Sabah dörtte uyandı kadın. Kanepede uyuyakalmıştı. Dışarısı karanlıktı. Evi sarı bir ışık aydınlatıyordu. Gözlerini yavaş yavaş ancak açabildi. Hala içtiği alkolün etkisi vardı, sarhoştu.

Bir saatten fazla uyumamıştı. Geç saatlere kadar aslında hiçbir şey yapmadan oturuyordu.

Müzik dinliyordu, düşünüyordu. Hiçbir şey yapamamanın verdiği yorgunlukla ilkin oyuncak bebeğini aradı, buldu ve kollarının arasına aldı. Ona sarılınca hafifliyordu yalnızlığı. Adam evi terk ettikten sonra bu oyuncağı almıştı kadın. Adama benziyordu. Tatlı bir palyaçoydu bebeği. Rengarenk saçları olan bir palyaço... Kahverengi, ne ağacından olduğunu hiç düşünmediği komodinin üstünde, sessize aldığını hatırladığı telefonunu aradı. Bir sürü mesaj vardı beyaz parlak ekranda. Sorumlu olduğu insanlara karşı ayıp olmasın tahammülüydü bu parlak ekrana bakmak. Ancak yapabildiğiydi bir tanesini açtı. Kimin olduğuyla ilgilenmediği biri ona jazz müziği göndermişti. Müziği açtı ve telefonu bir kenara atıp düşünmeye başladı. Aslında şu an en son isteyeceği şeydi düşünmek. Düşünüyor muydu,

savaşıyor muydu? Düşünmek fazlasıyla yormuştu onu. Bunun hastalıklı bir şey olduğunu biliyordu.

Gün ışımıştı gözlerini tekrar açtığında. Sol omuzu çok ağrıyordu. Saatlerce kımıldamadan uyumuş. Çok gergin bir uyku olduğu belliydi. Neden her şeyin hatta uykunun bile bu kadar tatsız olduğunu düşündü. Hep düşünüyordu, soruyordu ama bu farklıydı. Kafası açıktı. Sarhoş değildi.

Çırılçıplak uyumuştu. Günlerden pazardı. Koltuktaki şalı omuzlarına alıp, bir sigara yaktı.

Derin bir nefes alıp etrafına, dağınıklığına baktı. Her şey çok dağınık ve mutsuzdu. Bitkilerine baktı. Onları her gün öpüp severdi. Sevginin her canlının ihtiyacı olduğunu bilirdi de yapardı bunu. Ama aylardır sanki onlarla konuşmamış onları öpmemişti. Duygusunu kaybetmiş olduğunu bir an düşündü ama inanmadı.

Yavaşça koltuktan kalktı, pencereye doğru yürüdü. Hala çıplaktı ve üşüyordu. Yatak odasına dönüp onu sıcak tutacak olan mavi kazağını özgürce salınan memelerinin üstüne çekti. Kazak ısıtıyordu bedenini ama kaşındırıyordu da onu. Günlerdir ev karanlıktı, perdeyi açmadığını fark etti. Perdeyi açtı odaya parlak bir ışık yayıldı. Birden odaya yabancılaştı. Ardından pencereyi açtı, içeriye buz gibi bir hava girdi. Mevsimlerden kıştı. Aralık ayıydı. Geçen sene bu zamanları düşündü. Bu kadar yalnız değildim dedi sessizce. Dışarıya bakıyordu hala pencereden… Hiç kimsecikler yoktu. Sokağa çıkma yasağı olduğunu hatırladı. Ama onun

için pek de bir farkı yoktu. O zaten dışarıya çıkmıyordu. Kimseyi de beklemiyordu.

Sonra birden aklına günlerdir duş almadığı geldi. Banyoya doğru gitti. Aynadan kendine baktı. Eski gülen yüzünü hatırlamaya çalıştı, ölüyor olan yüzünde. Belki o an yüzünde hafif bir tebessüm olsaydı hatırlardı ama mümkün değildi. Bu mutsuz surat ancak ona tekrar tekrar ne kadar mutsuz olduğunu hatırlatıyordu. Ve bunu daha yoğun hissediyordu. Dişlerini fırçalamaya başladı, fırçalarken de soyunmaya çalışıyordu. Mavi kazaktan kurtulur kurtulmaz diş fırçasıyla birlikte suyun altına girdi. Saçları ıslanıyordu. Bütün bedeni ıslanıyordu.

