Sevgili Gözüm Abla,

Hep size yazmak istemişimdir. Çünkü siz benim gerçek hayattaki tek kahramanımsınız.

Ben Kütahya’da noter kâtipliği yapıyorum. Otuz altı yaşındayım. Yalnız yaşıyorum. Annem ve babam vefat edeli çok oldu. Onları özlemle anmadığım bir gün bile yok. Annemle babam uzun yıllar çocuk sahibi olmak istemişler fakat hiç yüzleri gülmemiş bu konuda. Beni evlat edindiklerinde henüz on beş aylıkmışım. Biyolojik ana-babamı hiç görmedim ve kim olduklarını bilmiyorum. Anne ve babam beni evlat edindiklerinde hâliyle yaşları pek ileriymiş. Bana evlatlık olduğum hissini tek bir gün bile yaşatmadılar. Yarını düşünüp ona göre yaşarlardı. Annem ev hanımıydı. Babam da emekli olmasına rağmen inşaatlarda çalışıyordu. Üzüldüğümüzde de sevindiğimizde de birbirimizden hiç kopmadık. Ancak ölüm ayırdı bizi. Ben on iki yaşındayken vefat etti babam. Şeker hastasıydı. Fenalaştığında yanında kimse yokmuş. Ancak dördüncü kattan düştüğünde haberleri olmuş.

Annem onlarca yıllık dostunu kaybetmenin acısını zor atlattı. İyi-kötü günlerimiz oldu. Sırt sırta verip birçok şeyin üstesinden geldik. Şimdi annem de yok. Yaşlılığa o küçük bedeni hiç alışamadı. Beni -kalıtımsal olarak bağımız olmamasına rağmen­­- kendi gibi sağlam yetiştirdiğinden yeni hayata çabuk alıştım. Çocukken okula ne zaman annem gelse herkes ona “Anane” derdi. Öyle severlerdi. Çok kızardım arkadaşlarıma ama anneme de hayrandım. Övünürdüm içten içe. Hayatta tek şans olduğuna, ona da on beş aylıkken kavuştuğumu düşünürüm hep. Sizce de öyle değil mi?

Şöyle ki; her gün eve geldiğimde kahvemi yapıyorum, müzik kanalını açıyorum. Size gelen itirafları ya da soruları okuyorum. Önce kendim yorumumu yazıyor ardından sizin yorumunuzu okuyorum. Başlarda birkaç cümle anca yazabiliyordum. Aklımdan geçen bir sürü şeyi ifade etmekte zorlanıyordum. Şimdi örnek vere vere, uzunca tadına vararak yazıyorum. Elbette hiçbir nezaket, anlayış ve açık sözlülük sizinle yarışamaz. Kendimce bir hobi edinmiş, günün tasasını sizinle geride bırakmış oluyorum.

Ancak, bu hobimi başkalarına anlattığımda devamlı aşağı gördüler beni. Hor görülmenin diğer bir sakıncalı yanı da anlaşılmamak olsa gerek. Bir arkadaşım sizin mektupları okumadığınızı, muhakkak bir ekibinizin okuduğunu söylemişti. Arada ilgi çeken ve yayımlandığında gözleri fal taşı gibi açacak olan itirafları ya da soruları cevapladığınızı iddia etti. Siz sadece işin sonunda beliriyormuşsunuz. Benim de buna inanmamam gerekirmiş. Çok kırıldım doğrusu. Haklı da olsa kendinden bu kadar emin ve kırıcı olmamalı insan, öyle değil mi? Dünkü yazınızda “Ne çok laf tıkılmış ağzımıza” yazmıştınız. Öyle vallahi. Kuzenim, aldığınız mektupları değil de uydurulmuş olanları yayımladığınızı düşünüyor.

