Kendimi bildim bileli nostaljik eşyalara; yaşlanmış, modası geçmiş müziklere ve bana eskiyi hatırlatacak başka her şeye ilgiliyimdir. Şimdi bu masanın başında otururken bile, küçüklüğümde çokça kullanılan çilek kokulu, ruj şeklindeki silgileri hatırlayıp istemsizce gülümsüyorum. Hiç unutmam, sınıftan birisi bu ruj silgilere sahip olduğu andan itibaren çevresi kızlarla dolar, herkes silgiyi koklamak ister, silgi bir yandan kapışılır ve mutlaka dudaklara götürülürdü. Bana, “bir silgi hiç de nostaljik bir eşya değil.” diyorsanız eğer, haklısınız; benim asıl bahsettiğim eşyalar daha çok antika şamdanlıklar, kullanılmış pikaplar, el yapımı gaz lambaları, 1800’lü yıllarda kadınların sokağa çıkmadan önce takıp takıştırdığı ve çok değer verdikleri broşlar, yaşlı başlı adamların kitap okuma gözlükleri veya çok önem verdikleri aile yadigârı saatler gibi daha değerli objeler. Şimdi yaşadığımız yılda bir gaz lambasını yakarsanız etrafınızdaki çoğu insan gaz kokusundan şikâyetçi olacak, büyük ihtimalle öksürmeye başlayacak, camları açacak ve sizi bol bol aşağılayacaklardır, -belki siz de böylesinizdir fakat ben bir gaz lambasını yaktığım zaman, bildiğim eski dönem yazarlarının bu koku eşliğinde masalarına eğilip mürekkebe batırdıkları kalemleriyle o eşsiz kelimeleri tek tek, tane tane, yetenekli bir kadının elişi gibi ilmek ilmek kâğıda işleyişlerini hayal ediyorum. Ve düşünüyorum, kim bilir kaç âşık kadın geceleri bu lambayı yakıp bu koku eşliğinde sevdiğiyle kavuşacağı günü beklerken uyuyamadı! Kim bilir kaç genç adam bu hoş koku eşliğinde, tahta masalarındaki binlerce kâğıdın hışırtıları arasında ve elleri titreyerek, hasta babası öldüğü vakit kendi geleceğine ne olacağını düşünüp durdu!

İşte eski eşyaların bana böyle hayaller kurdurmasından dolayı, ta ortaokulumu okurken bir koleksiyon yapmaya karar vermiştim. Okulda da pek az arkadaşım vardı doğrusu -çünkü kendimi her zaman kontrol eder, çevremdekiler kadar gevşeyemez ve öyle her şeye gülmezdim-, onlar da yemek yemeyip harçlıklarımı biriktirdiğim için önce ne alacağımı merak ederlerdi. Yemekten bile feragat ettiğime göre çok şahane olmalıydı bu alacağım şey! Belki yeni bir cep telefonu ya da oyun oynamak için güzel bir tablet, ya da benim doğamı bildiklerinden, pahalı bir ders kitabı. Onlara tutmaçlı bir şamdanlık ve beyaz mumlar alacağımı söylediğimde saniyelik bir şok geçirip nasıl da gülmüşlerdi… Sanırım o zamanlarda da eskiye olan özlemi bir tek ben çekiyordum. Bu yoğun özlemin sebebine gelirsek, bunu düşünecek çok zamanım olmuştu o zamanlar -hem soran da oluyordu- ben eskinin ahlakını, sadeliğini, ilişkilerini ve güzelliğini özlüyordum. Gece karanlığı evlere çökünce tüm dünyanın bir anda durduğu vakitleri ve yıldızlar göründüğü zaman, bir şamdanlık ve mumlar eşliğinde dönmeye devam eden tek dünyanın, bir yakının sarı, loş bir ışık ile aydınlanmış yüzü olduğu zamanları... Uzun beyaz içlikler üste geçirildikten sonra o günün konuşulduğu, yapılan dedikoduların büyük ahlaksızlıklardan uzak olduğu, ertesi gün yapılacak işlerin belli olduğu, yani kısaca tüm hayatın kontrollü olduğu zamanları özlüyordum -öyle ki bazen kendi gerçek dünyamdan kopuyor, uzun ve uçuşan eteğimle bomboş sahillerde, sık ağaçlıklar içindeki patikalarda yürüyüşe çıkıyordum. Yerlerdeki sapsarı yaprakları ayağımla iteliyor, hatta yeterince ilerlersem gökyüzünde avının peşinde delici bakışlı bir kartal bile görüyordum. Sonra ya öğretmenimin uyarısıyla ya da arkadaşlarımın sesiyle oturduğum sıraya geri dönüyordum. Yalnız bu söylediklerim sizi yanıltmasın. Ben her zaman derslerimde çok başarılı, temiz ahlakımla öğretmenlerin gözdesi ve diğer öğrencilere örnek bir talebe olmuşumdur. Çünkü derin hayallere dalmadığım zamanlarda hep ders çalışırdım.

