2020 ocağın son günü, imzada son sıradayım; son kez sarıldım kavukluya son kez sarıldığımı bilmeden. Masada Münir Özkul’un gülerken ağlatan soluğu... Ona bakıyor, gülüyor ustamdı diyor. Samsun’dan uçarak gelmişiz Münir Özkul’un portresiyle… Hemşehrime diye imzaladı, bir de teşekkür notu yazdı, Ferhantoloji’nin içine. Ses Tiyatrosu boşaldı boşalacak. Kolunda Münir Özkul’un portresi, ağır ağır kalkıyor masadan. 2900 küsur kere oynadığı bir dünya rekoru oyununun son temsillerinden biri olduğunu bilmeden bir defa daha icra etmiş olmanın haklı gururu içinde kulise doğru fuleli adımlarla ilerliyor. Ve çıkıyorum Ses_1885’in kapısından.


***


2018’in son ayları, sabah bir deneme sınavı, akşam bir deneme sınavı. Cumhur, başbakan ve her şeye bakanın emriyle zart diye değişmişti ya üniversite sınavları. İşte böyle kaosmatik günlerde, Samsun’dan Beyoğlu’na düşüyor iletimiz. Kavukluyu memleketine çağıran hafif de sitem içeren bir davet bu. Yakın zamanda Samsun turnesi planı olmadığı tiyatro müdürü tarafından iletiliyor bendenize. Bu dava burada kapansaydı şimdi bunları yazamazdım sanırım. Ardından turne isteğimi yineliyorum, bu sefer kısa dönem sessizlik.


Dershaneden gelmiştim, yorgun ve yarı uykuluydum. Kargocunun zile basmasıyla irkildim. Gönderen Ortaoyuncular lafından sonra bir akşam üstü uykusundan değil de sanırım yıllar süren uykumdan uyandım. Usta onu memleketine çağıran beni sessiz bırakmıyor, el yazısıyla doldurduğu pakete kitaplarından bir demet yapıyor. Hepsini adıma imzalayarak, kendi adında antetli kağıda bir güzel not yazıyor, onu da Haldun Taner Kabare’nin içine koyuyor. Evde tepiniyorum, evdekiler şaşkın. Masamda yerimi alıyorum, başlıyorum bir güzel okumaya. Denemeler umrumda değil. İkibinonsekiz can çekişmekte, ikibinondokuza üç var. Kazancı Yokuşu’nu okuyorum. Bütün karakterler eve doluşuyor. Güzel güzel okurken, kitabın devamını merak ederken hiç de beklemediğim bir sonla, dan diye bitiyor kitap. Ondan sonra anlıyorum ki hiç tahmin edilemeyenlerin, hiç beklenilmeyenlerin ustası şeref veriyor dünyama… 


Zaman nasıl geçti hatırlamıyorum. Artık eski oyunlar izlenilmiş, eksik kitapları tamamlama gayretine girişilmiş. Bu arada üniversite sınavına iki ay var. Bir ilan: “Ferhangi Şeyler Turne Takvimi.” Nisan’ın on altısı Canik Kültür Merkezi… Üniversite sınavı mı?... O bekleyebilir…


Merhaba hemşehrilerim diye giriyor sahneye, bir özlemin neticesi o akşam Samsun’da. Peki Samsun ustanın defalarca geldiği Samsun’mu? Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkılacağı söyleniyor. Ferhangi Şeyler repliklerinin duvarlarına yapıştığı Konak Sineması zaten yıkılmış. Gündeste’de bahsettiği Mecidiye’den, Çiftlik’ten eser kalmamış. Çarşamba’da baba yadigarı evini apartmanların arasında bulamamış. Ben olsam, ben de hatırladığım gibi kalsın isterdim memleketim.


Oyun ayakta alkışlarla son buluyor. İmza’da öpüyorum elini, dünya gözüyle bir kavukluya sarılabilir miyim diyorum. Gönderdiği mektubu gösteriyorum. Bu ilk karşılaşmamız, gel sarılalım diyor gülerek, sarılıp elini öptükten sonra Şahları da Vururlar’ı ve bir sürü kitabını daha imzalıyor, vedalaşıyoruz. Yepyeni bir pencere açılıyor beynimde.


