“gayrı bu yolu sevmiyorum

                                                                                           sensiz

                                                                                           kalabalıkken bile

                                                                                           ıpıssız geliyor…” Tagore.

 

Dil, nesnelerin anlağımızda oluşan kavramsal imgelerini başkalarının anlağında canlandırarak düşüncelerimiz iletmeye yarayan göstergeler dizgesidir. Sözcük nesneyi iletmez, nesnenin imgesini iletir. Yani dil göstergesi iki anlaksal imgenin birleşimidir. Bu birleşme anlaksal, çift kutuplu ve karşılıklı bir oluştur.

 

Anlamlama; bir nesneyi, bir varlığı, bir kavramı, bir olayı anlağımızda canlandırabilecek bir göstergeye bağlayan oluştur. Demek ki gösterge uyarıcı bir şeydir ki ruhbilimciler buna “uyaran” diyor. Her uyaran, örgenlikte belleksel bir iz bırakır ve bu uyaranla özdeş olan ya da çağrışım ilişkisi kuran her yeni uyaran, bu izi yüzeye çıkarır. Saussure’nin dediği gibi “dil göstergesi bir nesneyle bir adı birleştirmez; bir kavramla bir işitim imgesini birleştirir."

 

Her gösterge çağrışımsal bir uyarandır ve iki büyük çağrışım türü vardır:


1- Doğal göstergeler; olaylar arasında doğada bulunan bağıntılara dayanır

2- Yapay göstergeler; insan yapısına aittir ve iki türlü gerçekleşir.

 

Bazı göstergeler gerçeğin doğal özelliklerini olduğu gibi aktarırlar (görüntüler ya da resimler). Buna kısaca “görüntüsel göstergeler” diyelim.

 

İkinci tür ise saymaca göstergelerdir (simgeler). Bunlara da “bildirişim göstergesi” diyebiliriz. Saymaca göstergeleri de ikiye ayırabiliriz kabaca. Bazı simgeler anlağımızda nesnelerin doğal özelliklerini canlandırırken yani nedenli ve görüntüsel olarak gerçekleşirken, bazı simgeler ise salt saymaca yani nedensiz simge olarak gerçekleşir. Her iki durumda da simge saymacadır ama saymaca bağıntı göstergeyle gösterilen nesne arasında doğal bağıntılar bulunmasını önlemez de gerektirmez de.

 

Sözcüğün geniş anlamıyla “dil” diye adlandırılan çeşitli anlatım yöntemleri, doğal bağıntının ya hiç görülmediği ya da artık anlaşılamadığı salt saymaca simgelerdir. Eklemli dillerde de büyük ölçüde nedenlilik vardır; görüntüsel göstergeler olan “yansıma”lar buna örnektir. Ancak burada cebirin salt simgeleri ve grafiklerle belirtke dizgelerinin görüntüsel göstergeleri arasındaki sınırlar net değildir.

 

Dizgelerin pek çoğu karma olsa da her dizgeyi şu dört türe bağlayabiliriz:

a) doğal göstergeler

b) yansıtma göstergeleri ya da görüntüler

c) bildirişim göstergeleri ya da simgeler

d) simgesel bildirişim dizgeleri

 

Şiir dili konuşlandığı dilin tüm özelliklerinden en geniş kapsamıyla yararlanır. Şiirde “yol” göstergesinin kullanım biçimlerini örneklemek istiyorum.

 

Türkçe sözlükte “yol”un karşılığı kısaca şu anlamlara geliyor:

“1. Karada, havada, suda bir yerden bir yere gitmek için aşılan uzaklık, tarik.

2. Karada insanların ve hayvanların geçmesi için açılan veya kendi kendine oluşmuş, yürümeye uygun yer.

3. Genellikle yerleşim alanlarını birbirine bağlamak için düzeltilerek açılmış ulaşım şeridi.

4. İçinden veya üstünden bir sıvının geçtiği, aktığı yer: Su yolu. Sel yolu. 5. Yolculuk: Yola çıkmak. Yolda kalmak.

