Güneşli bir kış gününü daha da güzelleştirecek tek bir şey vardı: İş bulmak. İşsizlik bir kanser hücresi gibi kaderime yapışmıştı. Sanırım, işsiz kaldığım günlerde yaşadığım sıkıntı, stres, hayatım boyunca işleyeceğim tüm günahların kefareti sayılacak. Yirmi altı yaşında umutlarımın dorukta olması gereken bu yıllarda, sanılarımdan geriye kalan birkaç tane umutla girdiğim son mülakattan da boş bir umutla ayrılmıştım. Dört yıl lisans artı iki yıl da yüksek lisans üstüne bir de yeterli seviyede İngilizce biraz girişkenlik biraz da prezantabl olmak hadi koçum biraz daha gayret! Neydi eksik olan? Bir vesile. Hayır, hayır asıl eksik olan o istediği zaman başımızı eğip üstüne buyur edeceğimiz tanıdık bir talih kuşuydu. Nihayetinde birilerinin elinde oyun hamuru gibi yoğrulmadan muhalif olmayı da yedirmezler bize. Bu yüzden küçük bir çocuğun elindeki oyuncak gibi parçaları kırılınca kenara atılan bir muhalif olmaktansa iyi bir deli olmayı tercih ederim. Babamın diktatörlüğünde aldığım işsizlik maaşı ile geçinmek zorunda kalmak bunalımlarıma bunalım, dertlerimin depreşmesine motivasyon katıyordu.

Üsküdar vapuruna doğru yürürken elimde taş gibi bir simit, kulaklarımda Nil Burak:

Geri dönülmez bir yoldayım

Bir avuç toprak son nasibim

Gün güneş olsa ben n’eyleyim

Gönlümde akşam oldu benim

Bazen bir rüzgarım esen

Bazen de düşen bir yaprak


Eylül ayının sonlarına doğru kendi aralarında dışlanan, ilk gözden çıkarılan ve hepsi tarafından el yordamıyla aşağı itilen o güçsüz, silik, kuru yaprak gibiydim. Kaldırım kenarında yağmurdan sırılsıklam olup ayaklar altında çürüyen ve tüm bu yaşananlardan habersiz gönlü zengin bir temizlik görevlisinin süpürgesine takılıp tüm hücresel işlevlerini kaybeden, içinde kopan çığlıkları duyuramadan sessizce yok olup giden kuru bir yaprak…


Her şeyi bir kenara öteleyip düşününce çok çaresiz ve dışlanmış hissediyordum. Varoluşsal krizlere bile giremeyecek kadar umarsızdım. Elbette bu şekilde eriyip tükenmeyi de kendime yediremem. Ya mücadele edeceğim ya da mücadele ederken düşüp kaldığım toprakta onurlu bir şekilde çürümeyi bekleyeceğim. Bu sancılardan kurtulmam gerektiğine inancım tamdı ama nasıl olacaktı bu? Belki de kurtulmadan önce daha kuvvetli sancılar yaşamam gerekiyordu. Kim bilir...

Yıkanıp kuruduktan sonra güzelce ütüleyip giydiğin pantolonun toplanan yerlerini düzeltmek için elini cebine attığım o an… İşte hayatımı hep ‘’o an’’ hissiyatında yaşayan bir insandım. Ne vahim bir hadisedir bu. Kötü huylu tümör gibi tüm kıyafetlere yapışır kalır. Hayatım boyunca yaşadığım herhangi bir sorun, işte o peçete gibi tüm hayatımı etkilerdi. Sakin ve sabırlı olmalıydım. Kendimi sıkıntılar karşısında teselli etmeye devam ederken vapur, Üsküdar iskelesine yanaşmıştı. Böyle günlerde saatlerce yürüyüş yapmak sanki ömrüme artı zaman katıyor gibi hissediyor ve bu hayata iyimser yaklaşabilmek için benliğime cesaret yüklüyordum. Kierkegaard gibi.


“Yürüyüşe çıkabildiğim sürece hiçbir şeyden korkmuyorum, ölümden bile!”