Sınav bitiyor, hem ustayı hem tıp fakültesini kazandığım o meşhur dönem bitiyor. Yaz geliyor, sıkılmışız bok beyaz okul kitaplarından başka kitaplar okumanın derdindeyiz. Şu an kitaplığımın en üst rafında bulunan Ortaoyuncular Yayınları’nın yirmi küsur kitabı Türkiye’nin çeşitli sahaflarından, baskısı olanlar Ortoayuncular Tiyatrosu’ndan temin ediliyor. Bir uzun yaz içinden Ferhan Şensoy geçen…


İşte o yaz her zamanki gibi Alaçam’da değildim. Bir düş yolculuğuna çıktım çok uzun geceler lüks mevki trende, tren arkadaşım Ferhan Şensoy. Önceleri Haldun Taner’i tanıdım. Türk tiyatrosunun can damarı, kes yapıştırın mucidi saydambantlayan Haldun Taner’i. Her akşam bir demet gülle tiyatroların kulislerini ziyaret eden, güller dağıtan ustanın hocası Haldun Taner. Bir demet çiçeğini de bizim eve bıraktı. Devamında Mektebi Sultani’den, gözünde şişe dibi gözlükler olan Tahir Alangu’yu tanıdım. Bazılarını daha yakından tanıdım, Sait Faik’i, Turgut Uyar’ı…


Ne vizemiz vardı ne pasaportumuz. Geçtik sınırı. Boris Vian sınır kapısında atladık arabasına. Caz dinliyoruz. Hafif zurna, gayet gizlice az biraz caz tükürüyoruz mezarlara. Uzun zamandır bekliyormuş bizi zaten. İlk durağımız Samuel Beckett, bir rönesans yaşanıyor beynimin içinde. Usta onlarla daha iyi konuşuyor, benim atladığım kelimeler var, ayrıca Fransızcam yok. Gogol görünüyor, akabinde Diderot ve çılgın Karl Valentin. Çadır tiyatrosunda bir garip yönetmen Jerome Savary. Orası senin, burası kimin derken atlıyoruz okyanusları; çok yunusları, Kanada’dayız. Bu sefer Nazım Hikmet de bulunuyor bizimle. Daha bir seviyorlar bizi. Şu Gogol Delisi…


Bitmeyecek bu yolculuk derken Çarşamba’ya çok benzeyen içinden ırmak akan Strazborg’a uğruyoruz. Hasret giderip dönüyoruz ülkeye. Ustanın kafasında bir düş var, onu gerçek kılmak istiyor. Ona, Kanada’da gel vatandaşımız ol, al bu binayı, senin tiyatron olsun diyorlar. Vizelerin en alasını veriyorlar. Reddediyor ben Çarşamba’ya turist olarak gidemem diyerek. İşte burada daha bir şekilleniyor macera. Açlık ve sefalet günleri başlıyor, o Fransa’dan gelen çocuk olarak tanınıyor ülkede. TRT’ye kimi skeçler yazıyor, kimi tiyatrolara oyunlar yazıyor. Haldun Taner’den icazet alarak farklı tiyatrolarda çalışıyor. Devekuşu Kabare’de skeçleri oynanıyor. Ayfer Feray’la Anadolu’yu tanıyor. Ben de gece gündüz hareket halindeyim onunla. Bazen turne minibüsünü kullanıyorum. Bazen ağlayan çocuk oluyorum. Bazen Papirüs’te kendi halinde oturan biri. Gel zaman git zaman yeni kişiler tanıyorum. Mesela malulen emekli, ani zararsız şizofren, denizci astsubay, nevi şahsına münhasır benzersiz çok acayip bir oyuncu olan Özcan Özgür’ü. Bir gece Özcan Özgür çorbacıdan sandalyeyi kapıyor. Soluğu Taksim Meydanı’ndaki Atatürk Heykeli’nde alıyor. Mustafa Bey yıllarca ayakta durdunuz buyurun oturun diyor… Çok efendi adam Özcan… Derken Baykal Kent çıkıyor karşımıza, sürekli avans istiyor. Zil zurna dolaşıyor ortalıkta, en olmadık yerde sızıp kalıyor…


Usta artık başka tiyatrolara oyun vermekten bıkmış, kendi tiyatrosunu kurmanın derdinde. Şahları da Vururlar’ı yazmış. Divan pastanesinde onu büyük bir sabırla dinleyen Hocası Haldun Taner’e beğendiriyor oyununu, onun mükemmel perde finaliyle akıyor ustanın gözyaşları. Elmadağ’ı sel alıyor. Gondolla dönüyor Teşvikiye’ye…