6. Gidiş çabukluğu, hız.

7. Davranış, tutum, gidiş veya davranış biçimi.

8. Uyulan ilke, sistem, usul, tarz, tarik.

9. Kumaşta bulunan çizgi.

10. Kez, defa.

11. mec. Gaye, uğur, maksat.

12. mec. Bir amaca ulaşmak için başvurulması gereken çare, yöntem.

 

“Yol” göstergesi dilimizde en geniş uyanlardan biri olup çok geniş bir göstergeler ağını etrafında toplar. Yukarıda saydığımız tüm gösterge çeşitlerine uyarlanabilir ve genişletilebilir; gelmek, gitmek, durmak, yolcu, yolculuk, hancı, han, ayrılık, hasret, vuslat, gurbet, yurt, v.s. çünkü yol, ona bakışınıza, beklentilerinize, umutlarınıza, hüzünlerinize (…) göre her an değişir. Attığınız her adım sizi bir yerlerden ya da birilerinden uzaklaştırır; bir yerlere ve başka birilerine yakınsatır. Şairlerin bu göstergeyi nasıl kullandığına değgin örneklere bir göz atalım:


“Hancı” şiirinde Bekir Sıtkı Erdoğan gurbetten sılaya dönen, yabancılıktan aynılığa kavuşmayı özlemiş ama yabancı kalmış birinin duyduğu “ayrılık/ayrıksılık” acısını anlatmaya çalışmıştır.


“Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı!

Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş...

Garibim, her taraf bana yabancı,

Dertliyim çekinme, doldur be hancı!

İlk önce kımıldar hafif bir sancı,

Ayrılık sonradan kor yavaş yavaş.”


Bazılarını bu süreç yıldırır. Yoldaki bunca “yakınlaşma-uzaklaşma”, sürekli başa dönüş, salınım ve çift yönlülüğü (dualite) görünce “iki kişinin aynı yoldan yürümesi”nin olanaksızlığını düşünürsünüz tıpkı, iki cambazın aynı ipte oynamaması gibi.


Yol, zaman demektir, Neruda’nın dediği gibi sabrı çatlatırcasına uzun olur, bazen hasretlikle dolu, gezgin bir yalnızlıktır.


“Ne uzunmuş öpüşe giden yol, aşkım

Ne gezgin bir yalnızlıkmış sensizlik” (Neruda/ İsimsiz-II)


Yaşamın her ânında üzerinde olduğumuz düzlemdir yol. Bizi umutlarımıza yanaştıran, karanlıkta kaldığımızda kaçmak için kullandığımız, kendimizi yakalamanın anahtarı oluverir ve bazen yoldaşlarımızla gittiğimiz, bazen onları kaybettiğimiz anlarda yaşamımızın tanığıdır.


“Ahh o gece yolculukları

bir başka kentte, bir başka insan olmanın umutları

kaç yol arkadaşı kaldı şimdi geriye

gençliğin ilk acılarını birlikte keşfettiğimiz

kaç yol arkadaşı?”

(Murathan Mungan / Avare)


Tüm özgürlüklerimiz elimizden alınmış, tüm haklarımızı kaybetmiş olduğumuz dönemlerde sevgiliyi, umudu, özgürlüğü taşıyan bir ışıktır yol.


“Tekmil haklar alınır.

Tekmil hürriyetler kısılır.

Tekmil köşe başları, tekmil kapılar tutulur.

Gökyüzü tıkılır dört duvar içine.


Bütün bunlara karşı,

dümdüz, apaydınlık kalır

seni bana getiren yol.” (A. Kadir – Yol)


Şair bazen durduğu yerde, yoldan geçenleri izleyen, insanlara ve ortama duyarlı, meraklı bir tanıktır.