Yine hayallere daldığım bir sabah nasıl olduysa kahvaltımı etmiş, üç şekerli çayımla ayaklarımı uzatmış dışarı bakmaktaydım. Rahat olması gereken bu an, aslında benim için tam bir eziyetti- çünkü o akşam mutlaka halletmem gereken bir işi hatırlıyor ve huzursuzlukla yerimde kıpırdanıyordum. Para kazanmak artık zordu. Pervasız insanlarla tüm gün aynı masada oturmak, defalarca tekrarlarla konu anlatılan ancak asla anlamayan öğrencilerle uğraşmak ve yetişkinler arasındaki sözlü laf dalaşlarına girmemeye çalışmak beni zaten yeterince bozuyordu, bir de bu iş çıkmıştı başıma. Elinde yapılacak iş varken mutlu olan insanlardan olmadım hiçbir zaman, ancak iş yokken de boş boş oturmak yaşam ahlakıma ters düşüyordu. İşlemeyen demir paslanırdı değil mi? Böyle sabahlarda haberleri de hiç okumazdım, çünkü yolunda gitmeyen olaylar ve rezil yalanları okumak beni çözülmesi imkansız bir stres spiralinin içine hapsederdi- bu yüzden ben de haber okumayı bıraktım. Çayımı içerken bir yandan akşamki iş için gideceğim adresi öğrenmek üzere dizüstü bilgisayarımı açtım. Özel ders vereceğim öğrenci yaklaşık yarım saat uzaklıkta, Kadıköy’de arka mahallelerden bir evde oturuyordu. Bu çocuğun eğitiminin bir kısmını üstlenmeyi kabul etmiştim çünkü kendisi arkadaşları tarafından çeşitli eziyetlere maruz kalmıştı. Okula kesinlikle dönmemek için ailesi ev okulunu kabul edene kadar çığlıklar atmıştı, ancak nasıl olduysa yaşına göre nispeten ahlaklı bir çocuktu. Yalnızca bu işin hafta sonu olması beni sıkıyordu. O günü okumam gereken kitapları okuyarak geçirip geç kalmamak için iki saat erkenden yola çıktım -geç kalmaktan ve geç kalanlardan nefret ederdim.

Kadıköy’e vardığımda henüz bir saatim vardı. Bu bir saati de olabildiğince verimli geçirmeye kararlıydım, bir portakal suyu ile kış öncesi vücudumun gereksinim duyduğu C vitaminini alacak, bir antikacıya girecek ve elimdeki paranın yarısını güzel, antika bir cep saati almaya harcayacaktım. Alacağım saat hem sürekli telefona bakmamı önleyecek, hem eskiye olan özlemin ruhumda her geçen gün kazıdığı yarığın acısını yatıştıracak, hem de bir yerlere geç kalmamı engelleyecekti. Kadıköy’deki antikacının yerini ve hangi yoldan gideceğimi adım gibi biliyordum ancak yol üstünde daha önce görmediğim yeni bir dükkân görünce duraksadım. Burada önceden böyle bir dükkân olmadığına emindim -çünkü antikacıya çok gittiğimden yollardaki taşları bile ezbere bilirdim. Kısa zaman içinde yeni açılan bir dükkândı bu ve bu kadar kısa zamanda tamamlanamayacak kadar güzel bir dış dekoru vardı. Öyle bir dekordu ki binayı arkasından görseydim antikacı dükkânı taşındı sanırdım; antik ile gotiği birleştirmiş, sanki ortaçağdan fırlamış usta bir romantik mimarın işçiliğinden çıkma bir hayaller mekânı kılmıştı burayı. Yüksek ve büyük pencerelerin içinden siyah ve iri, cins kediler görünüyor, daha önce bir evcil hayvan dükkânına uğramadığımdan görmesem hayalini bile kuramayacağım çeşitli şekillerde balıklar kocaman akvaryumlarında yüzüyor, duvarların içinden etrafa çeşitli yabani bitkiler yayılıyor ve ancak çeşitli mumlara ait olabilecek tatlı tatlı kokular burnuma geliyordu. Fakat sanki bu güzelliklere ters düşsün diye, dükkânın önüne nispeten çirkin görünümlü, sarı gözlü ve iri, gri bir papağanı oturtmuşlardı. Kadıköy’de etraf her zaman kalabalık olmasına rağmen çocukların nasıl olup da bu ilginç papağanla ilgilenmek için ailelerini peşlerinden sürüklemediklerini düşündüm. Dükkânın girişine yaklaştığımda papağanın büyük pençeleriyle tüneğinde bana doğru döndüğünü ve gözlerimin içine baktığını fark etmiştim ancak o sırada tanıdık bir özlem duygusu dikkatimi alıp götürdüğünden, papağanla çıkışta ilgilenmeye karar verdim ve dükkândan içeri girdim.

