Rzami Evren Yapan Hikâyeleri

 

 

                          Bölüm 1: Stajım Dünya’ya Çıktı

 

 Eğer çalışkan bir öğrenciyseniz ve staja gitme zamanınız geldiyse, yazılı olmayan bir kural devreye girer, staj yeriniz kötü bir yere çıkacaktır. Benim de başıma gelen buydu.

 

 Önce kendimden bahsetmeliyim galiba. Ben bir Rzami’yim. Rzami, evren yapan demek. Evrenin sonunda ne vardır biliyor musunuz? Boşluk. Koca, büyükçe bir boşluk. Biz Rzamiler o boşlukta yaşarız. Evreni ve içindekileri ‘yapar’ ya da diğer kullandığımız tabirle ‘oluşturur’uz.

 

 Staja gideceğim yeri merakla bekliyordum. Rzamiler olarak ışık oluşturmaktan yerçekimi oluşturmaya kadar her bir dersi öğrendikten sonra bir staja çıkarız. Staj, verilen görevleri tamamlamak ve bunları kaydetmekten oluşur. Bu süreçte görevlerden bazılarında kullanalım diye bize atomlardan verirler. Ne oluşturacaksak oluşturalım atomlar sayesinde yaparız bunu. Benim neyden var olduğumu soruyorsanız eğer boşluktan diyeceğim.

 

 Staj yerlerimiz sırayla açıklanmaya başladığında, staj yapmayı en çok istediğim Gliese 581 d gezegeninin, sınıfımdaki dersleri umursamaz tembele çıkması da başka bir yazısız kural olmalı. Ardından benim adım okundu. Dünya, denildi. Hangi gezegen olduğunu hatırlamaya çalışırken öğretmenimin yüzündeki acıyan ifadeyi gördüm. Yerini de öğrendikten sonra yola çıktım. ‘Dünya’ ismini defalarca tekrarlayarak hatırlamaya çalıştım. Hatırladım da. Orası, benden önce giden stajyerin kuralı ihlal ettiği yerdi. Kural 1: Yaptığın veya yapılmış canlının hayatına müdahale edemezsin. Ölüm ve diğer her şey kozmosun akışındadır. Müdahale etmek, dengeyi bozmaktır. ‘Âşık olduğu bir dişi için yapmış bunu?’ ‘Aşk mı? O ne?’ Hiçbirimiz cevabı bilmiyorduk. Dişinin ne olduğunuysa derslerimizden birinde öğrenmiştik. Oluşturduklarımıza, oluşturuluşlarını devam ettirebilsinler diye farklı cinslere ayırırız bazen.

 

 Bana söylenilen yere yaklaşıyordum gittikçe. Güneş Sistemi… Büyük bir yıldızın çevresinde sıralanmış gezegenler. Güneş ilerledikçe uzay içinde, onlar da çevresinde dönerek ileriye doğru gidiyorlar. ‘Evrende durağanlık yoktur.’ İlk öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Henüz ilk derslerimi görmeye başlamıştım. Başlangıç dersinde ‘Evrende Var Olan Ve Yok Olan Durumlar’ konusunu işliyorduk.

 

 Dünya’ya gelip tam önünde durdum. Staj yapmayı hayal ettiğim gezegenlere göre çirkindi. Mavi ve kahverengi gözüküyordu, renkli sayılmazdı. Dünya’dan görevli iki Rzami’yi bulmadan önce bir süre daha izledim. Ekosistemlerinin kaç tane olduğunu tahmin etmeye çalıştım. Gezegenin titreşimlerini fark etmeye çalıştım.