“Bir rüyada yürür gibi geçerler

Evimin önünden her akşamüstü

Yüzleri bir duman gibi dağınık

Sönmüş saçlarında son damla ışık

Bir korkuları var gibi her akşam

Evimin önünden geçerler onlar” (A. M. Dıranas – Yoldan Geçenler)


Yolcudur şair ve geçmişten geleceğe yola koyulmaktadır ama ağzında anıların kekremsi tadını taşır.


“Kanıyor her yola koyuluşumda.

Ölümün dişlediği bir meyveymiş geçmiş özlemi,

çocukluğun çürüyüp yapışması deriye.” (Adnan Özer / Yol Şarkıları-III)


Kimi zaman ise şimdi’den geçmişe yol alma özlemiyle yürür şair.


”Yürüdüm ölümsüz, büyük bir sabaha

O çocuk düşü bir kez daha

Başlasın diye yeniden” (Ataol Behramoğlu / Bir Yolculuktu)


Şair hayatı bir yol olarak anlağında görüntülemiştir. Doğumundan ölümüne dek yürüdüğü ince ve uzun bir yoldur yaşamak.

 

“Uzun ince bir yoldayım

Gidiyorum gündüz gece

Bilmiyorum ne haldayım

Gidiyorum gündüz gece


Dünyaya geldiğim anda

Yürüdüm aynı zamanda

İki kapılı bir handa

Gidiyorum gündüz gece” (Aşık Veysel / Uzun ince bir yoldayım)


Ve şair anlatmayı denemekten yılmaz, defalarca yineler anlağının görüntülerini…

 

“Ben çok az şey biliyorum

Silâh gibi

İnsan olduğumu insanlara

Nasıl anlatsam - bir yol var

Arıyorum” (Özcan Yalım / Afrika)

 

“Yol” göstergesi iki noktayı birbirine bağlayan bir uyarıcıdır. Bu bazen ayrılık bazen de vuslat anlamına gelir hatta, şair için ayrılıkta yaşanan vuslat anlamına gelir. Bu öyle bir düştür ki şair bir gün bu düşü görmeyeceğinin kaygısı içindedir.

 

“Meğer ne tuhaf şeymiş kavuşmak!

Şimdi ben uzak ülkelerin birinde

Çocuk bahçelerinde oturmuş

Ya da üçüncüsünde bir trenin

Limon, üzüm, portakal yerken yanımdakiler.

Ya da / Yağmurlu bir gece yarısı

Bir garda tren beklediğim zaman /

Kavuşmayı düşünemeyeceğimden /

Korkuyorum...” (Melih Cevdet Anday)

 

İki nokta sonsuz şekilde birbirine bağlanabilir… bu bazen dikey bir uzaklığın göstergesi olur ve şair, yaşamı herhangi bir düzlemde bir yol gibi görmekten ziyade, “insan” olma serüvenini dikey bir yolla imgelemekte ve bu “oluş”un ölçeğini belirtmekte kullanmaktadır.

 

“Nasıl istersen öyle dinle, bakın:

Dalların zirvesindeyiz ancak,

Yarı yoldan ziyâde yerden uzak,

Yarı yoldan ziyâde mâha yakın” (A.Haşim/ Yarı Yol)

 

Durmak da bir yol olmasına rağmen sonsuz yolların bilincinde olan şair için yaşam umudu da sonsuzdur çünkü yol umudun simgesidir.

 

“Yol umuttur

Çünkü nereye giderse gitsin insan

Yeni kavgaların içinde

Yeni dostlar bulunur ” (İsmail Uyaroğlu / Küçük bir yol şiiri)

 

Dünyevi yaşamını yıllarla ölçmeye kalkar şair… yıllar yaşamın metresi oluverir ve bu bilinçle hep bir hüznü barındırır anlağında…

 

“Yaş otuz beş yolun yarısı eder.

Dante gibi ortasındayız ömrün.” (Cahit Sıtkı)

 

Şair için yolların sonsuzluğundan söz etmiştik ama en önemli ve en çok kullandığı yol “aşk”tır. Aşk olunca yol güzelleşir, zaman güzelleşir ve şair bu yolun en hevesli yolcusudur, tüm haritalarda.