Arınma nasıl bir şeydi? Fiziksel arınma ile ruhsal arınmaya ulaşılabilir miydi? Nasıl

arınacaktı, nasıl zihnini temizleyecekti? Bu bedeninin her noktasına değen su onu zihinsel olarak da temizleyebilir miydi? Dişlerini yıkamanın fazlasıyla yeteceğini fark ederek fırçayı yerine koydu. Saçlarını, bedenini yıkamaya başladı. Müthiş bir yorgunlukla yıkadı her şeyi… 

Geçmişini, geleceğini, saçlarını, vücudunu yıkadı yıkadı. Suyu kapattı, havlusuna uzanıp  vücuduna sardı. Saçlarından, bacak aralarından sular damlıyordu. Banyodan çıkıp odaya  ulaştı. İnce bir müzik sesi geliyordu. Kulağına değer değmez müziğin sakinliğinde dans  etmeye koyuldu. Hep ürkekçe dans ediyordu. İlk dansını Adama yaptığını anımsadı. O da biliyordu kadının en büyük arzusunun özgürce dans etmek olduğunu. Döne döne dans  ediyordu sanki aklını yitirecek gibi salınıyordu. Asıl olan bedeni durgundu ama kalbi hızla  çarpıyordu. Bir zıtlık olduğunu sonra fark etti. Yavaşladı, durdu. Salona yürüdü ve bitkilerine 

yine baktı. Onlarla uzun zamandır zaman geçirmediğini tekrar hatırladı. Aslında her gün  bilmem kaç kere bunu düşünüyordu. Vicdan azabı gibi hep aklındaydı. Tek tek yapraklarını  silmeye başladı. Topraklarını havalandırdı, sularını verdi. Ama çok yorgun hissediyordu, tek  tek bitkilerinden özür diledi. Müthiş bir hüzünle bitkileriyle ilgilendi. Acı çekiyordu kadın. 

Her noktası ağrıyordu. Kadın her şeyi ihmal ediyordu. Her şeyden önce kendini ihmal  ediyordu. Kendini ihmal eden insan sonrasında her şeyi boş veriyordu. 

Kadının her şeyi yarım yamalaktı artık. Tam olarak aylardır kitap okumuyordu. Her bunu  düşündüğünde kendinden nefret ediyordu. Tek yaptığı şey müzik dinlemek ve saçma sapan  şeyler yazmaktı. Eski günlerde yaşıyordu. Mutfağa gidip eski günlerdeki gibi kahve yaptı. 

Ama bu sefer iki kişilik değil, yalnızlığın kahvesini yaptı. Müziği hala çalıyordu. Bir tane sigara yaktı kulağı müzikteyken kahvesini içti. Niyeti kitap okumaktı. Eski günlerindeki  gibi sağı-solu kağıt, kalem ve kitaplarla doluydu. Kitaplara dokunmadan kağıt ve kaleme gitti  eli ve yine yazmaya başladı. Yazdıkça çaresizliğini görüyordu. Yaşamak ne boktan bir şey dedi. 

Kadın yalnızdı ve her şey boktandı. Kadın neyi yazıyordu? Neden durmadan yazıyordu? 

Yalnız bir yaşamın neyi bu kadar yazılırdı ki? Kadın biliyordu, şu anda, bugünde değildi. O geçmişinde yaşıyordu. Adam gitmeden önceki zamanda nefes alıyordu. 

Ama artık boktan bir hayatı vardı. Böylesine boktan bir kadın ancak böyle yaşayabilirdi. 

Melody Gardot -Au Chateou, çalıyordu şimdi.

Kadın, öyküsünün bu kadar tatsız kalmayacağını biliyordu. Kötüsünü yaşıyordu. Yaşasın ki güzel günlere varabilsin. Neyse ki bütün yaşadıklarını sahipleniyordu.