Sahil boyu yürüyüp dinlenmek için kayalıklara oturduğumda içimi yine bir sıkıntı bastı. Ne olacaktı benim bu halim? İnsanı işsizlik değil de belirsizlik bunaltıyordu. Hayata dair tüm kaygılarım o kadar büyük ki koca denizi kaplayacak gibi sanki. Ayağına kaygının prangaları takıldığında rüzgarla birlikte havada oradan oraya savrulan poşet gibi savunmasız kalmak ne utanç verici. Bu utançtan kızaran yüzümü biraz okşamak için kararlar almak harekete geçmek zorundaydım. Ama sakin kalamıyordum, denize atlayıp bir takanın motorlarında Chris Rea şarkıları eşliğinde paramparça olmak istiyordum. Zaman çok hızlı geçiyor fakat deneyimleme sürecimiz çok yavaş işliyor. Yavaşlık beni rahatsız ediyordu. Ne olacaksa olsun artık! Derken telefonum çalmaya başladı ben heyecan içerisinde internetten başvuru yaptığım şirketlerden biridir diye telefonu cebimden çıkartırken gözlerimin ekranda gördüğüyle birlikte anlık umutlarım, balıklara yem olmak için karşımda duran koca denize düşmüştü. ‘’Gelirken ekmek al.’’ Babamın sesi her zamankinden daha güçlü ve heyecanlı geliyordu. ‘’Tamam baba.’’ Babam genel olarak adet belirtmezdi. Ben hep iki tane alırdım. Zaten çok ekmek yenmezdi bizim evde. Babamın yemek yerken bizi maruz bıraktığı karamsar görüşleri yüzünden yediklerimiz, yaşama dair olan heveslerimizle birlikte kursağımızda kalırdı.Eve doğru yol almaya başladım. Mahalleye girdiğimde yine abart egzozlu motorcu veletlerin dayanılmaz ara gazlarına maruz kaldım. Derin bir nefes alıp sabır çektim. Bugün ne de çok sabra muhtaç kalmıştım. Ekmek almak için fırına girdiğimde dört yılımı hesapsızca ve olabildiğince kaçamak yaparak harcadığım lisenin felsefe hocasıyla karşılaştım. Onun da motoru vardı. Derslerde sorduğu sorulara doğru yanıt veren öğrenciyi ödül olarak motorla evine bırakırdı. ‘’Merhaba hocam.’’ Gözlerini kısıp yüzüme baktı. Tanıyamadığını anlayıp onu zor duruma düşürmemek için ‘’Hisar Lisesi’nden İsmet, hocam’’ dedim.Çıkaramadı ama yine de nezaketini bozmamak adına ‘’Merhaba İsmet, nasılsın?’’ dedi. ‘’İyidir hocam ekmek alalım dedik, malum varoluşumuzun yegâne gıdası, olmazsa olmazı.’’ Hafif bir tebessüm etti ama bana biraz sövdü sanırım.

‘’Neler yapıyorsun?’’

‘’Hiç hocam. Koca bir hiç. Öylece bekliyorum. Belirsizlikler, kaygılar, çaresizlik. Ne kadar varoluşsal bunalım varsa yaşıyorum. İşsizim anlayacağınız.’’

‘’Sabır gerek.’’ dedi. Ben de içimden, aklıma gelen tüm küfürleri ederek iki adet ekmeğimi alıp sağ olun hocam, hayırlısı olsun, deyip fırından çıktım. Tekrardan Chris Rea şarkıları eşliğinde takanın motorlarında paramparça olma isteği duydum ama artık açlık hissimden dolayı bunu biraz ertelemek zorunda kaldım. Sabır Allah’ım!

Tüm aile yemek masasına geçtik önümüzde çorba ellerimizde kaşık, kulaklarımızda Nil Burak… Hayır, hayır Nil Burak değil. Kulaklarımızda babamın yine hayata dair sunduğu o bunalım düşünceleri.