Bir yeni çağ başlıyor tiyatroda. Önceleri izbe, yapı endüstri merkezinde. Ayfer Feray’ın sular içinde kalmış spotları alınarak oynanıyor Şahları Da Vururlar. Gişecileri dahi yok, daha fenası gişe yok. Tarık Pabuççuoğlu’nun kestiği panolardan gişe uyduruluyor, dönüşümlü olarak gişeci oluyor oyuncular. Ve Kenterler üzerinden Muhsin Ertuğrul’un emaneti Küçük Sahne’ye taşınıyor, çok tutan bu oyun beş yıl boyunca aralıksız beş yüz seksen altı temsiliyle…


Ben Çarşambalıyım ama kovboy değilim, benim silahım kalemim diyen ustanın kaleminden çıkanlarla devam ediyoruz yolculuğa. Seksenlerdeyiz, 12 Eylül’le serseme çevrilmiş vatandaş, kolunda nazi amblemi olan alman askeri üniformalı askerin kimlik bitte sorusuna, korkuyla kimliğini çıkararak tepki veriyor. Duvara dayanıp aranılmasına izin veriyor akabinde Küçük Sahne’ye duhul oluyor. İçeride gestape, gestapot kıyafetli tiyatro oyuncuları, Kimlikler Bitte! Soruları havada uçuşuyor. Bir nazi disiplini içerisinde seyirciler salona doğru ilerlerken bir gestapetin elinde program dergileri. İşte bizim vatandaş gestapetin, “Program Bitte! 200 lira” davetini yanıtsız bırakarak koltuğuna oturuyor. İyi ki de oturuyor ki o program dergisi otuz beş yıl sonra benim masama ulaşıyor. Yazan Karl Valentin, Bozan Ferhan Şensoy imzalı İçinden Tramvay Geçen Şarkı oyunu, oynandığı günlere, bugüne ve yarına ışık tutuyor. Deli gibi gülen seyirciye öyle deli gibi gülmeyin, Allah korusun size de çıkabilir diyor Şensoy, Sahnede Hitler’den bozma Özal varken. (E çıktı işte) Grup Gündoğarken besteleyip söylüyor oyunun şarkılarını, oyun boyunca tramvayın içinden “Şeşenler” de geçmiş oluyor böylece, o gün bugündür mırıldanıyorum üzün yürüyüşlerde bu güzel tiyatro şarkılarını.


Matine suare devam ederken oyun, bir yarma harekatıyla Küçük Sahne’den ayrılıyor Ferhan Şensoy ile Rasim Öztekin, Şan Tiyatrosu’nda Muzır Müzikal oyununa yetişiyorlar. O zaman Beyoğlu’ndan trafik akıyor… İşte böyle bir gecede cayır cayır yakılıyor Şan tiyatrosu, kasten adam öldürmeye teşebbüs, Sivas’ın ön çalışması… Sesi kesilmeye çalışılan, diri diri öldürülmeye çalışılan Ferhan Şensoy işte o gecelerde çıkarıyor, gericiliğe karşı aydınlık Ferhangi Şeyler’i. 87’i kışı İstanbul’da görülmemiş kar şehri teslim alıyor. Ferhan Şensoy Küçük Sahne’de mahsur kalıyor. Kimseler gelemez denirken seyirci onla dayanışıyor, sesi kesilmeye çalışılan adamı koridorlara konan kasalara oturanlarla birlikte üç yüz yirmi kişi izliyor. Ölene kadar konuşuyor o sesi kesilmeye çalışılan adam, hatta öldükten sonra bile. Muzır Müzikal’de elektrik kontaklanmasaydı, Ferhangi Şeyler olmayacaktı…


Yıllar yılları kovalıyor, iki büyük usta Ortaoyuncular’a uzun ısrar sonucu katılıyor. Münir Özkul, Erol Günaydın… İstanbul’u Satıyorum oyununu satıyorlar bizlere. Biz öylece otururken hem de. Espri nasıl satılır, izleyici nasıl yakalanır, zamansız iş nasıl yapılır görüyoruz bu oyunda. Bir oyunda üç kavuklu var, daha ne olsun. Bilim kurgu olarak yazmış bunu usta, oyun daha bitmeden pat diye gerçek oluyor ütopya. Dalan’laşan sayın İstanbullular aldanıp elektronik gürültülere, görüntülere yıkıyorlar İstanbul’u. Münir Özkul’un sesine kulak vermiyorlar. Hatta ve hatta bu sesin yankılandığı hoş kubbe -Küçük Sahne- tarumar edildi daha bu sene.


