüz modern toplumun kullandığı popüler kelimelerden uzaktan bir kaç öz eleştiri de tabiki kendime vermek isterim.

Gençlik(17-20 yaş arası) ilişkileri kurarken tabiki şu anki olduğum bilinçte değildim. Ama yine de dışardan bir gözlemci olarak söyleyeceklerim zaten o dönem yaptığım eylemlerin alt metnini okumakla birdir.

Toplumsal olarak yapılan eylemlerin yüksek oranda doğruluğunu kanıtlanmış olduğuna inanmak o zamanlar ahlak terazimde anlamlı bir düşünceydi. Zihinsel ve bedensel olarak ayak uyduramadığım yaş grubuna en azından romantik ilişkiler bakımından ayak uydurabileceğimi düşünerek bağlanmayı tercih ettim. Tercihimin benim için hayat yolumda pek çok sonuçları oldu. Bunları iyi veya kötü olarak adlrandırmak istemiyorum çünkü tamamen kendi etik kurallarımıza göre oturttuğumuz bir sistemin zemininde yapılan eylemler sadece sonuçlardan ibarettir.

İlişkilerde ki temel dengesizlik sebebi eril ve dişilin bireylerde tanımlanmadığı için;cinsiyet rolleri üzerinden tanımlamaya çalışılmasıydı. Bu sorun kendi hayatımda yetişme koşullarımdan kaynaklı olarak dengesiz bir terazide olduğu için romantik ilişkilerimde çok uzun süre bunu yakalayamadım.

Sırasıyla ilişkilerimde, önce dişilimi ona teslim etmem istendi. Böylece kendi animusunun tamamlayacaktı. Bu denklemde ki sorun ise animam yitip gidecekti çünkü tekrarlayan döngülerden ilki buydu. Gençliğin verdiği farkında olmama durumundan biri benden animama ait gücü istediği zaman teslim etmezsem bir daha hiç kimse beni kabul etmeyecek duygusuna kapılıyordum. Bu da aslında kendi matematiğime güvenmediğim için başkalarının denklemlerini kabul etmemden kaynaklanıyordu.

İkincil karşılaştığım sorun ise, hayır animamı sana teslim etmeyeceğim tavrını belli ettiğim zaman onun vahşi doğamı zincirleriyle dizginlemek istemesiydi. (Burada kast edilen vahşi doğa, yıkıcı bir karakter değil. İnsanda var olan ham enerjisel hal olarak düşünebilirsiniz.) Yok edici animusun kollarına teslim olmak mı daha korkutucu yoksa animamın vahşi doğasını zincire vurmak mı bilmiyorum. Kendi animamın vahşi doğasını keşfederken ilk dersim tekrar yok olmaktan korktuğu için dönüştüğü femme fataldi(ölümcül dişi, yutan anneden farklı olarak erkeğini gerekçe göstermeden kendine bağlayarak yok etme eğilimindedir. Bu yok ediş patolojik vakalarda fiziksel, burada ki kullanımında ise pskilojik ve enerjiseldir.)

Ölümcül dişi de çok uzun yıllar önüme çıkan romantik ilişkileri geri dönülemez şekilde yıkıp geçti. Madalyonun çift yüzünde tüketme eğilimi vardı. Onunla barışmayı öğrendiğim zaman ikincil büyük sorunum olan sekhmet ortaya çıktı. Uzun yıllar sadece öfkeyi kontrol etmeye çalıştım. Kaçırdığım şey ise, vahşi doğamızı kontrol edemeyiz. Onunla barışıp, uyum içinde yaşamayı öğrenmemiz gerektiğiydi.

Vahşi yönlerimi seviyorum. Beni yaşamda besliyor, öğrenme arzumu diri tutuyor ve yaratım için zorluyor. Konfor alanından seni ne çıkartır diye sorarsanız, birlikte yaşamayı öğrendiğim vahşi yönlerim derdim. Kaldı ki onları kontrol etme düşüncesi, barışmayı öğrendiğim zaman çok korkutucu gelmeye başladı. Bende zincirlerimi takmadım. Çünkü sekmet yalnızca özgür olursa onunla uyum içinde modern hayatta yaşayabilirdim. Bu da romantik ilişkilerimi kopartan etmendi.

Üçüncüsü ise artık taşlar oturmuş, arayış çemberi daralırken tabiki oturtulmuş toplumsal rollere gelmişti konu. Bölüşülmüş görevler kesinlikle yapılacaklar ve kesinlikle yapılmayacaklar listesi uzayıp gidiyordu. Burada teslimiyet vardı; bu sefer devreye giren sevgili animusum oldu. O hayatımda yönetimden sorumluydu. Öylece kenarda oturup, hayatı izlememi istemiyordu. Hareket enerjisini getiriyordu ve yaratım enerjisi onun aktif hareket halinde sağlıklı olduğunu gösteriyordu. Haliyle bu seferde animus, uyumu kaçırdığı için reddetti. Çünkü dualite gizli anlaşmalarla, toplumsal rollerle girmiyordu hayatımıza. Biz onu kendimiz deneyimlerken, uygularken ; seçimlerimizle karar veriyorduk. Animusta bu mantıksız tanımlardan hoşlanmadığı için karşı duruşa geçti.

Sonuç olarak bekar kaldım. Çünkü kendi içimde anima ve animusun dengesini sağlarken, onların isteklerini görerek kendime huzurlu bir hayat inşa edebilirken karşı tarafın dengesiz istekleri, merkezimde kendi varoluşumdan kaynaklı reddediş haline geliyordu. (Modern ilişkilerde bu olay Red flag olarak adlandırılıyor.)

Olduğum halimden inanılmaz keyifliyim. Yolculuktan yana da hiç şikayetim olmadı. Çünkü yoldayken öğrendiklerim, onların bana verdikleri kutsal hediyeler. Ben sadece evde oturarak, kendimi bu kadar keşfedemezdim. Her zaman seçimler yaptım ve bu seçimlerin sonuçlarını deneyim olarak hayatıma kattım.

(Bu yazıda kullanılan terimler, eril ve dişil dahil Jungiyen tanımlara göre yazılmıştır.)