Merhabalar. Bugün sizler için Can Yayınları'nın yönetim kurulu başkanı ve Socrates Dergi'nin en önemli isimlerinden Can Öz ile konuştum ve şahsen merak ettiklerimi sordum.

Soruları içtenlikle yanıtladığı için sevgili Can Öz'e teşekkür ederim.

İşte o sorular ve cevapları:


Not: Bu röportaj, sohbet esnasında alınmış bir ses kaydıdır ve kullanılan Türkçe ona göre değerlendirilmelidir.



Bir röportajda gününüzü planlayarak inşa ettiğinizden bahsetmiştiniz. Can Öz'ün bir günü nasıl geçer? Belirli rutinleriniz var mıdır?


Planlayarak inşa etmekten ziyade, aslında ben bir gün sürekli birtakım şeyleri unuttuğumu ve unuttuğum için mahcup olduğumu fark ederek Google Calendar'ı keşfettim. Planlamak dediğin, yapacağım şeyleri yazıyorum ve sürekli oraya bakıyorum. Planlama bu kadar.

Onun dışında da bir planlamam yok. Sabah kalkıyorum, kahvemi falan alıyorum ve hemen bilgisayarın başına geçerek yazışmalarımı yapıyorum. İnternette ne var ne yok, onlara bakıyorum, Türkiye'de ve dünyadaki önemli haberlere bakıyorum... Ve uyanmış oluyorum böylelikle. İşim çoksa kahvaltı yapmak veya bir şey yemek aklıma gelmeden gün devam ediyor. Bir toplantım veya uzun uzun odaklanacağım bir şey yoksa o an, sürekli mailler, telefonlar, mesajlar halinde gidiyorsa, ki genellikle öyle oluyor, bir Call Center çalışanı, sorumlusu gibi çalışıyorum. Sürekli bir şeylere ulaşmaya, yetişmeye çalışıyorum.


Bu tempoya alıştınız mı peki?


Çok seviyorum. Hatta bu yormuyor. Bu temponun altında bir tempo olduğunda kendimi yorgun hissediyorum. Sanki vücudum uyanamamış gibi hissediyorum.


Tüm bu pandemi sürecini ve meşgul olduğunuz işleri göz önünde bulundurarak, genel itibarıyla nasıl hissediyorsunuz?


Pandeminin yarattığı ve hepimizi mutsuz eden, endişelendiren, çok üzen şeyleri bir kenara bırakıyorum. Bu hayvan mıyım, değil miyim sorusunun cevabı olur çünkü. (Gülüşmeler) Ama kendi adıma, ben özleyeceğim. O ilk üç ayını özleyeceğim. Çünkü evde olmak ve hakikaten aile olarak yaşamak gibi bir şeyi hayatımda ilk defa tecrübe ettim. Eşim, ben, çocuğum... Ben normalde çocuğuma vakit ayırıyordum, pandemide ise vakit ayırmadım, beraber yaşadık. Bu normaldi. Benden sıkılabildi çocuğum; akşamları hep beraber mutfakta yemek hazırlayıp aynı sofraya oturuyorduk, sabahları beraber kalkıyorduk. Bu muazzam bir şey. Bu da bir taraftan aslında yapmaktan kaçındığım bir şey olduğu için yapmadığım bir şeydi. İşte modern hayatın bizleri getirdiği bir şey falan(!) Palavra... Aslında tercih etmediğim için bir bakıma, ama onu o zaman fark ettim. Ve öyle bir kapı açtı hayatımda bu süreç. Bunu aslında istediğimi ve sevdiğimi fark ettim. Şimdi tekrar onu tercih etmemeye geçtim. İşle ilgili çok daha öncelikli olduğunu düşünüyorum birçok şeyin şu an. Bunu ben yapıyorum ama hiçbir şey öyle olmak zorunda olduğu için değil. Ve o haletiruhiyeyi özlüyorum. Sanıyorum hayatımın geride kalan kısmında o duyguyu tekrar yakalamanın bir yolunu bir gün bulacağım.


Can Yayınları serüveni sizlere neler kattı? Şu an yayınevinin neresindesiniz?


