Kapı ısrarla çalınıyordu. Zilin sesini duydukça yorganın içindeki pamukları kulağıma tıkamaya çalışıyor gibiydim. Yorganın da faydası olmadığı için küfür etmeye başlamıştım. Kendi sesimle zilin sesini bastıracağımı düşünmüştüm ama zil çaldıkça kuşlardan da nefret edecek hale gelmiştim. Kuş sesinden zil mi olur? Kapıyı ve zili aşındırmıştı resmen. Kuş bile ağlıyor gibi ötmeye başlamıştı.


Geçtiğimiz zamanlarda yine böyle bir an olmuştu. O zaman kapı da telefon da ısrarla çalıyordu. Ölüm haberi almıştım. Bu yüzden kuş sesiyle böyle bir haber almak hoş değildi. Yine kötü bir haberdir diye de açmak istemiyordum. Açmasam da o kötülükten kaçamayacağımı biliyordum. Yine de açmak istemiyordum.


Bunları düşünürken odamın fazlasıyla aydınlandığını fark ettim. Saate baktığımda öğle vaktini de geçmişti. Bu aralar yaşamak istemiyordum. Mutlu olacağım, hayata tutunacağım hiçbir şey yok gibiydi. İşimden kovulmuştum, sevdiğim, baba gibi gördüğüm, birisini kaybetmiştim. Ekonomik krizim ve üzücü birçok haber gün geçtikçe zayıflamamı da sağlamıştı. Güzel şeyler de oluyordu ama o an daha güzel şeyler lazımdı. Kapı hâlâ çalıyordu.


Yapacak bir şey yok diyerek ve söverek yataktan çıktım. Eşofmanımın bir bacağı diz kapağıma takılmıştı. Düzeltmeyi düşünmedim bile. Saçlarımın kıbleyi bulmaya çalışan topluluk gibi farklı farklı yönleri işaret ettiklerini de hissediyordum. Kapıyı sinirle açtım ve “Hayırdır kardeşim? Açmıyoruz işte ne zorladın?” dedim. “Kusura bakmayın ama önemli bir şey getirdim. Kesinlikle ulaştırmam gerektiğini söylediler.” diyerek elindeki zarfı uzattı. Zarfın üzerinde ismim yazıyordu. Onayladım, imzaladım, bir de özür dileyerek veda ettim. Kahve içelim diye ısrar ettiysem de adam çok kırılmış olacak ki kabul etmedi.


Adamın kırılmasını da çok kafaya takmadan kapıyı kapatır kapatmaz zarfı açtım. Bir mektuptu. Babam gibi gördüğüm adam yazmıştı.


        “Kıymetli evladım. Bunu okuduğunda ben ölmüş olacağım. Biliyorsun bu dünyada kimsem kalmadı. Sen bana evlat oldun, yardım ettin, yanımda oldun. Seni gördükçe yıllar önce toprağa verdiğim evladım gözümün önüne geldi. Sen onun yerine bana verilmiş bir mirastın. Ben de sana gözüm gibi bakmak istedim ama bunu sen daha çok yaptın. Yıllarca çalıştım, çabaladım ve kazandım. Biliyorsun ki harcama yapacağım bir şey de yoktu. Kazandığımı bankada özel bir kasada biriktirdim. Orada bazı taşınmazların da belgesi var. Kimsem yoktu bu yüzden bunları sana bırakmak istedim. Bu kararı vereli de çok olmadı. İşten ayrıldığının üçüncü günündeyiz. Benim miladım doldu gibi şu sıralar ağrılarım arttı. Bu kasadakiler seni ömür boyu yaşatır. Kendi işini de kurabilirsin hatta şu çok istediğin kitabını da basabilirsin. Kasanın bir şifresi var. O paralar kolay kazanılmadı. Sen de şu an kolayca onlara ulaşırsan “Hazıra dağ dayanmaz.” atasözünü hatırlarsın ama iş işten geçtikten sonra olur. Bu yüzden biraz düşün, uğraş diye şifrenin tamamını vermeyeceğim. Korkmana gerek yok çünkü çok da zor olmayacak. Kendine iyi bak evlat. Bu dünyadan sen de göçüp gideceksin belki yine buluşuruz. Ben senden razıyım. Dünyadan göçüp gidince arkanda bir mektup yerine güzel bir kitap bırak. Seni de anlayanlar olur bir gün. Güzel izler bırakman dileğiyle.


Şifre dört kelimeden oluşuyor. İlk kelime senin en sevdiğim öykünün adından aklıma gelmişti. Her bir kelime kendinden sonraki kelimeyle bir bağlantı kuruyor. İlk kelime ve son kelime arasında böyle bir şey yok. İpuçların, ikinci kelime bir eşya, üçüncü kelime bir karakter ama hitap olarak da düşünebilirsin.


