Etimle kemiğimle ve tüm zihnimle burada sıkışıp kalmıştım. Sanki ben yüzyıllık bir ağaçtım. Ağaçların yaprakları bile rüzgârda farklı yerlere uçuşur. Oysa rüzgâr beni hiçbir yere götüremezdi. Ben, duvarda unutulmuş, yıllanmış, eski bir takvim gibi o duvar yıkılmadıkça asla yerimden kıpırdayamayacak, orada öylece çivilenmiş hâlde kalacaktım.


Dışarıda keşfedilmeyi bekleyen bir dünya var. Kıyılarında el ele yürünecek, sularında yüzülecek, köpük köpük kabaran dalgalarında türlü hayallere dalınacak denizler vardı. Bu şehrin denizi ise pis kokulu, puslu, kirli maviliğinde şehrin çöplüğünü kusuyor. Kıyılarına adım atılmaz. Kıyılar yağmalanmıştır, herkes bu kirli denizin kirli havasından kirli bir soluk almak için betonarme evlerinin daracık odalarından çıkıp, ellerinde plastik bardaklar, ellerinde bardaklara doldurulacak kolalar, ellerinde dünden yapılma poğaçalarla, sandviçlerle koca bir karmaşa yaratır. Şimdi sahil etten bir yığındır. Bir kıyamettir. Sırat köprüsünde arabalar birbirini kovalar. Herkes, tükenmiş bir sabırla, sonrasını düşünmeden, yalnızca bu köprüden karşıya geçmeye uğraşıyor. Aracı olmayanlar da parasını öder bu köprünün. Bir kadın "Biz paramızı verdik. Biz geçemeyecek miyiz?" diye sitem ediyor. Bir amca "Ne parası, ne köprüsü?" Diyor. Kör bir adam "Allah," diye sayıklıyor. Yanımdan dillerini bilmediğim insanlar geçip gidiyor sürekli.


Bu şehrin denizine bakıp yalnızca bir intihar düşlenebilir.


Damarlarımda hırçın bir korku gezinir. Göz pınarlarım tozla dolar.


Bir kadına çarpıyorum yanlışlıkla. Özür dilerim hanımefendi. Kadın sıkkın bir bakış atıyor. Öfkesinin ve acelesinin altında eziliyorum.


Tüm şehir tetanoz olmalı diye duyuruyorum, burası demir kokuyor.


Çirkin binalar el ele tutuşmuş, hepsi birden bir şehrin mazisine küfrediyorlar. Büyük bir deprem bekleniyor inadına çürük binalarda. İşte insan budur diyorum kendi enkazı altında ölüverir.


Pencereler koyu, katranımsı hayatları gizliyor. Bulanık denize bakan zengin yalılar da var. Zengin yalıların içinde zengin insanlar. Onlar denizi farklı mı görür, merak ediyorum.


Kalabalıktan, biçimsiz yapılardan, satıcıların seslerinden, çocuk ağlamalarından, aç martıların çığlıklarından duyularım yağmalanıyor. Ne bir şey görmek, ne de bir şey duymak istiyorum. Vücudum dinginliğin özlemiyle sızlıyor.


Olanca gençliğimle bileniyorum.


Hiç Viyana'yı görmemiş gözlerimle bakıyorum etrafa.


Hava kapalı. Yürümeye devam ediyorum. Yağmurun yağma ihtimali var. Her ihtimal kadar yağmur da bir ihtimaldir. Kaldırım taşlarından, kızgın minibüs şoförlerinden, haftada bir yenilen soslu dürümlerden bıktım. Gelecek veya geçmişe bir kılıf bulamadığımdan, hemen tutunacak bir "şimdi" seçiyorum kendime ve bunu sürekli değiştiriyorum. Şimdi işe yetişmeliyim/ sonra öğle molasına çıkarım / sonra eve giderim/ yorgunluktan uyurum


Lacan, arzunun nesnesinin değişken olduğunu söyler. Yaşamak için gerekli olan da budur. Ancak benimkisi daha çok bana sunulan, arzulamamın istenildiği şeyler bütünü.


Ama ne tuhaf diyorum, insan ille de yaşamak ister, sevgili Tanrıları onca eziyeti sunarken. Hepsi hocasız bir imtihandır bunların.


