Babası tarafından sevilmemiş, dışlanmış, hor görülmüş hatta o kadar ki henüz doğduğunda babası, kendisini küçümsemek için ona “Kuzgun” adını koymuş, esmer ve biçimsiz olduğu için. Habeşistanlı bir anne ve çocuğunu nüfusuna geçirmek bile istemeyen bir baba. Çağdaş Türk heykel sanatının “soyut yontucusu” Kuzgun Acar… “Yaptığım her yontuda mutlaka bir çığlık vardır.” diyerek eserlerinin temelinde yatan duyguyu aslında bize “sade” bir şekilde açıklıyor. Yaşadığı zorluklarla beraber çok sevdiği için ve “hobi” olsun diye girdiği akademide Hadi Bara ve Zühtü Müridoğlu ile tanışıp onlardan ders alınca; Kuzgun, Kuzgun Acar olur biraz da. Onlar için “iki kocaman usta, iki kocaman yürek” diye bahseder. Akademiye girdiğinde Belling’in öğrencisi olur ama kendi deyimiyle Bedri Rahmi’nin atölyesine de resmen “dadanır”. Bedri Rahmi’den çok şey öğrenir ve onun atölyesinde farklı bir ışık, farklı bir ambiyans olduğundan bahseder. Fakat yine de tamamen heykel sanatına yönelir.


O dönem arkadaşlarının anlattıklarına göre Kuzgun çok çalışkan ve öğrenmeye fazlasıyla açık bir öğrenci. Dur durak bilmeden yontar da yontar… Öğrencilik yıllarında soyut heykele resmen aşıktır. Daha sonra girdiği Maya Sanat Galerisi'nde henüz üçüncü sınıfken kendi kişisel sergisini açar Kuzgun. Sait Faik, Bilge Karasu, Abidin Dino, Can Yücel gibi sanatçılarla yakın bağlar kurar ve akademiden yüksek heykeltıraş olarak mezun olur. 1961’de 6. Sao Paulo Bienali’ne üç demir heykeliyle katılır. 1962’de Venedik Bienali kapsamında düzenlenen Venedik Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nden mansiyon, İstanbul’da 23. Devlet Resim ve Heykel Sergisi’nde ise birincilik ödülü alan sanatçı, 1962’deki Paris Genç Sanatçılar Bienali’nde de birinci olur. Fransa’da Havre Müzesi’nde ve Lacloche Galerisi’nde 1962 ve 1963 yıllarında iki kişisel sergi düzenler ve hemen ardından 1966 yılında Rodin Müzesi’nde eserlerini sergiler. Paris Modern Sanatlar Müzesi’ndeki eseri ise çıkan yangında yok olur. İşte Kuzgun Acar’ın yurt dışı maceraları böyle.


Türkiye’deki eserlerine bakacak olursak Karaköy’de Tatlıcılar Binası’nın zemin katındaki pastane için ışıklandırma sistemi yapar fakat bir süre sonra mekanın sahipleri tarafından sökülüp kaldırılır. İstanbul Manifaturacılar Çarşısı için yaptığı meşhur “Kuşlar” heykeli çarşının sembolü olur ve 2016 yılında restore edilerek yeniden yerine koyulur. Ankara Kızılay’da, Emek İş Hanı’nın girişine Anadolu’nun çoraklaşması yüzünden kaybettiği toprakları ifade etmek için yaptığı büyük boyutlu metal Türkiye rölyefi ise sökülür ve daha sonra yapılan araştırmalarda, heykelin bir depoda bekletildikten sonra hurda olarak satıldığı ortaya çıkar. Sanat hayatı boyunca soyut sanattan kopmayan Kuzgun Acar için malzeme, hep ahşap ve metal olur. Metal eserleri sanki boşluğu kanatacak gibi sert, hırçın ve hoyrattır. Bunun sebebi zorluklarla geçen hayatı kuşkusuz, hiçbir zaman insan ve sanat sevgisini kaybetmese de… Yaşamının sonuna doğru sinema ve tiyatro ile ilgilenir. Mehmet Ulusoy’un tiyatro oyunu için masklar yapar. Ferid Edgü’nün deyimiyle bu masklar, Kuzgun’un yeniden doğuşu olmuştur. Ayrıca bir dönem belgesele ilgi duyar. Hakkâri’ye çekimlere gider. Daha sonraları Cumhuriyet’in 50. yılı için heykeller sipariş edilir çeşitli sanatçılardan. Kuzgun’a Gülhane Parkı verilir. Kuzgun, Gülhane Parkı’na çocuklar oynasın diye soyut bir kuş heykeli yapsa da sonra bu heykel de kaybolur ortadan… Kuzgun Acar’ın hayata geçiremediği Bayrampaşa ve Marmara Adası için sipariş edilen heykelleri de vardır maalesef çünkü atölyesinde halkla kaynaşan bir Atatürk rölyefi üzerine çalışırken birdenbire beyin kanaması geçirir ve ertesi sabah onu koma halindeyken bulurlar. İşte “soyut yontucu”, çağdaş Türk heykeltıraş Kuzgun Acar’ımızın kısacık, zorluklarla dolu, ötekileştirilen, istenilmeyen, eserlerine bile “hurda” gözüyle bakılan 48 yıllık hayatı. Onun eserlerinde, şimdi bile hâlâ duyabilirsiniz o sessiz çığlıklarını. Ne var ki bu çığlıkları duymak, kulak ister. Kuzgun; bugün, sessiz çığlıklar atan yegâne -elimizde kalan- eserleriyle yaşıyor, yaşayacak da elbette…