Pala bıyıklı, şişman bir adam, kocaman bir kurukafalı yüzük taktığı eliyle gazetesini almış okuyor, bir yandan kahvesini yudumluyordu. İçeri girdiğimi fark etmiş olmalı ancak hiç oralı olmadı. Mükemmel ahlak anlayışım bu adamı hemen ahlaksızlıkla suçladı, yavaş yavaş artan huzursuzluk duygumdan dolayı ayakta dikilmeye devam etmekten ve dükkânın iç dekorunun ilgimi çekmesine izin vermekten başka pek bir şey yapmadım. Bir süre sonra yarım yamalak bir sesle özellikle baktığım bir hayvan olup olmadığını sordu ancak o sırada içeriyi incelemekle o kadar meşguldüm ki hemen cevap veremedim -acısını çekeceğimi düşündüğüm bir terbiyesizlik- ama kendimi alamıyordum. Nasıl bir evcil hayvan dükkânı bu kadar kısa zamanda kurulup bu kadar mükemmel bir tasarıma sahip olabilirdi? Satıcıya dışarıdaki papağanı sorduğumda kıs kıs gülerek papağanın sahibine –yani kendisine- derin bir bağ ile bağlı olduğunu, asla kaçmayacağını, yalnızca insanların eğlencesi için oraya oturttuğunu belirtti. Adamın gönülsüz cevapları beni buradan çıkmaya itse de, merakımdan dolayı kalıyordum o ana kadar. Ne zaman açıldıklarını sorduğumda da cevap vermeyince artık içim köpürerek çıkışa yöneldim ama o muhteşem çirkin papağanı unutmamıştım. Kapıdan çıkar çıkmaz papağanın benden yana oturduğunu gördüm ve dayanılmaz talebini kabul ederek gözlerine baktım. Uzun uzun bakıştık. Bu ilginç papağan, gerçekten de bana kafa tutar gibi gözlerimin içine bakıyor, o sarı gözleri ve çizgi şeklindeki gözbebekleriyle bana öyle bir bakıyordu ki sanki bedenimin içinde huzursuzlukla kıvranan ruhumu inceliyordu! Bu aciz durumum hoşuna gitmiş olacak ki papağan, alenen bana horozluk etmeye başladı! O büyük pençelerine uygun kalın tüneğin üstünde kanatlarını aralamış, tüylerini kabartmıştı ve yüksek bir iki ötüşten sonra kendisini azarlamak zorunda kaldım: “Alçak kuş! Senden on kat büyük bir varlığa böyle horozlanmaya utanmıyor musun sen! Beni bırak da gelen geçene bakmaya devam et!”