Ama hep beraber bir isyan başlatalım Tanrı 'ya

Senin çıkardığın savaşlarda şehit olmayacağız hayır

Kanımız yaşamın acılığına akacak

Toplu bir intihar gerçekleştireceğiz

Bakalım o zaman ne yapacak sevgili Tanrımız


Adımlarımı hızlandırıyorum. Herkes bir yere yetişmeye çalışırken sanki ben bir yerden kaçmaya çalışıyor gibiyim. Zihnimden zift gibi koyu, kirli, siyah bir şey damlıyor şimdi. Etrafıma hiç bakmadan yürüyorum. Kötü bir ihtimalden kaçıyorum, kendi felaketimi getirmekten.


Şahsına münhasır bir kaçmadır bu.


İnsan kalabalığına çarpa çarpa istasyona giriyorum. Kendimi sıkıntılı ama bir yandan da mağrur görüyor, ötekileri sıkıntısız ve haysiyetsiz sayıyorum.


İstasyona girdiğimde beni bir ıssızlık karşılıyor. Kalabalığa alışkın gözlerim yabancılıyor bu durumu. Tuhaf bir ürpertiyle bekliyorum. Birkaç dakikaya tren geliyor. Tren bomboş derken benim yaşlarımda bir adam görüyorum orada.


"Pardon, diyorum, bu tren nereye gidiyor?"


Adam okuduğu kitaptan başını kaldırıp koyu gözleriyle bana bakıyor. "Gitmek istediğin yere." diyor.


"Peki siz nereye gitmek istiyorsunuz?"


Adam yüzüne eğilmiş olan şapkasını hafifçe kaldırıp "Seninle aynı yere gitmek istiyorum, o yüzden aynı trendeyiz" diyor sakince.


Hiçbir şey anlamıyorum. Tren son hızla ilerlemeye devam ediyor. Bir an bu adamın en son okuduğum kitapta raylara atlayarak intihar eden kitap karakteri olduğunu fark ediyorum.


"Hayır, hayır" diyorum, "Bir yanlışlık olmalı. Ben sizinle aynı yere gitmek istemiyorum. Ben burada kalmak istiyorum. İşe yetişmem gerekiyor, sadece birkaç durak sonra ineceğim."


Adam acıyla gülümsüyor ve elindeki kitaptan bir kısmı okuyor:


"Sen burada kalamazsın diyorum sürekli bir isyanı büyütüyorsun içinde

Sen burada kalamazsın ceplerinde bir isyanı taşıyorsun hep

Küçük bir pencere bulsan atlayacaksın saksısıyla düşen çiçekler gibi

Toprağına kavuşmak isteyen çiçekler gibi...


"Bu sizin yazdığınız şiirden bir parça değil mi?" Diyerek sözünü kesiyorum.


"Evet, yazdığım son şiirdi."


Müthiş bir korku içerisindeyim. İnadına saatime bakıp duruyorum. Tren duraksız sapaksız dümdüz gidiyor. Küçükken balkonda duran kırmızı atımı görüyorum. "Sahi ya," diyorum, "Ne olmuştu ona?"


"Hani bir gün oynarken kırmıştın ya, sonra annen onu sokaktan geçen hurdacıya vermişti."


"Evet, hatırladım," diyorum.


Ardından yanık bir yemek kokusu geliyor burnuma. Ocağı açık bırakıp gittiğim için annemle olan kavgamızın sesleri yankılanıyor trende. Okula atlamak için götürdüğüm yanar-dönerli sarı ipimi görüyorum. Sıcak bir öpüşü anımsıyorum. Uzatıp uzatıp ördüğüm saçlarımı. Tüm sınıf pikniğe gidiyoruz. Günebakanlar başlarını güneşe çevirmiş. Ölü kuşları yerden toplayan bir kız görüyorum. Babam "hadi," diyor "geç kaldık, çıkalım artık". Üniversite kantininden sıcak poğaçalar alıyorum. Bir çıkmaz sokaktan gerisingeri yürüyorum. Mahalledeki aç kedilere mama dağıtıyorum. Apartmanın garajında bir koyunu doğruyoruz kurban diye, etiyle kemiğiyle bizimmiş bu koyun diyoruz ne güzel. Ne güzel diyoruz bayram şekerleri, karamelalar ne güzel. Bir akşamüstü tenimin heyecanını hatırlıyorum, bekaretimi bir devlet sırrı gibi sakladığım günleri, ama ne güzel diyorum sevişmek yaşamın kendisinden de güzel.


"Pencereden daha fazla bakma," diyor adam. "Yaşanmaya değmeyen bir hayatı izlemene gerek yok."


Derken kalabalık bir istasyona giriyoruz. Her zamankinden daha tuhaf bir kargaşa var istasyonda. Etrafa şeritler çekilmiş. Her yer kan gölü. Raylarda parçalanmış bedenimi görüyorum.