Şu an yönetim kurulu başkanıyım. Anayasal sınırlarıma çekildim. Hiçbir şeye karışmıyorum. Yani, biz bu süreci çok uzun çalışarak tamamladık. 2016'da başladık, 2018'e kadar çok ayrıntılı, çok evhamlı bir çalışma yaptık. Çünkü ben yayın evinin genel müdürüydüm ama patron genel müdürdüm. Dolayısıyla benim çalıştığım alanın tanımı yeterince iyi yapılmamıştı ve benim kurumla ilişkilerim yeterince tanımlanmamıştı. Zaten vardım ve her yetkiye sahiptim. E bu böyle olmaz. Birtakım hedefler, birtakım amaçlar olması gerekirdi, ki zaten bunların yokluğu benim mikro yönetimdeki etkinliğimi de azaltıyordu. Buna başkası katılmayabilir, şahsi ve samimi düşüncemdir; makro yönetim, uzun vadeli planlama, genel stratejik planlamada kendimi oldukça iyi buluyordum ama mikro yönetim ve çok önemli bu, artık herkesin yaptığı işlerle ve bu süreçte birbirinin ilişkileriyle yakından ilgilenmek konusunda artık çok zayıf kalıyordum. Biraz kopmuştum aslında. Niyet olarak değil tabii. Hep çok ilgiliydim ama hayat bir şekilde sistemi koparmıştı. Ve böyle olmazdı bu. Bu işi artık benden daha iyi yapacak birisinin yapması gerekiyordu ve bunun koşullarının belirlenmesi gerekiyordu. Dolayısıyla genel müdür pozisyonunda yayınevinin performans kriterlerinde hedeflerini de, temel çalışma prensiplerini de planladık. Önümüzdeki beş yıl boyunca yayınevinin yapısal ve stratejik olarak nasıl gelişmesi gerektiğini çok ayrıntılı planladık. Sanıyorum elli ikiye yakın kriterde ölçümleme yapılıyor.

Yönetim kurulunda her şeyi tekrar planladık. Yönetim kurulu aslında zaten bendim. Böyle gidiyordu. Bununla beraber, yılda bir yapılan bir yönetim kurulu toplantısı var. Bu yönetim kurulu toplantısında yönetimin geçmiş bir yıllık performansının karnesi, performans raporları, denetim raporları geliyor ve ona göre değerlendirmeler yapılıyor. Ve bir sonraki senenin bütün planları onaylanıyor. Bu işin resmi tarafı. Bir de gayrı resmi tarafı var. Elbette şu an işin başındaki Ali Granit ile buluşuyoruz. Arada dertleşiyoruz. Yaptığı hiçbir işe asla karışmıyorum. Fikrimi sorarsa söylüyorum, bir de uzun vadede yayınevinin nereye gitmesi gerektiği üzerine sohbet ediyoruz. Katılımım bu.

Onun dışında, bırakmak gerçekten çok zorladı beni. Çünkü çok fazla insanla bire bir ilişkim vardı. Yayınevinde çalışanlar öncelikle benim ekibim olan ve beraber çalıştığımız insanlardı. Aramızda bir sadakat ilişkisi de oluşmuştu zamanla. Bu ilişkilerin hepsini teslim ettim. Bu noktada Ali Granit çok doğru bir insan, orada bir sorun yok elbette ama sanki böyle arkamı dönmüş gibi oldum bir sürü insana. O çok zor oldu. Bunu tek tek anlatmak, bunun neden gerekli olduğunu anlatmak... Yazarlar, çevirmenler keza... Oldukça zor oldu.

Bir de yayın piyasasında Can Yayınları ile ilgili çok dedikodu döner. Bunların hiçbirine cevap vermeyiz tabii. Çünkü cevap verdiğinizde bu sefer vermediklerinizi doğrulamış gibi oluyorsunuz. Mesela hala bu tip haberler çıkıyor. Geçen gün biri geldi ''Abi yayınevini satmışsın.'' dedi. Böyle çok haber çıkıyor. O dönem aslında benim yayınevini bırakmak istediğim, sıkıldığım, bıktığım, yurt dışına gideceğim, kaçacağım, artık yayınevini istemediğim gibi çok dedikodu çıktı. Şimdi bunun da böyle olmadığını yazarlara anlatmak gerekti. Çünkü bu da yayınevinde bir dağılma tetikleyebilirdi ve görev teslimi aşamasında yaşanacak olan bir dağılma da çorap söküğü gibi, belki çok büyük bir dağılma olmazdı hiçbir zaman ama, kötü bir iz bırakabilirdi. Ve bir de yeni göreve başlamış yönetimin korkunç bir başlangıç yapmasına sebep olabilirdi, ki bu da sonrasını çok kötü etkiler. Bunun olmaması için çok uğraştık. Ama teslim ettim artık.

Mesela yayınevinin bugünkü süreçlerine dair, yürütmeye dair soruları kabul etmeyip cevap vermememin sebebi de bu. O rolü üstlenmek istemiyorum. Çünkü üstlendiğiniz zaman oradan devam ediyorsunuz.