Gözümü kaçırarak yoluma, antikacı dükkânına yürümeye devam ettim. Sanırım bu kuş huysuzluğunu ve kontrolsüzlüğünü sahibinden almış olacak ki adam kalkıp iyi günler demeye tenezzül bile etmedi. Hem zaten benim de tam tamına kırk beş dakikam kalmıştı, her zaman gittiğim o mutluluk yuvasına, bildiğim antikacıya uğradım ve tam istediğim gibi bir saat buldum. Bu başarım, evcil hayvan dükkânının ruhumda ortaya çıkmasına sebep olduğu kıpırdanmaları yavaş yavaş dindiriyordu; normal, kontrollü hayatıma yavaş yavaş geri dönüyordum. Saat kenar desenleri yer yer kırılmış, tam cebime sığacak büyüklükte, benden önce nispeten başarılı bir aileye ait bir aile yadigârıydı; sonradan çeşitli finansal sıkıntılar yüzünden satılmak zorunda kalınmış eski mi eski bir saatti bu. Bu saate baktığımda yıllarca yalnız yaşamış, sevmemiş ve sevilmemiş alkolik bir adamın hayata tekrar tutunmak için sarf ettiği son çabalarını görüyordum. Yalnız kaç dakikam kaldığını sürekli kontrol ettiğimden, akrep ve yelkovanın saat yönünün tersine döndüğünü fark ettim. Hayatımda gördüğüm en ilginç ayar bozukluğuydu bu fakat iade edemeyecek kadar da çok sevdiğimden, eve döndüğümde kendim içini açıp bir bakmaya karar verdim. Bu tatsızlık biraz keyfimi kaçırmış olsa da görevim gereği öğrencimin özel dersine bunu yansıtmadım ve böylece ilk dersimizi başarıyla tamamlamış olduk.

Kahvaltı masamda saatin içini açıp biraz inceledim ancak tamircilik konusunda pek acemi kalmış gözlerim hiçbir sorun göremediğinde tekrar moralim bozuldu. Kara kara saati ne kadar sevdiğimi ve iade etmeyi ne kadar istemediğimi düşünmekteydim. Parlak bir beyni olan her okuyucu elbette ki en mantıklı davranışın saati iade etmek olduğunu düşünecektir ama anlayın, çok uzun zamandır antikacılarda böyle bir saat aramaktan bitap düşmüştüm ve tam olarak bu sebeple geri vermeye hiç niyetim yoktu. Evet, saati her zaman cebimde taşıyacak, akrep ve yelkovanın doğru konumunu aklımı kullanarak hesaplayacaktım. Hem fena mıydı her gün kısa bir beyin jimnastiği? Umutsuz konumumu haklılık payıyla bir taşla iki kuş vurmaya dönüştürmüş olmanın sevinciyle kahvemi yudumlamaya ve o günkü işlerimi düşünmeye devam etmek istedim ancak dalıp gitmiştim. Kafamı toparlamaya çalışmak nafileydi… Fazla heyecanlı olmanın yanı sıra, önceki gün gördüğüm o akıl almaz dükkân ve papağanın ruhumu deliyormuşçasına bakan sarı, pörtlek gözleri aklımı kurcalıyordu. Sarının içinde turuncu alevler ve simsiyah dik çizgiler, iri ve çirkin bir kafa… Bu görüntüler sanki kalbimin dört yanını sarmış kara duvarlar gibi üstüme üstüme geliyor, içimdeki bu geçmeyen sıkıntı artık beni akıl almaz bir dehşetle kontrolsüzlüğe sürüklüyordu; sanki çirkin papağanın aklımdaki görüntüsünü kontrol edemiyor, papağanın gözlerine tekrar bakmak için zorlanıyor, inanılmaz bir eforla bakışlarımı başka bir yere çevirmeye çalışıyordum. Tam o esnada kapının tıklanması üzerine kahve bardağımı sertçe masaya vurup bir hışımla ayağa kalktım.