Usta ödüllere doymazken bu defa soyut soyut çok soyut bir padişah olarak çıkıyor karşımıza. Soyut Padişah oyununun temsilleri sürerken bitmez sanılan şeyler bitiyor, dolmaz denilen günler doluyor. Karış karış gezdiği Anadolu’dan getirdiği paralarla onarıyor bir eski tiyatroyu, baştan ve usulüne uygun olarak. Ustalarla birlikte geçiyorlar Küçük Sahne’den sokağın karşısına. Ses_1885’e. Tramvay caddenin ortasından öylece akıp giderken hem de. Soyut Padişah, ustalara saygının nirvanası. Tüm bu anlattığım oyunların oynandığı dönemde otuz küsur tiyatro birden perde açıyor Beyoğlu’nda. Kimi oyunlar pazartesi hariç her gün oynanıyor; üstelik çarşamba, cuma ve pazar günleri matine suare. İstiklal Caddesi henüz arap yarımadası değil. Şık hanımlar, şık beyefendiler. Ellerinde biletler, teker teker açılıyor perdeler. O günlerden bu günlere tam bir karanlık çöküyor Beyoğlu’na. Öyle birdenbire, sayın sayın gelişmiyor tüm bu olanlar; teker teker kapanıyor, kapatılıyor perdeler. Artık bu karanlığa karşı tek bir aydınlık meşale kaldı: Ortaoyuncular Ses_1885. Direniyor inatla, ustanın doğrultusunda.


Artık dur durak yoktur Ortaoyuncular’ın dünyasında, repertuar tiyatrosudur. Dört beş oyun birden oynanır. Gişenin camı tekrar tekrar saydambantlanır. Her oyunun içinden sonsuz parantezler açmak mümkündür. Şahları da Vururlar ile gelen şöhret. Muzır Müzikal’le yakılan Şan Tiyatrosu. Gericiliğe karşı doğan aydınlık Ferhangi Şeyler. Oyunlar, kitaplar, denemeler. Tüm bunların içinde yazıyor, yönetiyor, oynuyor, bir taraftan öğrenci yetiştiriyor. Belki farkında olmadan kendine has okuyucusunu ve kendine has seyircisini de yetiştiriyor. Beyoğlu’nda sırtında dekor taşıyor. Anadolu’yu karış karış geziyor. Kostümleri ayarlıyor, müzikleri besteliyor, afişleri tasarlıyor. Gelenekselden moderne bir bağ kuruyor. Üstelik bu ikisini kol kola Yeşilırmak köprüsünden geçirmeyi de ihmal etmiyor. Neticede Abdülhamit’e kafa tutan Kel Hasan Efendi’nin kavuğunu şerefle takıyor başına. Hasan Efendi’nin kavuğunu yirmi birinci yüzyıla taşıyor. 


Zamansız, duraksız düş yolculuğum içinden akıp gidiyor yaz mevsimi. Tüm bu yolculuğun dip notlarını otuz üç yıl göğüsleyen Gündeste’ye arkadaş Gecedeste çıkıyor o yılın sonu. Haydi İbrahim, haydi müteferrika derken mücellit son veriyor bu aşkın ızdırabına. Bazı boşlukları dolduruyoruz yeni çıkan kitaplarla.


Hipokrat’ın önlüğünü dolaba koyup Gogol’ün paltosunu giydiğim ocak ayının son haftası uçup gidiyorum İstanbul’a. Karla karışık yağmur yağıyor Taksim’de. Tüm bu karanlığına rağmen parlıyor caddeden Ferhangi Şeyler afişi. En ön sıranın üç numaralı koltuğunda, soluksuz bir izleme içerisindeyim. Doktorla arasında geçen içki-sigara panelinde kahkahalar attırıyor bizlere. Her zamanki gibi en sevdiğimiz ana haber bültenine başlıyor. Orkinos Hanım’dan iyice bunalmış, bakkalın her geçen gün daha da aptallaşan yeni çırağını eğitmekten bıkmış. Onun artık kimselere verecek selamı da kalmamış. Bir ozan yaşamını sürdürüp gidiyor Beyoğlu’nda. Haftanın üç günü uğruyor, tüm bu gürültüden bıkmış. Zeus’un Geriş Dağı’na çıkmış. Aklında ne varsa başarmış; hiç keşkesi olmayan tertemiz, başı dik bir yaşam sürmüş. Kimselerin adamı olmadığı için her dönem mutlaka birilerini kızdırmış. Ustalarını hep el üstünde tutmuş, dönemin imkansızlıklarını yenip görülmemiş prodüksiyonlu oyunlar çıkarmış. Satış rekorları kıran kitaplar yazmış.