‘’Kafanda yarattığın tüm sahneler, yaşamına dair kurguladığın tüm hayaller ve planlar bazı anlarda bomboş hissettirir. Her şey anlamsız ve boş bir his. Yaşadığın aşklar, kırgınlıklar, nefretler, hüzünler… Hepsi birer boşluk ve hepsi yalanlardan ibaret. Kendinle kalıp gerçeklerle yüzleştiğin an kendini asla kandıramayacağın, yüreğini deşer gibi bir hisle huzursuz eden o tek gerçek. Uyuduğunda, yeni bir güne uyandığında ya da arkadaşlarınla eğlenirken geçer sanırsın. Bu okyanuslardan bile büyük boşluk seni tek gerçekle baş başa kaldığında içine çeker. Boğulmak istesen de tüm bu hisleri iliklerin sarsılana dek sana yaşatacaktır. Öyle bir his ki bu ‘boşluğun tam kendisiyim’ diye düşünmeye başlarsın. İşte böyle anlarda insan yavaşlamalı. Halbuki böyle hisler karşısında yapmamız gereken tek şey yavaşlığın, durağanlığın faydalı ve günahsız bir sanat olduğunu kabullenmektir. Yavaşlığın bize anlattığı çok şey vardır. Bunlardan en önemlisi de sabırdır. Yavaşlık ruhumuza dinlenme olanağı tanır, mücadeleye hazırlar. Hız ise gerçeğin önüne siyah bir perde çeker. Hem ne demiş Kierkegaard: Sabır çok değerli bir meziyettir ve son gülen iyi güler. ‘’


Mutfaktan tuvalete koşarak vapura doğru yürürken yediğim simitle birlikte tüm organlarım yerinden çıkarcasına öğürerek kusmuştum. ‘’Neyin var?’’ sorularına cevap vermeden bir bardak limonlu su içip evden dışarı attım kendimi. Ağlamak üzereydim. Elimde sigara, kulaklarımda sabır kelimesi. Söverek yürüyordum sahile. Açlık hissi bastırmıştı yine. Sahile yaklaşmışken bir markete girdim. Birer adet Luppo ve kola alarak indim sahile. Gözlerimden damla damla akıyordu. Havanın soğukluğundan parmak uçlarımı hissedemiyordum. Ne olacaktı benim bu halim? Madlenini çaya batırıp bir lokma yedikten sonra çocukluğuna dönen Marcel Proust gibi, ben de Luppo'mu yiyip kolamı içerken çocukluğuma dönmek istiyordum. Bu isteklerin özünde bir anda eski fotoğraflarıma bakmak için telefonumu elime aldım. Yirmi birinci yüzyılın insanda bıraktığı en büyük dezenformasyon yüzünden tuş kilidini açtığım an Twitter’a girdim. Karşıma Kierkegaard’ın bir sözü çıkmıştı:


‘’Çünkü insanların dilinde ölüm, her şeyin sonudur ve söylendiği gibi yaşam sürdüğü sürece umut vardır.’’


Mutfakta tuvalete koştuğum an geçti gözlerimin önünden. Kusmamak için derin bir nefes almıştım. Heveslerim yine soluk boruma kaçmıştı. Tuş kilidini kapatıp denizi, şehrin ışıklarını izlemeye devam ettim.Bir sigara daha yakmak istedim ama canım onu da istemiyordu artık. Gücüm kalmamıştı. Aynen, insanı işsizlik değil de belirsizlik bunaltıyordu. Belki de ben çok büyütüyordum. Belki de kurtulmam için çekmem gereken daha da ağır sancılardı bu yaşadıklarım. Belki de Kierkegaard haklıydı. Belki de ben sabretme konusunda yeteneksizdim. Belki de gerçekten nefes aldığım sürece hep bir umut vardı. Belki yıllar sonra Luppo yerken bu anlarımı hatırlayıp istemsiz tebessüm edecektim. Belki ben de yıllar sonra fırından ekmek alırken bir dostuma ‘’Sabır gerek.’’ diyecektim.

Kabullenişin vermiş olduğu bir parça umut ve tedirginlikle eve doğru yürümeye başladım. Sanki yeni bir güne uyanmışım gibi hissediyordum. Ellerim cebimde, kulaklarımda telefonumun zil sesi. Tanımadığım bir numaradan tanımadığım bir ses:

‘’İsmet Bey merhaba, başvurunuzun olumlu sonuçlandığını bildirmek için rahatsız etmiştim, şartlar için yarın öğleden sonra şirketimize bekleriz.’’

‘’Elbette. Teşekkür ederim.’’

Babama göre günün birinde hepsini anlamsız ve boş hissedeceğim duygulardan birini iliklerim sarsılana kadar hissetmiştim. Artık hissetmediğim tek yer parmak uçlarım değildi.