Tık… Tık… Tık…


Bir ağaçkakanın ağaç kabuğuna vurarak kabuğu yavaş yavaş oymasını hatırlatan bu kapı tıklamaları kafatasımı delecek kadar yüksek sesli geldi bana. Ancak aklımı öne geçirmeyi başardım ve kapım durmaksızın tıklanırken kendi kendime derin nefesler alarak sakinleşmeye çalıştım -oldukça kontrollüyümdür ve stres altında çok iyi kararlar alırım- düzgünce sabahlığımı giyerek alnımdaki teri sildim ve kapıyı açtım. Müstakbel ziyaretçim yan evde oturan Derin ablaydı. Kontrol etmeye çalıştığı ancak başaramadığı, kulağa hatalı çalınan bir yan flütü anımsatan cırtlak ses tonuyla kocaman evde tek başıma oturduğum için benden yana ne kadar endişelendiğini, yıllardır nasıl kendimi yalnız hissetmediğimi, kendisini ziyarete hiç gitmediğimi, kahvaltım için bana çörek yapıp getirdiğini anlatıyordu. Düşüncelerimin arasında beni böldüğü, üstelik yataktan kalkmış kılığıyla evime uğradığı için kendisine sinirlenmiş olsam da, Derin ablaya çörekler için teşekkür ederek kapıyı kapamakta gecikmedim. Yalnızlığın ne kadar rahatlatıcı olduğunu, kimsenin bozamayacağı kendi akılcı kuralların içinde yaşamanın ne kadar yüce bir his olduğunu anlayamayacağı için Derin ablaya pek kızmıyordum zaten. Onun da konuşacak kimsesi yoktu; ailesi uzun yıllar önce vefat etmiş, iki evlilik yapıp boşanmış ve tek çocuğu yurtdışında okuyan yalnız bir hanımefendiydi, çocuğu da pek vefasızdı. Kendisinin anlattığına göre çocuğu onun halini hatırını sormak için bile aramıyordu. Bu yüzden yalnız yaşayan başka birisini görünce endişeleniyor olmalıydı. Çok iyi kalpliydi. Hem düşününce, kadın beni o sabah üstüme üstüme gelen boğucu duvarlardan da kurtarmıştı.

O dakikadan sonra işlerime dönmekte pek gecikmedim. Bana ait olan tek boş günüm pazar günüydü ve ben bu pazar gününü verimli geçirecektim. İyi bir duş alacak, cilt bakımımı yapacak, saçlarımı güzelce tarayacak, evimin gereken yerlerini temizleyecek, Dorian Gray’in Portresi’ni okumaya devam edecek ve akşamı güzel bir ziyafetle kapatacak, erkenden yatacaktım. Ne lakırdıya, ne o pis papağanın gözlerine ayıracak vaktim yoktu o gün. İki veya üç dakikalık bir düşünme süresinden sonra müthiş bir kararlılıkla dağılan kafamı toplamak için duşa girdim.

Tık… Tık… Tık…


Sevgili okuyucu, insanoğlu olarak duşta camı tıklatan su sesleri arasında hepimiz gözlerimizi kapatıp bir şeyler düşünmez miyiz? İleriye dönük planlar, küçük bir köy evinde yaşama istekleri veya peşine pek çok kişinin takıldığı, çok bilinen gösterişli bir pop şarkıcısı olmak gibi gerçekleştirilmek isteyen farklı farklı hayaller, kışın ortasına açmış bir kardelen, mutlu aileler, eskiler, antikalar, bir evcil hayvan dükkânı, sarı gözler, dehşet düşünceler, geçmiş, yanlış hareketler, bize yapılan yanlışlar, yalnızlık, kendimize karşı hissettiğimiz nefret, sevdiğimiz veya sevmediğimiz insanlar, defalarca kendi kafamızda döndürdüğümüz tartışmalar, ettiğimiz hararetli kavgalar, sarı gözler, ruhumuzdaki akıl almaz ve dindirilmez boşluk, ahlaksızlıklar, cırtlak sesler, bağrışmalar, itişmeler ve didişmeler, zorla kazanılan bir savaş, cansız bir bedenin yere vurma sesi ve ellerden suyla akıp giden kırmızı renk, yağmurdan sonraki toprak kokusu, solucanlar, tırnakların arasına giren çamurlar, kirli bir kürek ve botlar, çirkin mi çirkin bir papağanın dehşet verici sarı gözleri…

Ah… Böyle düşüncelere dalmaya devam edersem akşamki işime geç kalırım! Hemen toparlanmalı, özel ders vaktimden iki saat önce yola çıkmalıyım. Hem yolda bir antikacıya uğrayabilirsem günü de mutlu kapatabilirim. Kendimi bildim bileli nostaljik eşyalara, yaşlanmış, modası geçmiş müziklere ve bana eskiyi hatırlatacak her şeye ilgiliyimdir. Şimdi bu masanın başında otururken bile, küçüklüğümde çokça kullanılan çilek kokulu, ruj şeklindeki silgileri hatırlayıp istemsizce gülümsüyorum. Uzun zamandır da bana zamanı hatırlatacak eski bir saat almaya niyetliyim.