 

“Çiz haritaların en güzel yerine

En güzel günleri ve geceleri

Seninle olunca çekinmem giderim

O kentlere yolcu diye çiz beni” (Afşar Timuçin / Yol Türküsü)

 

Yol bazen sunulacak bir bahanedir sevgiliye.


“Eğer benim'ile gitmek dilersen  

Eylen güzel, yaz gelsin de gidelim  

Bizim eller kırçılıdır aşılmaz  

Yollar çamur, kurusun da gidelim”  (Karac'oğlan)


Şair evrenin seyyahıdır, ömrünün akşamına kadar diğer yarısını aramıştır çünkü o hep eksik biridir, tamamlanma isteğini en üst düzeyde duymaktadır.


“Seyyah oldum şu âlemi gezerim

Bir dost bulamadım gün akşam oldu

Kendi efkârımca okur yazarım

Bir dost bulamadım gün akşam oldu” (Kul Himmet)

 

O diğer yarısı hep yolların ucundadır, onu beklemektedir ve şair karanlıkların insanıdır çünkü diğer yarısı güzel olan yanıdır onun, ışıklıdır, nurludur ve sabah olmasını istemez, o karanlık yolun bitmesini hiç istemez.

 

”Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;

Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.

Yolumun karanlığa saplanan noktasında,

Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum

 

Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;

Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin” (Necip Fazıl/Kaldırımlar)


Yol bazen karanlıklaşsa da yaşam durağanlaşsa da şair durmaz, duramaz… o hep yoldadır, hep yolcudur


"Yürümek;

yürümeyenleri arkasında boş sokaklar gibi bırakarak,

havaları boydan boya yarıp ikiye

karanlığın gözüne bakarak yürümek...

yürümek“ Nazım Hikmet (Yürümek)

 

Yolların şairi nereye götüreceği belli değildir. Sonsuz yolların bilinmeyen menziline bir gidiş de olabilir bu ya da gidenlerin ardından kalakalmak da ve şair der ki;


”Artık demir almak günü gelmişse zamandan,

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.


Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;

Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.” (Yahya Kemal Beyatlı / Sessiz Gemi)



Şair anlağında yaşamı bir orman gibi görüntüleyebilir. Menzilini kaybettiği anda karşısına iki yol çıkar: birinci yol, diğer insanların gidip geldiği bilinen dünyadır diğeri bilinmeyen ıssız. Şair, sıradan değildir ve ikinci yolu seçer çünkü yol başlı başına bir arayış biçimidir. Evet, ulaşılmak istenen bir amaç vardır yolun sonunda ama yolculuğun kendisi çoğu kere ulaşılmak istenen amaçtan daha değerlidir. Yürüdüğü sürece kendi içinde gerçekleştirdiği bir keşiftir.


“Yıllar yılı her yerde her zaman:

Yol ikiye ayrılmıştı ormanda ve ben--

Daha az kat edilmiş olanı seçtim,

Ve bütün ayrımı yaratan da buydu.” (Robert FROST / Yol İkiye Ayrıldı)


Bilinen yolları gidip gelenler sıradan bir yaşamın içinde fark etmeden ölmektedirler. Şair ise sürekli ufuk yolcusudur ve ufku her an değişkendir. Bu değişkenliktir onu farklı kılan.


“Yavaş yavaş ölürler

Seyahat etmeyenler

Yavaş yavaş ölürler

Alışkanlıklarına esir olanlar,

Her gün aynı yolları yürüyenler,

Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,” (Neruda / Yavaş Yavaş Ölürler)


Yunus'un da ölüm duygusunu yol göstergesiyle verdiği vedasıyla biz de yolumuzu sonlayalım.


“Biz dünyadan gider olduk / kalanlara selam olsun  

Bizim için hayır dua / kılanlara selam olsun” (Yunus Emre) 

 

Ya da diyelim ki “aslında yol yoktur”…