Hayasız bir ateşin içinde kavrulurken ruhum yaşadıklarım bu dünyanın başka bir gezegeninin cehennemini andırırcasına harlıydı.

Ateşin gölgesi olmazmış ondandır insanın içindeki yangının gizemi. Belki yalnız doğmadım ama yalnız yaşlandım.

Yüzlerce mezar taşı bir o kadar da mezarsız ağıt büyüttüm içimde. 

Benim ben olmam için bende eksik olanlar gazel misali kopuverdi dallarımdan.

Kabullendim; yaprak sıkılınca ağaçtan bahane olurmuş son bahar.

Nefes aldıkça sızlayan bir yara var içimde sessiz soluksuz kalmam ondandır.

Acıları kanıksadı yüreğim;  zaten o ilk acıyla ölmediğim için çok gücendim hayata.

Kendimi acılara teslim ettiğimde anladım; ölünmüyordu, Ölünemiyordu..

Notredam’ın kamburu misaliydi sırtlandığım yük ve ben çığlıklarımı kör bir karanlığa astım, katliama uğramışcasına umutlarımı toplu bir mezara gömdüğümde oldu.

Bazen yaşadığım şeylerin  son kez yaşayacağım şeyler olabileceğine düşledim ama yine de ölmedim, ölemedim.

Oysa ben ve ruhum ne kadar çok öldük, ne kadar çok…

Oysa nerede bir can yanarda orada olurdu yüreğim.

Gah isa olur çarmıha gerilirdim yada musevi olur gaz odalarında kavrulurdum.

Gah Filistinli olurdum kutsal topraklarda zulme uğrayan ya da elma kokan ölümün  çaresiz kurbanı olurdum halepçe meydanlarında, Alevi olurdum Kerbela’da mesela… Mesela

Çingen olurdum o kavruk dışlanmışlıkla bazen Olimpos kartallarının pençesinde bir ceylan, bazen şahin olur süzülürdüm dağlarda.

Gah özgürlük şarkısı olurdum kör zinlanlarda,

Gah aşka dair bir tını olurdum yasak aşklarda…

Gayrimeşru bir çocuğu benliğimdeki sızı gibiydi ruhum, oysa; hafif meşrep bir kadının dudaklarımdan dökülen şuh bir kahkaha olsam güzel olurdu mesela..

Ben ki Ninova’nın yarım kalan türküsüydüm söylenen, kalleşçe vurdular beni şafağında nevroz’un, ne bir martının çığlığı ne de güneşin doğuşu yalamadı yüzümü bir kadını severcesine ürkek ve çekingen. Oysa ben azığımdaki son kırıntıyı da katık etmiştim umuda…

Direnmek mi yaşamaktı yoksa yaşamak mı direnmek bilemedim.

Duygularım med-cezir misali gel gitlere gebe.

Üzerimdeki ölü toprağını atmam gerek, yeşertmem gerek yaşama dair ne varsa, bu günüm geçmiş günahlarımın bakiyesi misali arzı endam ederken hem de masum bir çocuğun gülüşünün içinde unutulmak isterim mesela.. mesela bir annenin zılgıtında savrulmak isterim rüzgara veya kederinde gark olmak o annenin. Genç kızların sevdasında gömülmek isterim mesela. Ne var ki hayat kendi kusurlarına avukat benim kusurlarıma yargıç oldu. Oysa ben Mezopotamya’ydım; annelerin kadersizliği kızlarının çeyiz sandığına kaldırılırdı bu topraklarda.

Bir yanım güneşe bakarken bir yanım karanlığa dönüktü dışlanmış ezidi misali ve ben dokunmadan sevmenin mümkün olduğunu o an öğrendim o kadar tezata rağmen hem de kemiklerimi kıra kıra. Zalimin zulmü konusu gibi sergileniyor mülteci ruhum bedenimde. Gitmek mi zor kalmak mı, ölmek mi zor yaşamak mı çığlığıyla ve de kelimelerin tüm tanrısallığıyla haykırırken yüreğim, haberin olmadan ve kimsecikler görmeden yüreğini kuytulara saklamışım, beni yaşım büyütmedi acılı hislerim büyüttü senin içinde. Yüzünü bana çevir ey umut, kötülükler aklımın coğrafyasına hücum ediyor ama benim sana sarılmak dışımda hiç bir mevzim kalmadı…

Zulüm bizdense ben bizden değilim…