Bizde genellikle şöyledir Türkiye'de, yönetim kurulu başkanları yırtık dondan çıkar gibi her yerden çıkar. Bütün toplantılara katılır. Organizasyonlara gider, basın bültenlerinde mutlaka çok önemliyse mesele, imzası olur altta. Çok kritik açıklamaları da yönetim kurulu başkanları yapar. Aslında bu doğru değil. Sizin yönetim kurulu başkanını tanımamanız gerekir iyi işleyen bir organizasyonda. Genel müdür yeterlidir. Zaten bütün yürütme sorumluluğu onun üzerindedir. Dolayısıyla kurumu satmak gibi şeyler yapmıyorsanız yönetim kurulu başkanının pek konuşmasına gerek yok. Bunu uyguluyoruz. Bunun bir sene, iki sene, belki beş sene çok zor olduğunu bilmekle beraber uzun soluklu, kurumsal, bağımsız bir organizma oluşturmanın tek yolu olduğunu düşünüyorum. Ve ben oluştuğunu düşünüyorum artık. Hakikaten benim katılımım, katkım, rolüm olmadan artık Can Yayınları planladığımız hedeflerde, planladığımız ilkelerle yolculuğunu sürdürebilecek bağımsız bir organizma oldu. Ve çok mutluyum bundan dolayı. Tabii ki burada tek mesele sadece sistem değil, görev alan birtakım insanların rolü sistemden çok daha büyük. Çünkü ben uzaklaşmaya çalışırken organizasyonu teslim almaya çalışan da bir ekip var ve müthiş teslim aldılar işi. Ve en kritik şeydi bu.


Bu durum sizi rahatlattı yani?


Tabii. Yani ben bunu yapamayacağımdan korkuyordum. Sonuçta bana bağımlı olmaması lazım organizasyonun. Olamaz da zaten. Koskoca Can Yayınları bir kişiye neden bağımlı olsun yani. Benim başıma bir şey gelir, başka bir şey olur, Can Yayınları yine Can Yayınları. Ben gideceğim, başkaları gidecek ama yayınevi kalacak. Bunu sağlamak gerekiyordu. Bunu sağladığımızı düşünüyorum artık. Bundan sonra Can Yayınları hep var demek bu. Ne olursa olsun...


Yayınevi özelinde en mutlu ve en mutsuz olduğunuz anı hatırlıyor musunuz?


En mutsuz olduğum an... Yani babamın kaybını saymazsak... Mutsuz olduğum birkaç an var. Aslında beni en çok mutsuz eden şeyler hep benzer. Beraber uzun süre çalıştığım biriyle artık çalışmamam gerektiğini idrak ettiğim an. Öyle olmaması gerektiğini kabullenmeye çalışıyorum. Kendimi aksine ikna etmeye çalışıyorum. Ve hemen hemen hep aynı şey oldu. Böyle durumlarda direniyorum, aslında çalışmaya devam etmemizin daha iyi bir fikir, görünen ve düşünülen şeylerin aslında düzeltilebilir durumlar olduğunu düşünüyorum. Bir iki vaka dışında hep haksız çıktım. Ve yolları ayırmak zorunda kaldık. Bu çok yıpratıcı bir şey çünkü sonuçta bu bir iş kararı ama kurduğunuz ilişki iş ilişkisinden ibaret değil. Ve o kişinin sonuç olarak, evet herkes kendi kaderini tayin ediyor, doğru ama bir taraftan da hayatında birtakım izler bırakmış oluyorsunuz. Çok can yakıcı bir şey bu. Beni en mutsuz eden kararlar hep bunlar oldu. Birilerinden ayrılmak.


En mutlu eden... Çok an var. Bir tane sayamam. Ben çok sık, küçük küçük şeylerle çok mutlu olurum. Aklıma gelen, her şeyi ezen bir tane mutlu anım yok.


Erdal Öz'ün oğlu olmak nasıl bir duygu? Bu sabitliğin hayatınızda zorlaştırdığı ve kolaylaştırdığı durumlar nelerdir?


Şimdi... Erdal Öz'ün oğlu olmak diye dışarıdan baktığında sorduğun şey müthiş bir şey. İçeriden baktığımda ise yer yer çok iyi, yer yer çok kötü. Ama Erdal Öz'ün olmak değil tabii. Babam olan Erdal Öz'ün oğlu olmaktan bahsediyorum. Çünkü çok çalkantılı bir hayat yaşamış bir adam babam. Çok zor şeyler geçirmiş. Ve çok ciddi bunalımları olan, hayatla ilgili çok derdi olan bir adamla birlikte yaşıyorsunuz. Bunun neden böyle olduğunu idrak etmem biraz geç oldu. Üniversite yıllarında oldu. İdrak edene kadar tabii anlam veremiyorsunuz birçok şeye. Yani, zaman zaman mesafeye, zaman zaman sinirlenmelerine, zaman zaman böyle kapanmasına, yok olmasına anlam veremiyorsunuz. Dolayısıyla zor bir şeydi o yaşta bir çocuk için. Bugün ise şöyle düşünüyorum ben: Erdal Öz inanılmaz bir adam. Yani her açıdan inanılmaz bir adam. Olağanüstü etkileyici bir adam. Ve müthiş izler bırakmış Türkiye'de. Bir de Türkiye'nin bugün yaşadığı şeylere baktığınız zaman önemi daha da artıyor bugünün çerçevesinde çünkü 50 kuşağı yazarlarından bu adam...