 

 Anlamaya ve keşfetmeye çalışacak çok zamanım olacaktı. Zaman, bir kez daha tekrarladım içimden. Zamana alışmam vakit alıyordu hâlâ. Boşlukta zaman olmaz. Rzamiler, evreni yaparken zamanı da yaptılar. ‘Zaman yapmak’ üstünkörü gördüğümüz bir dersti. Uzmanlaşmak için zamanla bağlantılı binlerce dersi ve yüz binlerce konuyu öğrenmek gerekiyordu. Staj görevlerinin tamamını başarıyla bitirince, uzmanlaşmamız için bir alan seçmemize izin verirler. Ben, ‘Yerçekimi yapmak’ alanında uzmanlaşmak istiyorum. Dersi bize anlatan öğretmenimiz, ilk derste şunları söylemişti: Yerçekimine hükmeden evrene hükmeder. Tamam, neredeyse bütün derslerimizin öğretmenleri bize kendi alanlarıyla ilgili etkileyici bilgileri vermişti. ‘Işık, evrenin içerisindekileri yaparken yol gösterici oldu bize.’ ‘Ses, biz Rzamilerin yaptığı en iyi işti. Evrende oluşturduklarımız bizden etkilenip ritmi icat etti.’

 

 Öğretmenlerimizin her biri, ders verdikleri oluşturmalarda görev yapıp emekliye ayrılmış Rzamilerdir. Her Rzaminin emekliye ayrılacağı bir olay olur. Emekliliğinizi ya bir kara delik bekçisi ya da öğretmen olarak yaşarsınız.

 

 Bu kadar izlemek yeter, diyerek gökyüzünün başladığı yerde kalan iki Rzaminin yanına gittim.

 

 İlki, yıllar önce Müdür’le birlikte çalışırken buraya sürülmüş. Söylentiye göre Müdür, ona yanlış yaptığı bir yapım işi için kızdığında Müdür’e, insanları yapacak kadar büyük bir saçmalık yapmadığını söylemiş. Müdür’ün verdiği cevap onu Dünya’ya sorumlu olarak yollamış. ‘Eta Carinae’ yıldız sistemini tasarlayacak kadar başarılı olan bir Rzami, bu gezegende sıkışıp kalmıştı. Kendisine Eta C. dememi istiyordu.

 

 İkincisi ise, henüz işinin başlarındayken Dünya’ya atanmış. O zaman, büyük bir umutla başarı getireceğine inanarak henüz yeni oluşturulmuş gezegene, tasarladığı ‘Dinozor’ları bırakmış. Yaptığı Dinozor canlarının neredeyse her özelliğe sahip olanını tasarlamış. Uçan, et yiyen, uzun boynuyla ağaçlardan beslenen… Ancak yarattığı canlılar hiç beğenilmemiş. Özellikle kürklerini fazla iğrenç bulunmuş. Yok edilmelerine karar verilmiş. Onun yerine iş arkadaşının, şimdilerde Müdür olmuş Rzami’nin, insan tasarımı kabul edilmiş. Ona nasıl hitap etmemi sorduğunda bana ‘Siktir git!’ diyerek cevap verdiği için ben ondan bahsederken ‘Sponch’ diyeceğim. Çünkü sürekli Hidrojen, azot, oksijen, karbon, fosfor ve sülfür karışımı içip duruyordu. Sponch, Wasp – 12 b gibi bir gezegenin fikir sahibi, bu başarısızlığı kendine yedirememiş. Başkası sonlarını getirmesin diye kendi elleriyle yok edip Dünya’nın altına hapsetmiş. Yok ederken o kadar şiddetliydi ki gezegen, göktaşıyla çarpılmışa dönmüş.

 

 Sponch konuşmayı pek sevmiyordu. Onun tersine Eta C. yardımsever gözüküyordu. Biri oluşturduğumuz Kahverengi Cüce gezegenler gibiydi. Başlarda yıldız olmaya yaklaşmış ama yeterince kütlesi olmadığı için başaramayıp öylece kalmıştı. Kahverengi Cüce’nin kütlesi yetersiz çıkmışken Sponch’un ise dirayeti yetersiz çıkmıştı. Bir başarısızlık yüzünden pes etmemeliydi bir Rzami. Diğeri ise, oluşturduğumuz serseri gezegenlere benziyordu. Yıldızının etrafında dönerken yörüngesinden fırlatılarak evrenin karanlığında bir başına ilerlemeye terk edilmiş serseri gezegen gibiydi. Büyük başarıları varken Müdür’ün kibri yüzünden buradaydı.

 

 Müdür, oluşturduğu insan türünden bu kadar nefret ediyordu acaba? Bu kadar sevilmeyen bir tür neden yok edilmiyordu? Dinozorlara ve diğer birçok oluşturduğumuz canlılara yapılan neden insanlara yapılmıyordu?