Bu çıktığım ve her geçen gün devam ettiğim yolculukta çok şey öğrendim. Gericiliğin yaktığı, ödeneğin kesildiği tiyatroyu gördüm. Gözü dönmüş bağnazlığın baltalamaya çalıştığı sanatı gördüm. Halkın tiyatrosu parolasıyla yola çıkan bir tiyatronun özel tiyatrodan öte halkın evi olduğunu gördüm. Gözümüze muzır müzikal, muzır müzikal bakanlara elektrik kontağı, elektrik kontağı bakmak gerektiğini öğrendim. Bazı değerlerin telafisi olmadığını, bazı gerçeklerin en üst perdeden haykırılması gerektiğini öğrendim.


Samsun’a dönünce ustanın doğum gününde naçizane bir hediyeyle mektup gönderdim. Mart ayında Ortaoyuncular’ın kırkıncı yılına özel sahneye koyulan Şahları da Vururlar için şans diledim. Çok geçmedi, martın ilk haftası zarif bir paket, mektubuma teşekkürlerle yeni kitapları… İşte benim mektup arkadaşım benden elli yaş büyük. Çoğu oyuncunun, yazarın hayatına bir yerinde dokunmuş. Kimsenin yere göğe sığdıramadığı, herkesin hakkındaki anıları anlatmaya kıyamadığı, yıllarca haftanın sekiz günü sahnede olan bir ustaydı. Ben de bu okulun uzaklardan bir öğrencisi. 


Kuliste Münir Özkul oturmadan oturmayan, aklımıza gelebilecek çoğu köşe-döndürücü teklifi reddetmiş yorgun matador Ferhan Şensoy; başlı başına bir başarı hikayesidir. Onun sırtlandığı, çökerken onardığı, erotik film sineması olmaktan kurtardığı tarihi Ses_1885’de bu başarının simgesidir. Kadife kaplı her bir koltuğunda ülkemizin ücra beldelerinin seyircileri oturur aslında.


Pandemi kararları Şahları da Vururlar’ın yıllar sonra 587. oyunla geri döneceği haftaya çattı. O hain mart ayı, Levent Ünsal’ın kaybı. Bir yıl sonraysa Rasim Öztekin… Ortaoyuncular perde kapattı. Ustanın 2000’lerde oynadığı Sahibinden Satılık Birinci El Ortaoyunu ile ortaya koyduğu görüş ufkuna yıllar sonra eriştik. Bir gün dışarıda hiç kimse görüldü. Derslerimiz, işlerimiz, görüşmelerimiz hepsi bilgisayar oldu. Ve Ortaoyuncular’ın arşivi aralandı. Restore edilmiş görüntülerle birbirinden güzel oyunlar yayınlanmaya başladı. Felek Bir Gün Salakken, Ferhangi Şeyler, Masal Müfettişi gibi oyunlar biletle satışı çıktı. Usta pandemi sürecinde de çok özlediği sahneye, özgün anonsuyla hepimizin evinde çok sevdiği alkışlarla çıktı.


Yıllarca aralıksız sahnede olan usta bir yılı aşkındır Geriş’teki evinde kendi tabiriyle emeklilik provasındaydı. Alışık olmadığım bir platformdayım diyerek Spotify’da soru-cevap podcastleri yayınladı. “Geriş’in Dağından Hepinize Merhaba,” sanırım bir yıl içinden duyduğum en güzel cümleydi. Yaşlılık ona göre çok uzak bir gelecekti ve haklıydı. Yapılacak tonla işi, kitap eylenmemiş nice dosyaları vardı.


Başkaldıran KurşunKalem’de ifade ettiği gibi, labirent bir delikanlı gönlü vardı içinde. İçine gömdükleri, içinde yitirdikleri, onu kandırıp içine girmeden çıkanlarıyla. İçinde yoğun bir trafik, içi içini denetleyemez bir durum. Elektromangal bir delikanlı gönlü işte… Bu çok dikenli yolda, yolarken dikenleri ustalarını, öğrencilerini, özlemini çektiği ülkeyi, anılarının, gençliğinin o çok sevdiği Beyoğlu’sunu da kaybetti. Kayıpların en büyüğünü yaşadı; bir güzel dostlarını, ustalarını anlatırken herkesin çekindiği bir imaj veren görüntüsünün yerini gözleri dolan, sesi titreyen bir adama bırakırdı.