Türkiye bugün Orta Doğu bataklığında değilse bunun en önemli sebebi dildir. Kendi dilimiz olması ve kendi dil kültürümüz olması daha doğrusu. Sadece alfabe ile açıklanabilecek bir şey değil bu. Ve Hasan Ali Yücel'le, Köy Enstitüleri'yle başlayan bu akımın aslında topluma sanatla yayılmasını sağlayan ve kendi sanatımızla yayılmasını sağlayan en önemli iki akımdan bir tanesi. İkinci Yeni ve 50 kuşağı edebiyatçıları.

Ve ikisinde de rolü var Erdal Öz'ün. Bir taşıyıcılık üstlenmiş. Ve sonra kitabevi de açmış, yazılar da yazmış; şiirler yazıp, beğenmeyip hepsini yok etmiş, ondan sonra maalesef siyasi bir boyuta düşmüş hayatı, hapiste Deniz Gezmişlerle birlikte yatmış, ardından onların hikayesini yazmış...

Bu süreçte müthiş eserler ortaya çıkarmış ama aslında bir taraftan bu onun dille ilgili mücadelesini biraz sekteye de uğratmış. Başka bir kavgaya girmiş çünkü. İyi ki girmiş, o konu ayrı. Ya da kötü olmuş diyemem çünkü müthiş şeyler çıkmış ortaya. Sonra işte önce Cem Yayınları'nda ve ardından Can Yayınları'nda devam ettiriyor mücadelesini.

Yani bugün bizim Orta Doğu bataklığında, bütün yaşanan saçmalıklara rağmen, olmamamızın sebeplerinden birisi bu adam da... Yani rolü var. O kadar önemli bir sorumluluk ki bu adamın mirasını devam ettirmek.

Mesela, abi ben her şeyin içine ettim deseydim, çok zor olurdu. Ömrüm boyu beni ezecek, omuzlarımın ve kafamın üstünde bir yük olurdu bu. Öyle hissetmiyorum. O yüzden çok önemli bir görevi yerine getiriyormuşum gibi, bazen belki abartıyorum kendi kendime ama, çok iyi bir duygu...


Bu sabitliğin hayatınızda zorlaştırdığı ve kolaylaştırdığı durumlar oluyor mu peki?


Tabii. Bir kere hayata Erdal'ın oğlusun diye başlıyorsun. Bu tabii ki çok şeyi kolaylaştırıyor. Bir sürü insan, bu kim lan, diyecekken size ilgi gösteriyor ve belki sahip çıkıyorlar. Onun miras bıraktığı birtakım dayanışma da var çünkü.

Örnek vereyim mesela, babam vefat etti, 6 Mayıs 2006 Cumartesi günü, 8 Mayıs Pazartesi günü ben işe gittim. Niye gittiğimi de bilmiyorum ama kimse gitmediği için, oraya da bir sürü insan gittiği için gittim. Ne yapacağımı da bilmiyorum. Hiç unutmuyorum, ertesi gün Kenan Kocatürk ve Metin Celal sabah, ben yayınevine gittiğimde oradaydılar. Ve dediler ki "Can, bir anma günü organize etmemiz lazım. Biz yapıyoruz, sen hiçbir şey yapma, biz her şeyi hallediyoruz," dediler ve yaptılar. Bu o kadar büyük bir dayanışma ki... Tabii benimle değil, onunla dayanışıyorlar aslında ama siz de o dayanışmadan bir destek almış oluyorsunuz. Sizin hak ettiğiniz bir şey olmamasına rağmen... Bu durum devam etti haliyle. Babama kıymet veren insanların dolaylı olarak bana da biraz sahip çıkmalarına sebep oldu hayatta, ki bu inanılmaz bir şey. Bırakabilecek en değerli şey bence hayatta...


Çocukluğunuzdan hatırladığınız ve babanızın vesilesiyle temas kurduğunuz yazarlar var mı? Babanız kimlerle sık görüşürdü ve bu konuyla ilgili ilginç bir anınız var mı?


Yok. Yani evde olmazdı babamın ilişkileri. Babam genellikle Çiçek Bar'a giderdi. Evde ağırlama sevmezdi pek. Çiçek Bar'a bir yaştan sonra, bir dönem gittim. Ama tabii ben 17-18 yaşlarından sonra artık evden ayrıldığım ve ondan sonra bir daha dönmediğim için o ilişkiler biraz koptu tabii. 16-18 yaşlar arasında arada birkaç kez gittim Çiçek Bar'a ve bu müthiş bir şeydi. Orada o insanlarla tanışmak...

