Bu sabah uyandığımda pencereden dışarı baktım. Bugünün de herhangi bir gün gibi olduğunu anımsadım. Dün ne yaşadıysam muhtemelen bugün de onu yaşayacaktım. Dünkü kuşlar aynı şekilde bugün de cıvıldaşıyorlardı. Kedi bir şeyden kaçar gibi diğer kaldırıma geçiyordu. Ben de dünkü gibi bunlara tanıklık ediyordum.


Ardından pencereyi kapattım, saate baktım. Yediyi kırk iki geçiyordu. İlk derse geç kalmıştım, varsın olsundu. Zaten ikinci derse yetişmeyi planlamıştım, her zamanki gibi...


İki lokma kahvaltı yapmak için mutfağa geçtim. Geceden kalma ağır bir koku vardı mutfakta. Perdeyi çekip camı açtım. Kışı aratmayan bir ilkbahar serinliği çarptı yüzüme. Dolaptan iki yumurta çıkarıp kırdım. İş olmasın diye de bir sallama çay yaptım. Dünden kalma kuru ekmekle kahvaltı rutinimi tamamladım.


Otobüse yetişmem gerekiyordu. Alelacele giyinip dışarı çıktım. Üniversitede anlam veremediğim bir devam zorunluluğu vardı. Öğrenci, dersi dinlemediği sürece sınıfta olmasının da bir anlamı yoktu. Kafamda bu düşüncelerle, eğitim sistemine de bir iki söverek durağa doğru yürüyordum. Yanımdan geçen insanların gözlerinde uykusunu alamamışlık seziyordum. Hızlı adımlarla beni sollayan gencin kendi kendine anlaşılmayan mırıldanmalarını işittim. Ötede, yere atılmış bir su şişesine ayaklarıyla vuran, çantası sırtında bir çocuk vardı; o da derse geç kalmıştı anlaşılan. Yavaş adımlarla yolda biriken sulara basmamaya çalışarak karşıya, durağa geçtim.


Durakta üç kişi; adam, kadın ve çocuk vardı. Ben geldim, şiiri bozdum. Ellerimi ceplerime koyup hüzünlü bir şarkı mırıldandım. Eksik bir şey vardı, aldırmadım. Nihayet otobüs geldi ve bindim. Oturacak yer bulmak her zamanki gibi zordu. Aslında artık aramıyordum. Yine de klişeyi yerine getirmek için istemsiz bir göz gezdirdim. O sırada yolculuk boyunca düşüneceğim kızla göz göze geleceğimi bilmiyordum.


Bakıştık bir süre, sonra utanarak gözlerimi çevirdim. Gözlerimle kadının 'fotoğraf'ını çekmiştim nasıl olsa. Hikayede eksik olan o güzeli tamamlar nitelikteydi. Güzelliğine benzetme bulmak istedim. Yapamadım. Şair olmadığımı anladım. Bugüne kadar şiir yazmamıştım zaten. Kafamda dolaşan binlerce mısranın, şu an tüm kâfiyelerini yitirdiğini hissettim. Şair çaresizliğinin aslında bu anlama da gelebileceğini düşündüm. Şairler, bana bir kâfiye borçluydu o anda. Ve şairler borçlarına sadık insanlar olmayabilirlerdi.


Kafamı önüme eğmiştim. Bir daha bakamadım gözüne. Onun arada baktığını hissediyordum. Onun da içinden şiirler okuduğunu biliyordum. Muhammed, İsa aşkına, hangi şiiri okuyorsun, diye sormak istiyordum. Söyle, ben de sana eşlik edeyim, demek istiyordum. Ben soramadım, o da söylemedi.


Sessizliğimizi bozan o oldu. “Pardon,” dedi omzumu dürterek. Sesini kulağımda, parmağını omzumda hissettim. Yüzümü kaldırıp da ona bakamadım, sanki gözlerine bakarsam ruhum tüm çıplaklığıyla onun gözleri önüne serilecekti. “Pardon, düğmeye basabilir misiniz?” dedi. Ne kadar güzel bir soruydu o öyle. Düşünmeden uzanıp düğmeye bastım. Ardından onun ineceğini anlamadan düğmeye bastığımı fark ettim. Otobüs yavaşlamıştı, durak yanımızda sayılırdı artık. Kafam hâlâ önümdeydi. O oturduğu yerden kalktı, insanlara çarpa çarpa kapıya doğru ilerledi. Dönüp bakacak mı diye dönüp baktım; o, dönüp bakacak mıyım diye dönüp bakmamıştı. İçimden el salladım ona. Ardından, tüm şairlere sövdüm.