 

 Eta C. , geldiğimde okumakla meşguldü. Ona ne okuduğunu sordum. ‘Bir hikâye.’ dedi. ‘Hikâye mi? O ne?’ diye sordum. ‘İnsanların oluşturduğu bir şey. Burada yaptığım tek şey bunları okumak.’ ‘İnsanların oluşturma gücü mü var?’ diye şaşkınlıkla sordum. ‘Evet. Ama yalnızca kelimelerle.’ Ve bana uzattığı hikâyeyi okumaya başladım.


 

                   ‘’               Duvardaki Çatlak

 

 Şehrin sakinleri bilmezler o duvarın tarihini, bir tek ben bilirim, şehrin kıyısındaki nehir olan ben. Çünkü onu yapan ustalar benim dibimden aldılar toprağını.


 İnsanlardan önce bu şehirde ‘Martig’ denilen bir ırk yaşardı. En uzunları üç metre, en kısa boyluları iki metre olan bu ırkın; bedenleri yılan gövdesine, ayakları ise karınca ayaklarına benzerdi. El olarak göğüslerinin ortasından çıkan, ikisi ince ikisi kalın ve kalınlarla incelerin yan yana durduğu sarmaşıklar vardı. Erkeklerinin alnının ortasında, keçi boynuzuna benzeyen bir boynuz uzanırdı. Dişilerin alnında ise bir delik olurdu. Sonbahar döneminde erkek martigler dişi martiglerin alnındaki boşluğa boynuzlarını yerleştirir, bir parçasını dişideki boşluk kırarak içine alır, iki mat ( Mat: martiglerin kullandığı zaman birimi. Bir mat yirmi beş günden oluşur.) geçtikten sonra bu parçayı dişiler gelip benim içime bırakırlardı. Ben de tam üç mat boyunca onları serin sularımda saklardım. Üç mat dolmak üzereyken üstüm buz tutardı. Ve oluşmaya başlayan yavru martigler (boyları birer metreydi) bu buzu kırarak dışarı çıkarlardı. Her bir çiftin ömürleri boyunca yalnızca tek bir çocuğu olurdu. Bu da onların hızlı çoğalmasının önünde büyük bir engeldi.


 Burayı keşfeden ilk insan kabilesi, ilk önce martiglerle dost olmaya çalıştı. Sonuçta dünyada onlardan güçlü çok fazla ırk vardı ve martigler korkutucu görünse de insanlara iyi davranmışlardı. Evlerini onların yanına kurdular. Topraklarının çok verimli olduğunu söyleyip birazını da kendi ırkları için kullanmak istediler. Martigler paylaşmayı kabul etti. Aradan geçen üç senenin ardından burada yaşayan insan kabilesi fark etti ki martigler onlar kadar hızlı çoğalamıyordu. Ama insanlardan daha uzun ömürlüydüler. Bu da onlarla birlikte yaşayan insan kabilesine bir fikir verdi. 


 İçlerinden birini gizlice, onların buraya sürülmesine sebep olan kabileye yolladılar. Daha geniş bir arazi bulduklarını söylediler ve eğer bütün toprakları (eskiden onlara ait olan topraklar da dâhil) eşit şekilde bölüşme şartıyla, martigleri yok etmek için yardıma çağırdılar. Bir hafta sonra martig bebeklerin üzerimdeki buz tabakasını kıracağı zaman başlıyordu. Martigler bu dönemde bütün işlerini bırakır nehre gelip yavrularının çıkışını izlemeye başlarlardı. Hangi çıkan bebek martig kendilerinin bilmezlerdi, bütün bebek martigler onların yavrusuymuş gibi bakar, besler ve büyütürlerdi.


 Dışarıdan gelecek olan kabile şehrin çevresindeki tepelere gelip gördükleri martiglere mızraklarını ve oklarını atacaklar, bir yandan da şehirdeki insan kabilesi onlara saldıracak ve üzerimi özel bir sıvıyla ateşe vereceklerdi. Böylece bebek yavrular ısınan suyum yüzünden yanarak ölecek ve martiglerin soyu tükenecekti.