Eve ziyarete gelen, benim en küçükken hatırladığım, Zülfü Livaneli vardı. Gelirdi, saz çalardı bizim evde. Ama sonra koptular onlar, araları bozuldu galiba. Çok olmuştur öyle. Yani gelen giden, sonra arası bozulan, bir daha gelmeyen çok kişi olmuştur. Orhan Pamuk, Ahmet Altan gibi birçok insan gelip gitti yanımıza. Ama zamanla birçok kişiyle arası bozuldu babamın.


Annenizin de ilgi çekici bir hayatı olduğunu duymuştum. Biraz bahsetmek ister misiniz?


Annem çok ilginç bir kadındır. Babamla birbirinden çok farklılar bir kere... Annem İpekçi ailesinden geliyor. İpekçi ve aslında Yen ailesi. İşte Ali Sami Yen, Şemsettin Sami... Oradan geliyor. Diğer taraftan Erer ailesi... Raşit Erer, büyük babası, Osmanlı'nın son maliye nazırı. Ama hiç rüşvet kabul etmediği için hep sürüldüğünü dinliyoruz biz. Tabii ki biz bilemiyoruz hikayeleri ancak güzel anılan bir adamdır. Galatasaray Üniversitesi'nde tarih profesörü... Böyle birtakım acayip acayip, filmde izleseniz bunlar nasıl insanlar diyeceğiniz insanlar... (Gülüşmeler)

İpekçi ailesinin hikayesi de ilginç, çok zengin bir aileler, kardeşler birbirine düşüyor sonra. İpek ticareti ile başlıyorlar, sonra sinema işine giriyorlar. Sonra ise bütün paraları batırıyorlar. Onlar paraları batırırken birbirlerine girdikleri dönemden biraz önce annem de babasıyla ters düşüp evi terk ediyor ve Ankara'ya taşınıyor. Orada tur rehberliği, sekreterlik vs. yaparak kendi kendine

yaşıyor. Hayatına öyle devam ederken, babamla tanışıyorlar bir gün.

Babamla tanıştıkları gün Zeynep Köksal'ın evlerinde bir davet var. Davette babam, Zülfü Livaneli, annem ve birkaç kişi daha var. Bunu Zeynep Köksal hep anlatır. Bir ara, Zeynep Köksal da mutfaktayken, Zülfü Livaneli'nin yanına gidiyor ve "sakın bak, o kadınla ben ilgileniyorum." diyor babam Zülfü Livaneli'ye. Ondan sonra bir noktada babam Saman Sarısı'nı okuyor anneme.

Sonra tabii, annem o dönem ev arıyor, babam ona yardımcı oluyor ve buluşmaların ardından ilişki başlıyor. Çok alakasız iki insan... Feci şekilde aşık oluyorlar ama ikisi de hiç teslim olmuyor birbirlerine. O yüzden çok gerilimli bir ilişkiydi. Benim bütün hayatım onların ilişkilerinin gerilim ve gelgitleriyle geçti. Böyle ilginç insanlar işte...

Annem Can Çocuk'un yayın yönetmenliğini yapıyor şimdi. Çok meraklı bir kadındır. Çok okur. Durmadan okur. Bol bol okur ve bol bol çekirdek yer. İpekçi'den çıkıp bambaşka biri olmuş yani. Başka bir hikaye yazmış. Öyle... Annem olduğu için söyleyebileceğim çok fazla sevgi sözcüğü var tabii ama onu burada söylemeyeyim şimdi. Manasız kaçar. Röportajı okursa onu çok seviyorum.


Socrates Dergi hakkında neler söylemek istersiniz? Sizin için anlamı nedir?


Böyle, bir cümlede cevap vermek hiç aklıma gelmemişti şimdiye kadar.

Anlam zamanla değişti. Benim için başta bir arkadaşımın önerdiği, ufuk açıcı, zaten yapılamadığından şikayetçi olduğum birtakım işlerin yapılmasına destek olmaktı ilk başında. Bağış Erten, Caner Eler, İnan Özdemir, Onur Erdem, İlhan Özgen... Bu insanların projesiydi. Ben elimden geldiğince yardımcı oldum sadece. Biraz çevresini oluşturdum kendimce. Onlar kendi yaptıkları işi yaptılar. Ama zamanla tabii çok iç içe girdik. Ve iş başka bir boyut kazandı. Şimdi, Türkiye'de spor medyasında görmek istediğimiz her şeyi kendi başımıza yapmaya ve gerçekleştirmeye çalıştığımız bambaşka bir işe dönüştü. Ve öyle de devam ediyor.


Socrates Dergi ile ilgili en büyük hayaliniz nedir?