“Kimse aldatıldığını ya da evli birine âşık olduğunu yazmaz. O kadar saçmalar ki dizi senaryosu olur ancak,” diyor. Öyle bir söyledi ki aramızdan bir tartışma rüzgâr geçti. Neden, başkası acı çekemez mi? Paylaşamaz mı? Bunu başkasına anlatma, yardım alma isteği olamaz mı? Şu an konuşmuyoruz. Teyzem arayıp çocuk gibi küsmemizin saçma olduğunu söyledi. İnsana hakaret edildiğinde elbette darılır. Teyzeme hakaret edilmenin ne demek olduğunu sormadım. Telefonu münasip bir şekilde kapattım.

Ama bir müşterim ile zaman zaman buluşup kahve içiyoruz. O da sizin yazılarınızın hayranı olduğundan devamlı sizden bahsediyoruz. Gelen mektupları birbirimize hatırlatıp, konusuna göre eleştiriyoruz.

Dediğim gibi sizin yazılarınız benim en büyük hobimi yarattı. Dertlileri dinleyip derman olmak, olamıyorsam da sadece dinlemek istiyorum. Devamlı müşterilerimle ara sıra muhabbet ederken öneride bulunduğum oluyor. Yardımcı olabilmek nasıl da mutlu ediyor beni.

Gazetede aldatılan, aldatan, yalnız kalan, çaresiz olan herkesi okuyunca alışkanlıklara ne kadar da bağımlı olduğumuzu görüyorum. Aldatan sevgilisini nasıl geri kazanabilirmiş? Karısı ya da kocası onunla yatakta birlikte olmuyormuş! Bir daha yaparsa affetmezmiş! Ailesi baskı yaptığı için istediği gibi giyinemiyor, gezemiyormuş! Çocuk yapmak istemiyormuş ama bütün tanıdıkları baskı yapıyormuş! Kaynanası her şeyine karışıyormuş! Komşusuna âşıkmış! Elini tutmak isteyen sevgilisine “Daha biz liseliyiz,” diyormuş!

İnsanlar bence elindeki sevgiyi küçümsüyor. Artık doyumsuz olduğunda daha fazla istiyor.

Sevgilin seni aldatıyorsa neden hâlâ onunla birlikte olmak istiyorsun? Seni umursamadan başkasıyla kırıştıran üstüne üstlük bir de yüzüne bakabilen adamı nasıl sevebiliyorsun? İnsan her zaman seveceği birini bulamıyor. Şımarık, kendini beğenmiş şahıslar olduğu sürece yalnızlar sığınaklarından asla çıkamayacaklar! Kadınlar eşlerine sahip çıkamıyorlar. Nasıl davranılması gerektiğini kestiremiyorlar.

Ben ortalama bir insanım. Ne güzel sayılırım ne de çirkin. Makyaj olsun, süslü kıyafetler olsun yakışmaz bana. İşe giderken tek tip giyinirim. Hani biraz değişiklik yapıp topuklu ayakkabı, döpiyes giysem, allık ve rujlar sürünsem, çalı saçımı düzleştirmeye çalışsam emin olun herkes benimle dalga geçer. Kimini güzel yapan şeyler bende kötü duruyor. Bu da beni bakımsız yapıyor.

Açıkçası böyle bakımlardan bir haberim. İnsan içinde hiç göze batmayan eski püskü kahverengi mobilyalar gibiyim. Işık saçan abajur olmayı isterdim. Belki bir sevgilim olurdu, yatmadan önce iyi geceler diyeceğim. Daha fazla yakın arkadaşım olurdu. İnsanlar bana bakıp arkalarını dönmezlerdi.

Ana ve babacığımdan kalan bu evde tek başıma yaşamaktan belki kurtulurdum.

Eğer bu mektubu okuyup cevaplarsanız belki derdime de çare bulursunuz. Çok aradım yorumlarda benim gibi silinmiş insanlardan. Bulamadım. Cevabınızı bekleyeceğim. Sevgilerimle…

Rumuz: Kitaplık Faresi.