 İnsanlar, planlarını başarıyla uyguladılar. İki günün ardından tek bir martig bile sağ kalmamıştı. Topladıkları cesetleri gömmek yerine (tarla olarak kullanacakları toprakları mezarlık yapamazlardı) bana atmayı tercih ettiler. Dibimdeki toprağıma yığılan martigler suyumu yükselttiler. Bedenlerini olabildiğince hızlı çözdüm. Hepsini kendi toprağıma ve suyuma kattım. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım yalnızca tek bir yavruyu kurtarabildim. Yumurtamsı kabuğundan çıkması geç sürdüğü için, normalde ölecek bir bebek martig, yaşayabilmişti. Onu sularımın şehrin dışına çıktığı bir yere akıttım. Şehrin dışındaki ormana çıkmasını sağladım.


 Martigleri öldürmek için çağırdıkları kendilerinden fazla insana sahip kabilenin, toprakların tek sahibi olabilmek için bir sene sonra onları da yok ettiğini söylememe gerek yok. O insanların da cesetlerini içime attılar. Ama kabul etmedim. Hepsini kıyıya vurdum. O hainleri içime katmak, suyumda ve toprağımda parçalarını yaşatmak istemiyordum. Üçüncü defa kıyıya atışımdan sonra cesetleri toplayıp tepelerden birinde yaktılar. On gün boyunca duman altında kalmalarına rağmen, toprağı mezarlık yapmadıkları için seviniyorlardı. Sonuçta onu sürecek, yiyecek yapmak için kullanacaklardı. Kendi ölülerini israf olmasın diye yiyen bir kabileden bu beklenirdi zaten.


 İnsanların hesaplayamadığı şey, benim alacağım intikamdı. Yağan her yağmurda taşıyor; tarlalarına, ekinlerine, evlerine zarar veriyordum. Senelerce beni ıslah etmek için uğraştılar ama nafile.


 Bir gün, tek başına yaşayan ve kabileleri gezip hikâyeler anlatarak karnını doyuran yaşlı bir bilgenin yolu buraya düştü. Ona danıştılar benim, yani ıslah olmayan bu nehrin taşkınlarından nasıl kurtulacaklarını. Yaşlı bilge kadın gülümseyerek şöyle dedi: ‘Onun dibindeki topraktan, kısa ve küçük de olsa evlerinizle onun arasına bir duvar örün. Bir daha taşmaz.’

 Kabile, onun dediklerini yaptı. Kendi toprağımdan olan bu duvarı aşamıyordum.


 Aradan iki nesil geçti. Bu sırada kabile genişlemiş, şehrin dışındaki ormana sınırları yaklaşacak şekilde yayılmıştı.

 Ormana giden insanlar ölüyordu. Yaşayacak kadar şanslı olan tek kişi bir çocuk olmuştu. Ninesinin ona anlattığı masaldaki yaratığın ava çıkan baba ve amcasını yediğini söylüyordu. Kimse ona inanmadı. Önce hayal gücü büyük bir çocuğun korkudan uydurduğu bir hikâye dediler. Sonra çocuğun delirdiğini düşündüler. Ormana gidenler onlar için yalnızca kaybolmuş kişilerdi. Geniş, sık ağaçlı bu ormanda çıkışı bulamıyorlardı. Kaybolmaların ardından şehrin yöneticisi ormana giriş yasağı koydu.


 Duvar ise, hâlâ bembeyaz boyasıyla orada duruyordu. Benim dibimde olduğu için pek dikkatlerini çekmiyordu duvar. Ne için örüldüğünü zaten unutmuşlardı. Yıllar geçse de eskimeyen boyası onlara ilginç gelmiyordu. Biri boyalıyordu işte.

 Bir gün, yaşlı bir adam sandalyesini alarak duvara geldi. Eşi öleli yalnızdı. Nehre, bana gelip biraz üzüntüsünden kurtulmak istiyor olmalıydı. Duvarın önüne oturup başını yaslamasıyla birlikte kafası çatladı. Duvar, yukarıdan aşağıya doğru bir çatlak oluşturarak gelmişti ve adamın kafasına geldiği anda başını tepeden çatlatıp ortadan ikiye ayırmıştı.