Şifre: Zeytin, …, …, Memati Baş”


   Mektubun başında gözlerimden süzülen yaşlar bir çiçeğe hayat vermiş gibi sonunda yüzümde gülümsemeler oluşturmuştu. Ne kadar “Para, pul yerin dibine batsın.” desem de ben de paranın uşağı olmuştum. Mektubu izleyerek hemen hazırlandım. Eşofmanlarımın yerini ütülü pantolon almıştı. Saçlarım kıbleyi bulmuş cemaat gibi tek yöne bakacak şekilde yana doğru yatmışlardı. Kravat takmadım. Özel günler için sakladığım pahalı parfümümü sıktım. Bir zengin havası verdim kendime. Hemen mektupla beraber evden çıktım. Bakkala sigara almak için girdiğimde selamıma karşılık “Borcun birikti.” cümlesini duydum. Evet, dedim. Evet, zengin görünümü verilmişti. Aksi halde İbrahim amca durumumu bildiğinden beni sıkmazdı. Akşama borcu kapatacağım, şimdilik bir sigara verir misin, dedim. Kıyafetim inandırmıştı. Hiçbir şey söylemeden sigaramı vermişti. Nasreddin Hoca’ma selamlar olsun. Ye ceketim, ye gibi olmuştu. Otobüs kartımda para olmadığı için yürüyerek bankaya hızlı adımlarla gittim. Yolda kaç tane sigara içtim bilmiyorum. Şifre ne olabilir diye düşünüyordum. Nihayet bankaya geldiğimde memura durumu hızlıca anlatmıştım. Zaten benim ismimi daha önceden vermiş. Banka beni bekliyormuş. Memur beni kasaların olduğu bölüme götürdü. Kasanın büyüklüğü beni daha da heyecanlandırmıştı. Aklımdaki şifreleri deneyecektik.


“Zeytin, öykü, kurt, Memati Baş.”

“Yanlış oldu.”

“Zeytin, öykü, ölüm, Memati Baş.”

“Yanlış şifre.”

“Zeytin, faşizm…”

“Yok artık!”

“Eşya demişti. Zeytin, kâse, kurt, Memati Baş.”

“Yine yanlış. Biraz daha mı düşünüp gelseydiniz?”

“Buluruz ya çok zor değildir. Zeytin, kâse, ölüm, Memati Baş.”

“Yanlış.”

“Bardak ve polat.”

“Olmadı.”

“Tabak…”

“Hayır.”

“Kâse ve şarap çanağından baba olsa mafya desek?”

“İstediğiniz için bunu yaparım ama gerçekten böyle bir anlam olur mu?”

“Olur, olur. Rahmetli böyle küçük oyunları severdi. Bir keresinde saatlerce kapıda bekletmişti. Parolayı soruyordu. Ben parolayı nerden bileyim? Aaa, o olabilir mi? Çaydanlık desek?”

“Olmadı. O nasıl bir parola?”

“Huzurunun evi olarak görürdü, rahmetli.”

“Tuhaf…”

“Zeytin… Dal desek?”

“Olmadı.”

“Barış.”

“Maalesef.”

“Savaş.”

“Olmuyor.”

“Ölüm demek…”

“Olmuyor beyefendi.”

“Olacak ya, çay bardağı demiş miydim?”

“…”

“…”

“Çatal?”

“Evet, çatala onay verdi ama toprak yanlış. Abi mesai bitmek üzere.”

“Bir şey olmaz ya, bak bulduk. Çatal ama devamı ne? Zeytin, çatal, nokta nokta, Memati Baş.”

“Mesai biterse çıkmamız gerekir. Üç saat oldu neredeyse.”

“Popo olabilir mi ya?”

“Yok, o bile olmuyor.”

“Tesisatçı mı yoksa? Hani çatal falan diyoruz ya.”

“Abi çok zorladın. Mesai bitti. Olmuyor işte. Bütün sözcükleri deneyemeyiz. Başka bir zaman daha sağlıklı bir anda düşünelim.”

“Ah be. Ya rahmetli şakacı insandı da öyle çok gülünen şakalar yapmazdı. Bu oldu mu şimdi? İnşaat mı denesek?”

“Beyefendi olmuyor işte. Güvenlik çağırmak zorundayım.”


Memurla tartıştık ve güvenlikler tarafından bankadan uzaklaştırıldım. İbrahim amca da dükkânı kapatmamış beni bekliyordu. Küçük bir pürüz var Memati, borç yarına kalsın, dedim. Hiç durmadan geçtim yanından. Ne diyorsun falan demesine müsaade bile vermedim. Şaşkın bir şekilde beni izlerken ben arkamı dönmüş ona bakıyordum. Komşumla çarpıştım. “Ustaaaaa. Şaşkın bakkala ‘Memati’ dedin. Ustaaa.” diyerek gülüyordu. Buldum diyerek bağırarak koşmaya başladım. Bu kez ikisi birlikte şaşkınca beni izliyordu. “Ustaaaaaa” diye bağırarak bankaya kadar koştum. Bankayı çalışanlarla birlikte kapatsam da bu tamamen aklımdan çıkmıştı. Karanlık olmasına rağmen aklıma gelmemişti. Bankanın önünde uyuma fikrini aklımdan attım. Eve doğru yürüyordum. Milletin bu vadi merakı ne olacak diye düşünmeye başladım. Dizilerle bu kadar da yaşanmaz diyerek eleştiriyordum. Önce kendimi eleştirecektim tabii. Çakır ölene kadar yine de iyiydi usta.