Ölümden hiç korkmadan, ölümün bilincinde olarak. Arkasında bir külliyat bıraktığının huzuru içinde, bu kitaplarında dostlarının üzerine kapanmış perdeyi de çekerek, Gezi direnişine sahip çıkmış, ödeneği kesilmiş Ortaoyuncular Tiyatrosu’nu yıllar boyu yaşatarak, kavukluya padişah bile dokunamaz diyerek kavuklu olduğunun bilincinde yönetimi sağ, sol ayırt etmeksizin eleştirerek yaşadı.


Tüm bunların yanında kitapları bir evrendi. Üç kelimeyle çevirdiğimiz dilin ne kadar zengin olduğunu gösterdi bize. Öyle şaşalı cümlelerle methiyeler düzenlere nasıl yapıyorsunuz bunları, bu yaratıcılık, bu özgünlük nasıl diyenlere kıçımdan uyduruyorum mütevazı yanıtını verdi.


Şimdi duvardan bir ses kimi zaman iyi akşamlar, özür dilerim, beklettim sizi diyor. Görünmez bir gül giriyor vazoya, başlıyor tiyatro. Bazen replikler havada uçuşuyor. Dostlukla kelimesini hiç kimsenin onun gibi dolduramayacağı anlaşılıyor. Hafif şizo durumlar baş gösteriyor. Ustasızlık ne acı, ustasızlık ne korkunç! Bütün bunların yanında Ferhan Şensoy’u anmak diye bir kavram kafamda canlanmıyor. Onu hiçbir yere gönderdiğimiz yok aslında, Pera’daki hayalet olarak dolaşıyor aramızda, aşık olduğumuz Ses_1885 Ortaoyuncular Tiyatrosu’nda. Ne zaman çevrilse bir kitabının sayfası, can buluyor tekrardan ve bu gidişle can verecek değil hiçbir zaman. Şanslıyız, bir kuyruklu yıldızdı geçerken gördük dünyamızdan.


Yani demem o ki dünya döndüğü sürece usta bir şeyler öğretmeye devam edecek bizlere. Usta, yalnızca takvimlere göre bir yaz gününün son sabahı bizi öksüz bıraktı; kitaplığımdaki külliyatını öksüz bıraktı. Devamı nerede diye çıldırdığımız tamamlanmamış dosyalarını öksüz bıraktı. O da biliyordu bir gün attan düşeceğini. “Yorgun Matador,” çok sıkı bir örgüt olarak tanımladığı Ortaoyuncular’ı, Ses_1885’i bize bıraktı. Şimdi emanete sahip çıkma zamanı.


***

Gündeste adlı şiir kitabında hiçbir şiire isim verilmemiş, hiç büyük harf kullanılmamıştır, ayrıca mısralarda belirtmemişse hiç tarih atılmamıştır, ona onun diliyle benden ve çok içten bir uğurlama...


bindin saten düşes kayığa

ben sandım ki atta gidiyorsun

meğer kim ol perşembe

bir mahzuni türküsüyle giriyorsun neşeli meyhaneye

çok özlemiş seni hoş geldin kurban diyor

münir, erol ağbiler hemen yanında rasim öztekin

uzaktan reverans veriyor haldun taner

bir tarafta kel hasan efendi öbür tarafta dümbüllü İsmail

uzaklarda jerome savary, bertolt brecht, boris vian

ve de manyak karl valentin

tekmili birden karşılıyorlar seni

mektebi sultaninin matrak çocuğu

inadını da götürüyorsun yanında

son kez geçerken ses_1885’in kapısından

tramvayın istiklal caddesinden bomboş geçtiği gün

çok çok özür dilerim beklettim sizi diyorsun

hızla taşınan tabutundan

attığın bütün güller iade ediliyor

kim görmüş bu kadar gülü bir tabutun başında

kavuklu fotoğrafın gülümsüyor

okkalı küfürlerini yemiş hiç kültürün bakanına

ne güzel adamdın sen ferhan Şensoy

iğne atsan yere düşmez çok karanlık ruhunda

dövdün ak kağıdı daktiloyla

çarşafların altından tefler ziller çıktı

giydin ömer hayyam kostümünü girdin soldan

failatün failün failatün tiyatro