 Gürültü, çevredekilerin dikkatini çekti. Ne olduğunu anlamak için duvara yaklaştılar. Biri daha kafasını yaklaştırdı duvara incelemek için. Duvar yeniden yukarıdan aşağıya çatladı, kendisine yaslanan kafayı çatlattı ve eski sağlam hâline döndü. Üzerinde gezinen elleri de aynı şekilde çatlatıyordu. Ortadan ikiye ayrılmış eliyle çığlık atanlar, acıdan ne yapacaklarını bilemeyip benim içime atladılar.


 Şehrin yöneticisi, olanları duyduktan hemen sonra duvarın önüne geldi. Gözleriyle görsün diye bir koçu getirip kafasını duvara yasladılar ama hayvana bir zarar gelmedi. Şaşırdılar. Bu duvar sadece insanların mı kafasını çatlatıyordu? Yönetici, şehirdeki hapishaneden idamlık bir mahkûmu getirtti. Kafasını tutup duvara yasladılar. Duvar, yukarıdan aşağıya kafatasına doğru çatlamaya başladı. Beyaz boyanın üzerinde çatladıkça oluşan karanlık, mahkûmun kafasına kadar ilerledi. ‘Çat’. Mahkûmun kafası çatlamıştı.


 Yönetici, gülmeye başladı. İşte şimdi yöneticiliğine insanların karşı çıkmasını önleyecek gücü bulmuştu. Kahkaha atarak, yanındaki hapishane yöneticisine sordu. ‘Kaç tane idamlık mahkûm var? Hepsini getir.’ Akşama kadar hapisteki bütün idamla yargılanan mahkûmların kafatasını çatlatmıştı bile.


 Duvarın çevresine iki görevli bıraktı. Kimse yaklaşmayacaktı. Yarın sabah duvarın çevresine bezler gerdirtecek, çatlattığı her bir kafadan akan kanlar bu bezlere sıçrayacak ve kanlı bezlerin parçalarını her bir evin kapısına astırtacaktı. İbret olsun diye. Şehirdeki herkese gücünü bir kez daha göstermiş olacaktı, hep hatırlayacakları bir şekilde.

 Akşam eve gittiğinde ise eşi ona bakıp oğlunu sordu. Onun yanında değil miydi? Telaşlanmamasını söyleyip yardımcılarından birine oğlunu, hangi oyuna dalmışsa oradan alıp eve getirmesi emrini verdi. Yardımcısı bir saatin ardından geldi. Oğlundan hiçbir iz yoktu. Arkadaşlarından birine ormana gideceğini söylemiş, ama kimse onu ormana giderken de görmemişti.


 Arama ekipleri kurdurdu şehrin yöneticisi. İki gün boyunca ormanda aradılar oğlunu. Üçüncü gün iki kişi daha kayboldu. Dördüncü gün üç metrelik bir canavar gördüklerini söyleyenler oldu. Yedinci gün on dokuzuna basalı birkaç gün olmuş oğlunun parçalanmış cesedini buldu yüzbaşı. Onuncu gün ayı kapanları kurdular. Oğluna saldıran bir ayı olmalıydı. On birinci gün bütün şehir korkunç bir böğürtü duydu. Ayı değil, bir canavar bulmuşlardı. Daha önce ormanda canavar gördüğünü söyleyen çocuğa gösterdiler yakaladıklarını. Çocuk o kadar korktu ki dili tutuldu. Güçlükle kafasını, bir aşağı bir yukarı oynatarak ‘Evet.’ diyebildi.


 Bu canavar, benim asırlar önce sakladığım ve ormana kaçmasına yardım ettiğim bebek Martig’di.


 Oğlunu ararken duvarı unutan yönetici, henüz ölmemiş olan canavarı duvara öldürtecekti. Her yerinden halatlarla bağlanmış, yarı baygın canavar için; tekerlekli, düz ve üç metrelik bir tahta yaptılar. Canavarı güçlükle bu tahtaya yatırdılar. Yaralı bacağının acısından kendinden geçmiş, baygın canavar karşı koyamıyordu onlara. Canavarın kafası duvara değecek şekilde tekerlekli tahtayı ilerlettiler. Canavarın kafasını duvara yasladılar.