Onu söylemem. Çünkü korkar millet... (Gülüşmeler)


Şu an yaptığınız işler dışında yapmak istediğiniz veya gerçekleştirmek istediğiniz bir hayaliniz var mı?


Şimdilik yok. Birkaç sene Socrates'le yapacağım çok iş var. En az üç sene. Ondan sonra zaten bir sürü plan var. Onların hepsini yaptıktan sonra ya Socrates ile ilgili yeni planlar, hayaller ortaya çıkacak ya da başka bir şey. Onu zaman gösterecek. Bende çok spontane olur bu işler. Şu an birçok planım var ve hepsini gerçekleştirmeye gayret edeceğim.


Can Öz'ün okuma listesi neye göre şekillenir? Okumak için kendinizi sorumlu hissettiğiniz metinlerin dışında neler okursunuz?


Bilim Kurgu çok okuyorum. Kurgu dışı çok okuyorum. Yurt dışından çok fazla kitap getirtiyorum. Türkiye'de mümkün olduğunca kitaplardan kaçıyorum. Çok fazla gönderiliyor çünkü. Artık ayırt edemiyorum yani. Ama okuyorum işte... Kurgu dışı kitapları saymazsak en son Can'dan çıkan Delibo'yu okudum. Ve çok beğendim. Gerçekten çok iyi yazılmış bir kitap. Ona da ayrıca çok sevindim çünkü hakikaten edebiyatın çok iyi bir döneminde Can'a geçmiş olması da beni çok mutlu etti. Öyle...

Şunu da ekleyeyim: Mesela Yeni Medya 451 diye bir podcast yaptım ben. O podcast Yeni Medya'nın hayatımızdaki yeri, kötü etkileri ve riskleriyle ilgili bir podcast. Orada bir yeni medya merakına girdim ve o konuda çok yoğun kurgu dışı okuyorum epeydir. Podcast bitti ama merakım devam ediyor. Ne bulursam yiyorum resmen. Ben dönem dönem böyle bazı alanlara ilgi duyuyorum ve onunla ilgili ne bulursam okuyorum. Bir dönem bilim kurguya feci sardım tekrar. Ve oturup tekrar okumaya başladım. Çok hareketli, zıplayan bir okuma alışkanlığım var yani.


Sizin için bir edebiyat metninin nitelikli sayılabilmesi için hangi ihtiyaçları karşılaması gereklidir?


Buna hiçbir zaman cevap veremiyorum. 'Hangi özelliklerden kaçınılması gerekir'i çok rahat söylerim ama...

Şu bence çok önemli, hikayeyi nasıl anlatırsa anlatsın eser sahibi, bambaşka bir hikaye anlatsa bile aslında çapayı bir yere attığını ve sizin o çapaya bir şekilde hep bir yerinizle, küçük serçe parmağınızla da olsa tutunduğunuzu, hikayenin sizi taşıdığını hissettirmek gerekiyor. Onu çok kaçırıyor yazarlar genellikle. Bazen bunu çok değişik yöntemlerle yapıyorlar; bazen geçişlerle, geri gidişlerle, ileri gidişlerle yapıyorlar ama bir noktada siz yine de onu hissediyorsunuz. Siz bir ipe tutunuyorsunuz.


İkincisi, tabii çok kötü metinleri falan hiç saymıyorum, söylemeye gerek yok. Çok zor bir şey bu. Karakterlerin gerçekçiliği. En iyi yazarların bile yazamadığı karakterler var. En iyi yazarların bile bazı karakterleri iyi yazamadıklarını biliyorsunuz. Her karakteri çok iyi yazamazlar elbet ama en azından hikayeyi taşıyan karakterlerle ilişki kurmamız gerekiyor ve bunu beceremediğimiz çok oluyor. Çok iyi yazarlarda da oluyor bu maalesef. Benim için en önemli iki konu bunlar. Düzgün cümle kurmayı vb. temel konuları hiç saymıyorum tabii.


Can Öz: Peki sen ne diyorsun?


Bektaş Şenel: Ben her şeyden önce bir edebiyat metninden hikaye bekliyorum. Bir derde tutunmasını; bu dünyaya, benzerleri söylenmiş olsa bile -aksi pek mümkün değil çünkü- bir söz getirmesini bekliyorum. Hikayenin beni bir yerimden yakalamasını, bir noktada, küçük de olsa içimde bir dank sesi uyandırmasını arıyorum. Edebiyatta önemsediğim temel nokta burası aslında. Bir şekilde bir duyguyla ya da hikayeyle hemhal olabilmek... Yazanının bunu bir şekilde başarabilmiş olmasını önemsiyorum.