 Duvar, bu kez yukarıdan aşağıya doğru çatlayarak kafatasına inmedi. Canavarın yaslanmış kafasının çevresinden başlayarak duvarın her ucuna çatlaklar oluşmaya başladı.


 Ve duvardan dışarıya martigler dışarı çıkmaya başladı. Bu seferkiler üç metrelik değillerdi. Çok kısa boyluydular. İnsanlar, korkuyla duvarın çevresinden koşarak kaçmaya başladılar. Yönetici ise şaşkınlıkla izlemeye devam ediyordu.

 Çıkan her bir cüce martig, çevresine topladığı karıncalarla, yılanlarla, keçilerle birleşiyor ve gittikçe devleşiyorlardı. Yılan gövdelerine, karınca ayaklarına ve boynuzlu alınlarına kavuşuyorlardı.


 Şehrin yöneticisinin hatası, yakaladığı martigin kafasını duvara yaslayarak öldürtmeye çalışması değildi. Onun hatası bu şehre ilk geldiğinde, şehirdeki yılanların ve karıncaların çokluğundan şikâyet edip onları zehirle yok etmeye başlamasıydı. Zehirlenen karıncalar ve yılanlar duvara gelerek bedenlerini duvardaki toprağıma sürmüşlerdi. Duvarın içindeki ve dibindeki toprak onların bedenini kabul etmişti. Duvar bir daha eski hâlindeki duvar olmadı.


 Devleşen her bir Martig, şehirdeki insanlara saldırmaya başlıyordu. İlk ölen şehrin yöneticisi oldu. Kafası kopmuştu. Akşama kadar şehirde yaşayanlardan kadınlar ve çocuklar hariç kimse sağ kalmamıştı. Onlar da şehirden kaçarak yaşayacak başka yerlere gittiler.


 Martigler yeniden küçüldü. Halatlarla bağlı olan martigi serbest bıraktılar. Yaralı bacağıyla ormana gitti yeniden. Kalan küçük martigler yeniden duvar oldular. Oradan insanlar geçerse yeniden dağılıyor, martig olarak saldırıyorlardı.

 Ama artık benim içimdeler. On beş yıl önce, bir kolumla toprağı yararak ulaştığım uzaklardaki denizi yanıma çağırdım. Onunla birleştim. Yağmurlarla taştım ve duvarı dibime sakladım, şehrin yıkılmış kalıntılarıyla birlikte, içimdeler. ‘’


 

 Okumayı bitirdiğimde ‘Dünyada Martig diye canlıları da mı varmış?’ diye sordum. ‘Hayır yoklar hiçbir zaman olmadılar.’ diye cevap verdi bana Eta C.. ‘Bu, yazar olmaya çalışan bir gencin yazdığı bir hikâye.’

 

 İlk defa bizim dışımızda üstelik oluşturduğumuz bir canlıda yapma gücü olduğunu öğreniyordum. İnsanların ilk defa iyi bir özelliğini öğrendim.

 

 ‘Staj yerin burası, şimdi ne yapmak istersin?’ diye sordu Eta C.. Staj görevlerime baktım. Göreve gittiğimiz gezegendeki canlıların hayatlarını yaşamam gereken görevler vardı. ‘Öncelikle üç insan hayatı yaşamalıyım.’ dedim.

 

 ‘O kolay.’ Beni Dünya’ya insan hayatı yaşamaya yollayacak olan makineye getirdi. Rzamilerin ilk yapıtlarından biriydi bu makine, toprak ve su yığınına dönüştürürdü. Bana bilmem gerekenleri anlattı. ‘Orada, bir Rzami olduğunu asla hatırlamayacaksın. Yaşayacağın insan hayatının süresi, nasıl bir hayat yaşayacağın ise bilinmez.’ Makinenin içine girdim. Makineyi şans dileyerek kapattı. Bu, Rzamiler arasında eski bir espiridir. Evreni oluştururken şansı içine yanlışlıkla düşürdük. Makinenin kapağı kapandıktan önce toprağı ve suyu hissettim.