Can Öz: Ya bir de şunu hissediyorsun: bir yazarın eserlerini kronolojik olarak okuduğun zaman, bir kere ne kadar uzaktan ve romantik bakarsan bak, yazarın geliştirdiği bir kurnazlığı tespit ediyorsun. Anlıyorsun. Ve bunlar ayıp değil. Teknik tarafları olan ve öğrenilen bir iş. Şu çok önemli: yazarın kendi kullandığı tekniklere hakim olduğunu, sen aslında o teknikleri okurken o kadar iyi fark etmeyerek anlıyorsun ya, bu bana çok kıymetli geliyor. Öbür türlü o küçük teknikler yer yer biraz koparıyor seni metinden çünkü. O da beni çok etkiliyor. Ama sürekli aynı şeye geliyoruz hep. Sonuçta seni içinde tutuyor mu tutmuyor mu hikaye, bu önemli. Özetle şu iki konu çok önemli benim için: Birincisi, bir yerde bir hikayenin hep var olması gerekiyor. İkinci olarak benim karakterlerin gerçek olduğuna inanmam gerekiyor.


Bektaş Şenel: Karakterlerin motivasyonlarına hakim olmak, okurken tutarsız bir nokta hissetmemek önemli tabii.


Can Öz: Kesinlikle.



Türkiye'de yayıncılık piyasasını nasıl buluyorsunuz? Genele hakim olan algıyla ilgili neler söylemek istersiniz?


Türkiye'de yayıncılık piyasasıyla ilgili tonla olumsuz şey söyleyebiliriz tabii. Söylenecek çok şey var ama Türkiye geneline bakıldığında yayın piyasasının oldukça iyi durumda olduğunu düşünüyorum. Yani, bugün Türkiye'de ''ne olabilirdi ve ne durumda?'' sorusuna baktığınızda... Mesela Can Yayınları... Şu an Türkiye'nin hacim olarak en büyük yayınevi. Ve bu anormal bir durum. Çünkü Can Yayınları bir edebiyat yayıncısı. Ama aslında anormal değil işte. Çünkü ülkede bütün kurumlar, bütün sektörler, bütün alışkanlıklar yıkılıp deforme olurken yayın piyasasında Türkiye'nin geleneksel yayıncıları yayın politikalarını korudular. Bozulması gerekirdi normalde. İkincisi, büyük oranda pozisyonlarını korudular. Bunların arasında sermaye yayınları da var. Sermaye yayınlarının varlığının olumsuz taraflarından bahsedebiliriz, o ayrı bir tartışmanın konusu ama bu yayıncıların da yayın politikalarındaki nezaketi ve zarafeti ısrarla korumalarının büyük bir önemi var. Yani, sermayenin buna ihtiyaç duymasının bir sebebi var. Bu da ülkedeki okur profili ile ilgili bize bir şeyler söylüyor.

Bugün Türkiye, geçmişindeki kitapları arayıp bunları biraz sembolik bir şekilde kültleştirirken, seçilen kitapların Sabahattin Ali kitapları olması da bir şey ifade ediyor. Bambaşka şeyler de seçilebilirdi. Dolayısıyla, -okurlarla beraber, sadece yayıncılar kendi başına değil- yayın piyasası Türkiye'de kendini hala zarif bir mesafede korumayı becermiş, geleneğini sürdürebilen, taşıyıcı görevini hala yürütebilen, çok iyi durumda bir sektör diye düşünüyorum. Sabaha kadar sayabileceğim tüm problemlere rağmen... Çok kıymetli o yüzden. Değerini bilmek lazım. Can Yayınları adına söylemiyorum bunu; memleketin kendi piyasasının, Türkiye'deki yayıncıların kıymetini bilmesi lazım. Türkiye'de bugün yeni bir yayınevi çıktığında, iz bırakabilme ihtimali olan bir yayınevi olasılığı taşıyan bir yayınevi çıktığında, (Jaguar, Siren vb. gibi) devam etmesi, ısrar etmesi çok değerli. Ve önemli yerler oluşturmaya başladılar. Bu çok kritik ve önemli bir durum.


Burada okurun anlamlı bir desteği var mı peki? Yani okur da gereken hassasiyeti gösteriyor mu sizce?


Bence öyle. Çok ciddi oranda sahip çıkıyorlar yayınevlerine. Fark edilmiyor bu. Türkiye'de şöyle bir hastalığımız var:

Birtakım sorunlarımız var ülkede ve sürekli çok şikayetçiyiz. Ve bunların değişmesi için siyasi değişim gerekiyor gibi görünüyor. Türkiye'de olan olumlu herhangi bir şeyin siyasi değişim sağlamaya doğrudan etkisi yoksa onu görmezden gelmeye başlıyoruz. Eğer siyasi değişim sağlamıyorsa o gelişme, bizim için o kadar önemli olmuyor. Halbuki önemli.

Siyasi değişim olacak, sonra bir daha olacak, sonra bir daha olacak. Değişim hep olacak zaten. Ama siyasi değişimle alakası olmayan alışkanlıklar kalıcı olanlar olacak. Okuma alışkanlığı bunlardan bir tanesi. Yayınevlerinin sahiplenilmesi bunlardan bir tanesi. Yarın bu sohbeti birisiyle ettiğimizde birisi gelip bize şey diyebilir: ''E böyle de ama öyle de bunlar bunlar da var.'' Bunun bir önemi yok. Hayatımızdaki her şeyi düzeltme sorumluluğuna sahip olmasına gerek yok bunun gerçekten çok önemli olması için. Bu çok önemli. Hayatımızı çok ciddi oranda, uzun vadede de kısa vadede de çok etkiliyor; gözle görülür, elle tutulur olmasa bile. O yüzden değerini bilmek lazım.



Not: Ses kaydında yaşanan bir problem nedeniyle aşağıdaki birkaç sorunun cevabını aklımda kaldığı kadarıyla bizzat yanıtlıyorum.



Sizce ülkede yetenek eksikliği mi var yoksa imkan eksikliği mi?


Kesinlikle imkan eksikliği... Bizim burada insanlar ayaklarına bağlı kocaman yüklerle yapıyor yaptığı birçok şeyi. O yüklerden bir kurtulabilse neler neler yapacak insanımız.


Kitabını bastırmak isteyen bir yazar adayına nasıl tavsiyeler verirsiniz?


Mümkün mertebe fazla yayıncıya ulaşsınlar, ısrarcı olsunlar. Dosyalarını kendilerine uygun olan her yere göndersinler ve sürecin takipçisi olsunlar.


Genç yazarlara mutlaka okusunlar dediğiniz, aklınıza ilk gelen yazarlar/kitaplar nelerdir?


Özellikle yerli edebiyatı okusunlar. Edebiyatı kronolojik olarak takip etmeye özen göstersinler. Dilin nasıl geliştiğinin ve değiştiğinin farkına varmak için bu çok önemli. Yukarıda Sabahattin Ali'den bahsettiğimiz için bu iyi bir örnek olabilir. Mesela Orhan Pamuk okusunlar ve Orhan Pamuk'u eleştiren yazarı da okusunlar. İkinci Yeniciler, 50 kuşağı edebiyatçıları hem dilimiz hem de edebiyatımız için çok önemli.


Burada kayıt normale dönüyor. :)


BuBi' Sanat hakkında neler düşünüyorsunuz?


Burada gönüllülük esasına dayanan bütün işlerde olduğu gibi bir tehlike var. Bir tuzak. Ve ona düşmemek çok zor. Çünkü sen çok fedakarca bir şey yapıyorsun. Fedakarca bir şey yaptığında aslında motivasyonunun bazen başkalarına iyilik yapmak olduğunu da kendine söylüyorsun. Başkalarına iyilik yapmak motivasyonu da çok zehirli bir şeydir. Çünkü aslında hiçbir zaman karşılığını alamazsın. Dolayısıyla bu durum seni, aslında karşılığını alamadığın bir fedakarlık yaptığın duygusuyla baş başa bıraktığı için zaten işini yapmaya bir noktada devam edemezsin. O yüzden, gönüllülük esasına dayanan bir iş yapılıyorsa, mümkün olduğunca başkalarının iyiliğinden ziyade, onu yapmak istemen ve nasıl yapmak istediğin konularına odaklanmak lazım. Yani kendi zihninin bu işle ilişkisini ayakta tutmak istiyorsan... İstemiyor da olabilirsin, o da ayrı tabii. O da senin bileceğin iş. Ama yani en önemlisi, sanat insanlara yapılan bir iyilik falan değil, bir ihtiyaç. İhtiyacı olan alır, olmayan almaz. Kimseye zorlayamayız bunu. Sanatla ilgili bir şey yapmak da bizi daha ulvi, daha önemli bir yere koymuyor. Bunu kabullenmek bazen zor. Aslında hayatımızda, etrafımızda daha fazla sanat olsa, sanatın kıymeti daha çok bilinse daha iyi bir hayat yaşayacağımızı hepimiz biliyoruz. Bunu bildiğimiz için bu çelişkide de bazen kendimizi yukarı bir yere koyuyoruz ama orada değiliz. Bunu idrak etmek çok zor, imkansıza yakın bence...

Bugün yaşadığımız hayata ve etrafa baktığında zaten ayrımı yapıyorsun aslında. Ama bu çok tehlikeli bir şey işte. Çünkü yaptığın işi yapmaya devam edemiyorsun. İnsanlara öfkeleniyorsun, motivasyonunu kaybediyorsun. Ve devam etmemiş oluyorsun, yazık oluyor yani. O yüzden birilerine iyilik yapılmış olunabilir elbette ama onun salt bir amaç olmaması lazım bence.



Röportaj: Bektaş Şenel

Görsel: sinematurk.com